6 Mart 2018 Salı

ASTURİAS’DAN ‘MAVİ’ GEZEGENE SEYAHAT


Cengizhan Güngör
Yer, ASTURİAS Konfederasyon Meclisi toplantı salonu. Bugün önemli bir gündür. Farklı yaşam/canlı formlarını araştırmak üzere yedi dönem önce gezegenler arası araştırma görevine çıkan ‘Sonsuzluk’ gemisinden bir heyet, Asturias ve uydularında yaşayan halkların delegelerine araştırmalarının sonuç raporunu sunmak üzereler.

Meclis toplantılarının bu oturumdaki kolaylaştırıcısı en genç üye Sendok’tur. Sendok sessizliği sağlayan kısa bir konuşmadan sonra sözü sonsuzluk gemisinin araştırma heyetinin en yaşlı üyesi Evren Bilgini Maran’a verir. Maran televisüel cihazının kimi ayarlarını düzenledikten sonra konuşmasına başlar:

“Değerli delegeler!
Meclisimizin ‘Evrendeki Diğer Canlı/Yaşam Formları Kurulu’ tarafından alınan karar gereğince, yedi dönem önce, belirlenen hedef gezegen rotalı araştırma ve keşif seyahatimize çıkmıştık. Bu amaçla çıktığımız MAVi Gezegen hedefli seyahatimiz iki dönem sürdü. Keşif gezimizin hedefi olarak Mavi Gezegen’in seçilmiş olmasının nedenlerini hatırlayacaksınız. Bir süredir alıcılarımız bu gezegenden ve bu gezegen menşeli uzay gemilerinden cılız sinyaller alıyordu. Başka bir galaksi’nin bize çok uzak olan köşesinde bulunan Mavi, bilim insanlarımızın ve o dönem meclis üyelerinin dikkatini çekmişti. Sonsuzluk gemisi personeli olarak araştırma gezisinden önce Asturias Halkları Kütüphanesinin ‘Diğer Canlı/Yaşam Formları Bölümü’nde neredeyse bir dönem geçirdik. Bu imkan bize Mavi’ye doğru yola çıkarken çok sınırlı da olsa bilgi edinme fırsatı sunmuştu. Aralarında üç dönem-Mavi gezegenliler onbeş yıl diyorlar- bulunduk. Gitmeden önce edindiğimiz bilgiler çerçevesinde, temkinli olmak amacıyla bu üç dönemi ‘görünmeden ve doğrudan temas kurmadan’ gözlem yaparak ve o varlıkların anlayamayacağı formlara girerek dolaylı temaslarla geçirdik.

Ben sizlere genel gözlemlerimizi aktaran bir giriş yapıp Mavi’nin ve üzerinde yaşayan varlıkların genel karakteristik özelliklerini sıralayacağım. Arkadan diğer yoldaşlarımız uzmanlık alanlarına göre bu özelliklerin ayrıntılarına inecekler. Raporumuza başlamadan evvel belirtmek istiyorum; insan dillerinde olan kimi kavramların, kelimelerin ne konfederasyonumuzu oluşturan halkların dillerinde, ne de ortak dilimizde karşılıkları var. Bunlardan kimi örnekleri şöyle sıralamak mümkün; ‘Mülkiyet, savaş, barış, ordu, asker, devlet, silah, sömürü, ezme, sınıf, ırk, soy, yoksul, zengin, cinayet, hırsızlık, tecavüz, düşman, eşitsizlik, lüks, tüketim, hükümdar, başkan, bakan, adaletsizlik, sınır, imtiyaz, kitle imha silahları, hapishane, ücret, para, acı, işkence, biat, tabi, polis, açlık, kıtlık, susuzluk, seks, sevişme…vb gibi’ benim insan dillerinden birinin söylenişiyle tekrarladığım ve sizin anlamaz yüzlerle dinlediğiniz bu ve bunlar ve benzeri yüzlerce kelime ve kavramın raporumuz ekinde izahlarını bulacaksınız. Sınırlı sayıda bazılarının ise bizim evrimimizin binlerce dönem öncesinde kalmış, artık unutulmuş ölü dillerimizde ancak karşılıkları bulunabilir. Ancak siz de kolaylıkla fark edeceksiniz ki, bu titiz izah ve çeviri çabamız özellikle genç nesillerimiz ve hatta orta yaşlılarımız açısından bile yeterince anlaşılır olmama riskini taşıyor.

GİRİŞ:
Bu gezegende egemenlik kuran bir yaşam/canlı formu var. Bunlar kendilerine ‘insan’ diyorlar. Onlar dışındaki bütün yaşam formları insanların adlandırmasıyla ‘bitki’ ya da ‘hayvan’. Bu varlıklar insanlar tarafından türlerinin yok edilmesi tehlikesiyle karşı karşıya. İnsan denilen varlık daha evrim sürecinin erken döneminde kimi hayvan türlerinin tamamen yok olmasının temel faili. Daha sonraki dönemler ise, hayvan denilen yaşam formlarının hatırı sayılır türlerinin tahakküm altına alınmasıyla-ki insanlar buna ‘ehlileştirme’ diyorlar- tanımlanabilir. Bu türler insan yaşamının hizmetine koşulmuş durumda. Öte yandan tür-kırım hala devam etmekte. Bitki denilen iri ufaklı binlerce yaşam formu ise genel olarak insan yerleşkelerinin dışında ve tehdit altında varlıklarını sürdürüyorlar. Bitki ve hayvan türleri ne kendilerini ifade edebilme olanaklarına sahip, ne de baskın tür olan insan tarafından muhatap alınıyorlar.

İnsanlar farklı ‘inanç sistemlerine’ sahipler. ‘İnanç sistemleri’ ya da ‘din’ adını verdikleri bütünlük varoluşlarına evrenüstü bir anlam bulma çabası diye tanımlanabilir.  İnsanların büyük çoğunluğu üç büyük ‘din’in mensupları. Bu inanç sistemleri dışında hala varlıklarını sürdürebilen ‘tarih’ öncesi ‘din’ler var.

İnsan türünün üremesi temelli iki farklı ‘cins’ tanıyorlar. Bunlara ‘erkek ve kadın’ diyorlar. Cinslerden ‘kadın’, tarihi, politik ve sosyal yaşam düzleminde diğer cinsin yani ’erkek’in egemenliği altında. Başka bir deyimle yaşam alanlarına ve politik güce ‘erkek’ hakim. İnanç sistemleri de ‘kadın’ın rolünün ikincilliğinde farklı oranlarda katkı sağlıyor. Kalabalık topluluklar halinde  birbirinden sınırlarla ayrılmış toprak parçalarında yaşayan insan kümelerinde cins ayrımcılığı da farklı ağırlıklar da hissediliyor. Başka bir cins ise zaten tanımıyorlar. Cinsler arası ‘sevişme’ birkaç dönemdir, insan yaşamında soyun devamını sağlayan ‘üreme’ kavramından bağımsızlaşmış. O da bazı insan topluluklarında ancak gözlemlenebiliyor.  

GÖZLEMLER
-İnsan toplulukları ‘devlet’ adını verdikleri bir örgütsel düzende yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu devletler ya aynı ‘ırk’a-tarihi olarak bozulmamış, katışıksız aynı kökenden geldiklerini sanan(?) insanlar- mensup yapı; ya da farklı ırklara ve aynı dine mensup insanların bir arada yaşadıkları yapılar. Bunlar bir arada ‘ulus’ adını verdikleri toplulukları oluşturuyorlar. Bu devletler sınırlarla-tel örgüler, duvarlar, kuleler, nehirler ve kontrol noktaları ile birbirlerinden ayrılmış durumdalar.  Bir insanın bir devletten diğerine geçişi ancak uzun süren çabalar sonucu alınan ‘izin’lerle mümkün olabiliyor. Her devlet insan/canlı öldürmeye yarayan irili ufaklı binlerce ‘silah’ denilen araca sahip ordular bulunduruyorlar. İnsan gerek sınır ötesinde diğer devletlere karşı, gerekse sınır içindeki asilere ve uyumsuzlara(!) karşı şiddet uygulama tekelini ‘devlet’ dedikleri mekanizmaya terk etmiş durumda.

-Devletler halinde yaşayan insanlar ‘mülkiyet’ hakkını da neredeyse varoluş nedeni olarak algılıyorlar. Sanırım sizlere açıklamakta epeyi zorlanacağımız kavramlardan biri bu. Örneğin bir üretim tesisinin, madenlerin, tarımsal işletmelerin, yani üretim araçlarının, ulaşım sistemlerinin…vb her şey, hatta ‘insan’, ‘mülkiyetin’ konusu. Yani bir insan ya da birden çok insan ya da insanların bu amaçla oluşturduğu kurumlar bunların ‘sahibi’. Ve bu ‘sahip’ler; sahip olduklarının büyüklüğü/küçüklüğü, çokluğu/azlığı, değeri değersizliği üzerinden tanımlanan güç’e sahipler. Ne kadar çok güç/mülkiyet sahibi isen insanların kaderlerini bağışladıkları ‘devlet’ içerisinde o kadar etki sahibisin.

-Bu mülkiyetin konusu olan, az sayıda insanın/insanların sahibi olduğu işletmelerde son derece büyük insan toplulukları sınırlı miktarlarda ve zaman zaman artan ‘ücretlerle’ yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. İnsan dillerinde bunlara ‘fakir, işçi, çalışan, yoksul’ deniliyor. Bu geniş kalabalıklar çoğu zaman hiç mülkiyetlerinin olmadığı ya da çok az olduğu koşullarda asgari yaşam koşullarına sahipler. Asiler bu insanların ‘mülk sahipleri’ tarafından ‘sömürüldüğünü’ söylüyorlar.

-Bizim anlamakta zorlandığımız, sizin kavramakta bayağı güçlük çekeceğinizi kuvvetle tahmin ettiğim bu tablo-sınırlarla, devletlere ayrılmış çok kalabalık topluluklar halinde yaşamak, kendi içinde güçlü/güçsüz, mülk sahibi, yoksul, ayrışmasını yaşamak- insanın başına gelen büyük yıkımların da kaynağını oluşturuyor. Dünyada-insanlar gezegenlerine bu adı vermişler- bulunduğumuz üç dönem-insan dilleri karşılığı 15 sene- boyunca insanlar gezegenin neredeyse her köşesinde birbirlerini toplu halde ve bireysel olarak öldürdüler. Bu ölümler/kırımlar çoğu zaman devletler arasında orduların birbirleriyle savaşması şeklinde yaşanırken; aynı zamanda devletlerin içinde asilere karşı sürdürülen savaşlarda gerçekleşiyordu. Farklı inanç sistemlerine sahip olmanın da insanların birbirini yok etmelerinde kuvvetli bir neden olduğunu belirtmeliyiz.

İNSANIN ‘BİZ’E OLAN MERAKI
-İnsanlar evrenle/’biz’lerle ilgili sonsuz bir ‘merak’ içerisindeler. Ne varlığımızdan eminler ne yokluğumuzdan. Meraklarının çeşitli nedenleri var. Öncelikli olarak ‘korkuları’. İstila edilme ve yok edilme korkuları. Kendi korkularını, endişelerini, gerçekliklerini, düzenlerini kendi deyimleriyle ‘uzaylı’lara, yani ‘biz’lere taşıyorlar, fantastik kurgular/vehimler içinde. Bizlerle ilgili tasavvurları bizim de imparatorluklara, ordulara, yıkıcı toplu imha silahlarına, askerlere, savaş gemilerine, birbirimizi ve insanlığı yok etme, potansiyellerine sahip ve dolayısıyla hiyerarşik yapılarda örgütlü olduğumuz gibi yanılsamalarla dolu. Fiziki yapılarımızı da ya kocaman ağızlı, keskin dişlere sahip, pullarla kaplı ağzından salyalar akan, kuyruklu canavarlar ya çelik robotik yapılar ya da sahip olduğumuz uzun ince duyargalarla insanların içine nüfuz ederek onlara dönüşme/istila etme olanağına sahip yaratıklar olarak tasvir ediyorlar. Romanlarında, filmlerinde insanları hunharca parçalıyor, gizli ya da açık istilacı güçlerimizle dünyayı, ele geçiriyoruz, yok ediyoruz. Sizin de takdir edeceğiniz gibi bu patolojik bir korku. Patolojik bir durum olduğu kadar, kendi savaşçı, ayrıştırıcı, tahripkar dünya düzenlerini ebedileştirme, binlerce yıl sonrasına taşıma isteğinin de bir yansıması. Kendi insanlarına sanki, ‘içinde yaşadığınız bu saçma gibi görünen düzen ebedidir, daha da ötesi uzay medeniyetleri de aynı özelliklere sahipler’ demek istemektedirler. Bu tasavvurlarla ilgili örnekleri raporumuzun ekleri olarak incelemenize sunuyoruz.

-Kendi deyimleriyle epeydir ‘uzaya çıkma’, diğer gezegenlere ulaşma ve oralarda üs kurmak çabası içerisindeler. Dünya süper devletlerinin amaçları gezegen hakimiyetleri için birbirleriyle sürdürdükleri savaşta üstünlük sağlamak. Bu yeni gezegenler keşfetme motivasyonu, diğer yanıyla, tahripkar düzenleriyle sonunu getirmek üzere oldukları ‘dünya’larını terk ederek başka gezegenlere yerleşme olanaklarını aramak olduğudur.

Bu gözlemlerimizi detaylandırmak üzere sözü diğer yoldaşlara devretmeden önce endişeyle kararmış yüzlerinize ve şaşkınlıkla açılmış gözlerinize bakarak bu ‘saçmalıkları’ anlamlandırmaya çaresizce çabaladığınızı hissedebiliyorum. Üstelik raporumuzu arkadaşlarımız sonlandırdığında bu ruh halinizin daha da kötüleşeceğini söyleyerek sizi hazırlamak isterim. Bu içinde bulunduğunuz durumdan çıkarsama yaparak üç dönem süren gözlemlerimiz sırasında neler yaşadıklarımıza ilişkin empati kurabilirsiniz. ‘Ama neden, neden?’ diye sorduğunuzu duyar gibiyim?

Neden birbirlerini öldürüyorlar, neden sınırlarla ayrılmış devletler halinde yaşıyorlar, neden Bu sınırları korumak ya da başka devletleri yıkmak/ele geçirmek için savaşıyorlar, neden bu kadar büyük maddi olanakları birbirlerini daha etkili bir şekilde öldürmek amacıyla silah üretmek için kullanıyorlar, Neden küçük bir azınlık ‘zengin’, büyük kalabalıklar ‘yoksul’, neden inanç sistemleri savaş nedeni oluyor, ırk ayrımları ve farklılıklara tahammülsüzlük var, neden doğayı, diğer yaşam formlarını barbarca tahrip ediyorlar, neden ‘erkek’ adını verdikleri bir cinsiyet türü ‘kadın’ adını verdikleri diğer cinse hükmediyor? Neden politik ve sosyal alan da dahil her alanda ‘hiyerarşi’ var? Biliyorum bu ve benzeri birçok soru kafanızı fazlasıyla meşgul etmeye başladı. Tıpkı bizim üç dönem yaşadığımız gibi.
Özetle neden insanlar, kendi türlerinin sonunu getirmek için bu kadar iştahlı ve yoğun çaba içerisindeler? Temel soru bu. İnanın biz Asturias heyeti bu soruların cevaplarını bulamadık. Kafa kafaya verirsek belki. Ama her halükarda biz Asturia’lılar ışıklarımızı söndürelim, perdelerimizi ve kapılarımızı kapatalım, sesimizi alçaltalım ve ‘dünyayı’ unutalım. Ta ki insan türü aklını başına toplayana kadar.
Kurulunuzu selamlarken konfederasyonumuzun huzur dolu gezegenlerinden birinde yaşayan birisi olarak mutluluğumu ifade etmek istiyorum…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...