Cengizhan Güngör
Yer, ASTURİAS Konfederasyon Meclisi toplantı salonu. Bugün önemli bir gündür. Farklı yaşam/canlı formlarını araştırmak üzere yedi dönem önce gezegenler arası araştırma görevine çıkan ‘Sonsuzluk’ gemisinden bir heyet, Asturias ve uydularında yaşayan halkların delegelerine araştırmalarının sonuç raporunu sunmak üzereler.
Meclis
toplantılarının bu oturumdaki kolaylaştırıcısı en genç üye Sendok’tur. Sendok
sessizliği sağlayan kısa bir konuşmadan sonra sözü sonsuzluk gemisinin araştırma
heyetinin en yaşlı üyesi Evren Bilgini Maran’a verir. Maran televisüel
cihazının kimi ayarlarını düzenledikten sonra konuşmasına başlar:
“Değerli delegeler!
Meclisimizin ‘Evrendeki
Diğer Canlı/Yaşam Formları Kurulu’ tarafından alınan karar gereğince, yedi
dönem önce, belirlenen hedef gezegen rotalı araştırma ve keşif seyahatimize
çıkmıştık. Bu amaçla çıktığımız MAVi Gezegen hedefli seyahatimiz iki dönem
sürdü. Keşif gezimizin hedefi olarak Mavi Gezegen’in seçilmiş olmasının
nedenlerini hatırlayacaksınız. Bir süredir alıcılarımız bu gezegenden ve bu
gezegen menşeli uzay gemilerinden cılız sinyaller alıyordu. Başka bir
galaksi’nin bize çok uzak olan köşesinde bulunan Mavi, bilim insanlarımızın ve
o dönem meclis üyelerinin dikkatini çekmişti. Sonsuzluk gemisi personeli olarak
araştırma gezisinden önce Asturias Halkları Kütüphanesinin ‘Diğer Canlı/Yaşam
Formları Bölümü’nde neredeyse bir dönem geçirdik. Bu imkan bize Mavi’ye doğru
yola çıkarken çok sınırlı da olsa bilgi edinme fırsatı sunmuştu. Aralarında üç
dönem-Mavi gezegenliler onbeş yıl diyorlar- bulunduk. Gitmeden önce edindiğimiz
bilgiler çerçevesinde, temkinli olmak amacıyla bu üç dönemi ‘görünmeden ve
doğrudan temas kurmadan’ gözlem yaparak ve o varlıkların anlayamayacağı
formlara girerek dolaylı temaslarla geçirdik.
Ben sizlere
genel gözlemlerimizi aktaran bir giriş yapıp Mavi’nin ve üzerinde yaşayan
varlıkların genel karakteristik özelliklerini sıralayacağım. Arkadan diğer
yoldaşlarımız uzmanlık alanlarına göre bu özelliklerin ayrıntılarına inecekler.
Raporumuza başlamadan evvel belirtmek istiyorum; insan dillerinde olan kimi
kavramların, kelimelerin ne konfederasyonumuzu oluşturan halkların dillerinde,
ne de ortak dilimizde karşılıkları var. Bunlardan kimi örnekleri şöyle
sıralamak mümkün; ‘Mülkiyet, savaş, barış, ordu, asker, devlet, silah, sömürü,
ezme, sınıf, ırk, soy, yoksul, zengin, cinayet, hırsızlık, tecavüz, düşman,
eşitsizlik, lüks, tüketim, hükümdar, başkan, bakan, adaletsizlik, sınır,
imtiyaz, kitle imha silahları, hapishane, ücret, para, acı, işkence, biat,
tabi, polis, açlık, kıtlık, susuzluk, seks, sevişme…vb gibi’ benim insan
dillerinden birinin söylenişiyle tekrarladığım ve sizin anlamaz yüzlerle
dinlediğiniz bu ve bunlar ve benzeri yüzlerce kelime ve kavramın raporumuz
ekinde izahlarını bulacaksınız. Sınırlı sayıda bazılarının ise bizim
evrimimizin binlerce dönem öncesinde kalmış, artık unutulmuş ölü dillerimizde ancak
karşılıkları bulunabilir. Ancak siz de kolaylıkla fark edeceksiniz ki, bu titiz
izah ve çeviri çabamız özellikle genç nesillerimiz ve hatta orta yaşlılarımız
açısından bile yeterince anlaşılır olmama riskini taşıyor.
GİRİŞ:
Bu gezegende
egemenlik kuran bir yaşam/canlı formu var. Bunlar kendilerine ‘insan’ diyorlar.
Onlar dışındaki bütün yaşam formları insanların adlandırmasıyla ‘bitki’ ya da
‘hayvan’. Bu varlıklar insanlar tarafından türlerinin yok edilmesi tehlikesiyle
karşı karşıya. İnsan denilen varlık daha evrim sürecinin erken döneminde kimi
hayvan türlerinin tamamen yok olmasının temel faili. Daha sonraki dönemler ise,
hayvan denilen yaşam formlarının hatırı sayılır türlerinin tahakküm altına
alınmasıyla-ki insanlar buna ‘ehlileştirme’ diyorlar- tanımlanabilir. Bu türler
insan yaşamının hizmetine koşulmuş durumda. Öte yandan tür-kırım hala devam
etmekte. Bitki denilen iri ufaklı binlerce yaşam formu ise genel olarak insan
yerleşkelerinin dışında ve tehdit altında varlıklarını sürdürüyorlar. Bitki ve
hayvan türleri ne kendilerini ifade edebilme olanaklarına sahip, ne de baskın
tür olan insan tarafından muhatap alınıyorlar.
İnsanlar farklı
‘inanç sistemlerine’ sahipler. ‘İnanç sistemleri’ ya da ‘din’ adını verdikleri
bütünlük varoluşlarına evrenüstü bir anlam bulma çabası diye
tanımlanabilir. İnsanların büyük
çoğunluğu üç büyük ‘din’in mensupları. Bu inanç sistemleri dışında hala
varlıklarını sürdürebilen ‘tarih’ öncesi ‘din’ler var.
İnsan türünün
üremesi temelli iki farklı ‘cins’ tanıyorlar. Bunlara ‘erkek ve kadın’
diyorlar. Cinslerden ‘kadın’, tarihi, politik ve sosyal yaşam düzleminde diğer cinsin
yani ’erkek’in egemenliği altında. Başka bir deyimle yaşam alanlarına ve
politik güce ‘erkek’ hakim. İnanç sistemleri de ‘kadın’ın rolünün
ikincilliğinde farklı oranlarda katkı sağlıyor. Kalabalık topluluklar halinde birbirinden sınırlarla ayrılmış toprak
parçalarında yaşayan insan kümelerinde cins ayrımcılığı da farklı ağırlıklar da
hissediliyor. Başka bir cins ise zaten tanımıyorlar. Cinsler arası ‘sevişme’
birkaç dönemdir, insan yaşamında soyun devamını sağlayan ‘üreme’ kavramından
bağımsızlaşmış. O da bazı insan topluluklarında ancak gözlemlenebiliyor.
GÖZLEMLER
-İnsan
toplulukları ‘devlet’ adını verdikleri bir örgütsel düzende yaşamlarını
sürdürüyorlar. Bu devletler ya aynı ‘ırk’a-tarihi olarak bozulmamış, katışıksız
aynı kökenden geldiklerini sanan(?) insanlar- mensup yapı; ya da farklı ırklara
ve aynı dine mensup insanların bir arada yaşadıkları yapılar. Bunlar bir arada
‘ulus’ adını verdikleri toplulukları oluşturuyorlar. Bu devletler
sınırlarla-tel örgüler, duvarlar, kuleler, nehirler ve kontrol noktaları ile birbirlerinden
ayrılmış durumdalar. Bir insanın bir
devletten diğerine geçişi ancak uzun süren çabalar sonucu alınan ‘izin’lerle
mümkün olabiliyor. Her devlet insan/canlı öldürmeye yarayan irili ufaklı
binlerce ‘silah’ denilen araca sahip ordular bulunduruyorlar. İnsan gerek sınır
ötesinde diğer devletlere karşı, gerekse sınır içindeki asilere ve uyumsuzlara(!)
karşı şiddet uygulama tekelini ‘devlet’ dedikleri mekanizmaya terk etmiş
durumda.
-Devletler
halinde yaşayan insanlar ‘mülkiyet’ hakkını da neredeyse varoluş nedeni olarak
algılıyorlar. Sanırım sizlere açıklamakta epeyi zorlanacağımız kavramlardan
biri bu. Örneğin bir üretim tesisinin, madenlerin, tarımsal işletmelerin, yani
üretim araçlarının, ulaşım sistemlerinin…vb her şey, hatta ‘insan’,
‘mülkiyetin’ konusu. Yani bir insan ya da birden çok insan ya da insanların bu
amaçla oluşturduğu kurumlar bunların ‘sahibi’. Ve bu ‘sahip’ler; sahip
olduklarının büyüklüğü/küçüklüğü, çokluğu/azlığı, değeri değersizliği üzerinden
tanımlanan güç’e sahipler. Ne kadar çok güç/mülkiyet sahibi isen insanların
kaderlerini bağışladıkları ‘devlet’ içerisinde o kadar etki sahibisin.
-Bu mülkiyetin konusu olan, az sayıda insanın/insanların sahibi olduğu işletmelerde son derece büyük insan toplulukları sınırlı miktarlarda ve zaman zaman artan ‘ücretlerle’ yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. İnsan dillerinde bunlara ‘fakir, işçi, çalışan, yoksul’ deniliyor. Bu geniş kalabalıklar çoğu zaman hiç mülkiyetlerinin olmadığı ya da çok az olduğu koşullarda asgari yaşam koşullarına sahipler. Asiler bu insanların ‘mülk sahipleri’ tarafından ‘sömürüldüğünü’ söylüyorlar.
-Bizim
anlamakta zorlandığımız, sizin kavramakta bayağı güçlük çekeceğinizi kuvvetle
tahmin ettiğim bu tablo-sınırlarla, devletlere ayrılmış çok kalabalık
topluluklar halinde yaşamak, kendi içinde güçlü/güçsüz, mülk sahibi, yoksul,
ayrışmasını yaşamak- insanın başına gelen büyük yıkımların da kaynağını
oluşturuyor. Dünyada-insanlar gezegenlerine bu adı vermişler- bulunduğumuz üç
dönem-insan dilleri karşılığı 15 sene- boyunca insanlar gezegenin neredeyse her
köşesinde birbirlerini toplu halde ve bireysel olarak öldürdüler. Bu
ölümler/kırımlar çoğu zaman devletler arasında orduların birbirleriyle
savaşması şeklinde yaşanırken; aynı zamanda devletlerin içinde asilere karşı
sürdürülen savaşlarda gerçekleşiyordu. Farklı inanç sistemlerine sahip olmanın
da insanların birbirini yok etmelerinde kuvvetli bir neden olduğunu belirtmeliyiz.
İNSANIN ‘BİZ’E
OLAN MERAKI
-İnsanlar
evrenle/’biz’lerle ilgili sonsuz bir ‘merak’ içerisindeler. Ne varlığımızdan
eminler ne yokluğumuzdan. Meraklarının çeşitli nedenleri var. Öncelikli olarak
‘korkuları’. İstila edilme ve yok edilme korkuları. Kendi korkularını,
endişelerini, gerçekliklerini, düzenlerini kendi deyimleriyle ‘uzaylı’lara,
yani ‘biz’lere taşıyorlar, fantastik kurgular/vehimler içinde. Bizlerle ilgili
tasavvurları bizim de imparatorluklara, ordulara, yıkıcı toplu imha
silahlarına, askerlere, savaş gemilerine, birbirimizi ve insanlığı yok etme,
potansiyellerine sahip ve dolayısıyla hiyerarşik yapılarda örgütlü olduğumuz gibi
yanılsamalarla dolu. Fiziki yapılarımızı da ya kocaman ağızlı, keskin dişlere
sahip, pullarla kaplı ağzından salyalar akan, kuyruklu canavarlar ya çelik
robotik yapılar ya da sahip olduğumuz uzun ince duyargalarla insanların içine
nüfuz ederek onlara dönüşme/istila etme olanağına sahip yaratıklar olarak
tasvir ediyorlar. Romanlarında, filmlerinde insanları hunharca parçalıyor,
gizli ya da açık istilacı güçlerimizle dünyayı, ele geçiriyoruz, yok ediyoruz. Sizin
de takdir edeceğiniz gibi bu patolojik bir korku. Patolojik bir durum olduğu
kadar, kendi savaşçı, ayrıştırıcı, tahripkar dünya düzenlerini ebedileştirme,
binlerce yıl sonrasına taşıma isteğinin de bir yansıması. Kendi insanlarına
sanki, ‘içinde yaşadığınız bu saçma gibi görünen düzen ebedidir, daha da ötesi uzay
medeniyetleri de aynı özelliklere sahipler’ demek istemektedirler. Bu
tasavvurlarla ilgili örnekleri raporumuzun ekleri olarak incelemenize sunuyoruz.
-Kendi
deyimleriyle epeydir ‘uzaya çıkma’, diğer gezegenlere ulaşma ve oralarda üs
kurmak çabası içerisindeler. Dünya süper devletlerinin amaçları gezegen
hakimiyetleri için birbirleriyle sürdürdükleri savaşta üstünlük sağlamak. Bu
yeni gezegenler keşfetme motivasyonu, diğer yanıyla, tahripkar düzenleriyle
sonunu getirmek üzere oldukları ‘dünya’larını terk ederek başka gezegenlere
yerleşme olanaklarını aramak olduğudur.
Bu
gözlemlerimizi detaylandırmak üzere sözü diğer yoldaşlara devretmeden önce
endişeyle kararmış yüzlerinize ve şaşkınlıkla açılmış gözlerinize bakarak bu
‘saçmalıkları’ anlamlandırmaya çaresizce çabaladığınızı hissedebiliyorum.
Üstelik raporumuzu arkadaşlarımız sonlandırdığında bu ruh halinizin daha da kötüleşeceğini
söyleyerek sizi hazırlamak isterim. Bu içinde bulunduğunuz durumdan çıkarsama
yaparak üç dönem süren gözlemlerimiz sırasında neler yaşadıklarımıza ilişkin
empati kurabilirsiniz. ‘Ama neden, neden?’ diye sorduğunuzu duyar gibiyim?
Neden birbirlerini öldürüyorlar, neden
sınırlarla ayrılmış devletler halinde yaşıyorlar, neden Bu sınırları korumak ya
da başka devletleri yıkmak/ele geçirmek için savaşıyorlar, neden bu kadar büyük
maddi olanakları birbirlerini daha etkili bir şekilde öldürmek amacıyla silah
üretmek için kullanıyorlar, Neden küçük bir azınlık ‘zengin’, büyük
kalabalıklar ‘yoksul’, neden inanç sistemleri savaş nedeni oluyor, ırk
ayrımları ve farklılıklara tahammülsüzlük var, neden doğayı, diğer yaşam
formlarını barbarca tahrip ediyorlar, neden ‘erkek’ adını verdikleri bir
cinsiyet türü ‘kadın’ adını verdikleri diğer cinse hükmediyor? Neden politik ve
sosyal alan da dahil her alanda ‘hiyerarşi’ var? Biliyorum bu ve benzeri birçok
soru kafanızı fazlasıyla meşgul etmeye başladı. Tıpkı bizim üç dönem
yaşadığımız gibi.
Özetle neden
insanlar, kendi türlerinin sonunu getirmek için bu kadar iştahlı ve yoğun çaba
içerisindeler? Temel soru bu. İnanın biz Asturias heyeti bu soruların cevaplarını bulamadık. Kafa
kafaya verirsek belki. Ama her halükarda biz Asturia’lılar ışıklarımızı
söndürelim, perdelerimizi ve kapılarımızı kapatalım, sesimizi alçaltalım ve ‘dünyayı’
unutalım. Ta ki insan türü aklını başına toplayana kadar.
Kurulunuzu
selamlarken konfederasyonumuzun huzur dolu gezegenlerinden birinde yaşayan
birisi olarak mutluluğumu ifade etmek istiyorum…”