Bu memleketin siyasi tarihi ve hatta sosyo-ekonomik tarihi,
hasımlarını-siyasi ya da değil- milli olmamakla, dışgüçlerin ajanı ve piyonu
olmakla bezenmiş suçlamaların tarihi gibidir. Tarihin geç kalmış uluslaşma
süreçlerinden biri olan TC Devleti bir ulus olma sürecini hala
içselleştirememiş olmanın sıkıntılarını yaşıyor. Bu nedenle devlet
ideolojisinin temel retoriği sindirilememiş, özgüven yoksunu, hamasete dayanan
bir ayrıştırıcı milliyetçilik ve bayrak fetişizmidir.
23 sonrası ve bir süre için anlaşılabilir olan ve bir küllerinden yeniden
doğma ve imparatorluktan bir ulus yaratma sürecine tekabül eden dönem için
makul görülebilecek milliyetçilik ve bayrak fetişizminin artık yapışkan, sinik,
gündelik bir hale dönüşerek, en küçük muhalefeti ezmek için bir araç
haline getirilmesi son yılların en tipik, bir o kadar da tehlikeli özelliği
olmaktadır.
İnsanlık tarihi ve benzer uluslaşma süreçleriyle kıyaslandığında çok
'sıcak' olan 90 yıllık bu geçmiş, 'ötekine'-İşçiye, emekçiye, gençlere,
Rumlara, Yahudilere, Ermenilere, Kürtlere.vb- karşı kitlesel katliamlarla
ve büyük göç hareketlerine neden olmuş olmakla belirlendiği için 'yara' tazedir.
'Yaraların' tazeliği ve geçmişle yüzleşilmesine şiddetle direnen devlet aklı,
arkaik bir milliyetçiliği bir tür hazımsızlık örneği olarak kanırttıkça
kanırtmaktadır.
Üstelik bu milliyetçilik kanırtması, sadece yüzleşilememiş fakat geçmişte
kalmış olayların varlığında değil, halen bu topraklar da yaşanan ve kitlesel
bir hal almış bir başka uluslaşma sürecinin iç savaş koşullarına evrilme
ihtimali taşımakta olduğu dönemde yapılmaktadır. Ve bu nedenle de ölümcül
bir tehlike arzetmektedir.
90 küsur yıldır ve halen siyasetin temel polemiğinin 'milli-gayrı milli;
vatansever-vatan hainliği' kavramları etrafında yürütülmesi, devlet aklının her
muhalefeti bu hamasetle bastırmayı alışkanlık haline getirmiş olması, daha da
ötesinde savaş koşullarında bu retoriğin kitlesel mobilizasyonlar da
kullanışlı(!) olması ve böylece mahalleleşmesi, sıradanlaşması bu büyük
tehlikenin karakteristiği olmaktadır.
Bu anlamda devlet aklı öylesi bir irrasyonaliteye ulaşmıştır ki, bu hamasi,
ayrıştırıcı ve fetişist milliyetçilik 'seferberliği'nin bizzat kendisi 'dış
güçlerin' oyunları için en elverişli iklimi oluşturmaktadır.
SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİK
Milliyetçiliğin ne ulusal planda ne de uluslar arası muhalefet alanında
'iyiye' tekabül eden ve hatta ezen-ezilen sınıflar anlamında hiçbir karşılığı
yoktur. Vahşi neokapitalist-emperyalist yayılmacılığın dünya coğrafyasının tamamına ve bütün
toplumların dokularına nüfuz ettiği koşullarda, sosyalist solun bir kesimine
sirayet etmiş olması da anakroniktir.
Bu durumun hiç de yeni olmadığını 60-70'li yılların solunun Kemalizmden
devralınmış kuvvetli bir milliyetçi damara sahip olduğunu hatırlatacaklar
olacaktır. Bu damar emperyalizmi esas olarak 'dışsal' ve 'yabancı' bir olgu
olarak kavrıyordu. Bu 30 kırk yıl öncesinin naif milliyetçiliğini günümüze
taşımak çabası pratik örneklerinde olduğu gibi son derece tehlikeli
savrulmalara yolaçmaktadır ve bu çizgide ne kadar ısrar edilirse o kadar
tehlike artmaktadır. Artık ne kapitalist emperyalist sistem bir ülkenin 'milli'
damgasını taşımaktadır, ne de bu güçlerin altedilmesi yerel ya da milli
ölçeklerde olma şansına sahiptir.Ne küreselleşmiş kapitalizm 'millidir' ne de
muhalif, sistem karşıtı güçler 'milli' olmak durumundadır. Her zamankinden daha
fazla bütün ülkelerin muhalefeti karşılıklı bağımlılık halindedir. Küresel
sistemin temel dayanaklarının zaten olduğu gibi. Sosyalizm iddiası ve
küresel muhalefetin bütün varyantları evrensel ölçekte milliyetçilik
kavramını literatürden çıkarmıştır. Türkiye sosyalizmi de
öyle yapmak zorundadır.
Milliyetçilik ideolojisi artık günümüzde kapitalist emperyalist küresel
saldırı için bir mobilizasyon enstrümanı haline gelmiştir. Saldırı küreseldir,
enternasyonaldir ve direniş de küresel ve enternasyonalist olmak zorundadır.
BakınızYunanistan halkının birkaç
aydır yaşadıkları.
Cengizhan Güngör
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder