Aslında Özgecan'ı ben öldürdüm!
Özgecan’ın katledilmesi kimi çevrelerde cinayetin vahşiliği ve olayın trajikliği üzerinden tartışılmak isteniyor. Birileri TV ekranlarından, cinayetin politik ve sosyal temellerini anlatmaya çalışan diğer konuşmacıya karşı ‘biz buraya acımızı dile getirmeye geldik, politika yapmayınız, acı hepimizin acısıdır’ mealinde şeyler söylüyordu. Gerçekten öyle midir? Acı herkesin acısı mıdır, bu katliamın politikayla hiçbir ilişkisi yok mudur?
Bu tür itirazların ya da cinayetin bu yönüne vurgu yapan görüşlerin daha çok
hükümet yandaşı kadın-erkek sözcüler tarafından dile getirilmesi aslında bizim
için uyarıcı. Bu sözcülerden birisi de KADEM yöneticisiydi. Hani CB’nin kuruluş
toplantısına katılıp ‘kadın erkek eşit değildir, eşdeğerdir’ vecizesini dile
getirdiği, Sümeyye Erdoğan’ın da hami-yöneticisi olduğu kadın derneği. Bu
çevreler bu cinayeti bir çok benzeri gibi ‘vicdansız bir katilin’ vahşi bir
eylemi olarak kabul etmemizi istiyorlar. Ve hemen arkasından da ekliyorlar,
‘maalesef bu sapıklardan her toplumda var’. Eee peki ne yapılmalı, çözümleri
hazır, cezaların ağırlaştırılması ve hatta idam cezasının yeniden yasalara
konması.
Böylece bir taşla birkaç kuş birden vurulmak isteniyor. Bir kere katliam
‘her toplumda varolan sapıklarla-hukukun yetersizliği’ makasına sıkıştırılıyor.
Ve toplum daha sert yasa maddeleri daha ağır cezalar gerekliliği yanılsamasına
sürükleniyor. Maalesef toplumda da karşılığı var, bu yanılsamanın. Protestolara
katılan kimileri, sanığın aynı muameleye maruz bırakılmasını, işkence edilerek
öldürülmesini, idam edilmesini, derisinin yüzülmesini istiyor. Bütün bunlardan
daha da önemlisi-vurulması amaçlanan ‘kuşlardan’ en önemlisi- kadını ezen,
dışlayan, ikincil bir toplumsal konuma mahkum eden erkek egemen sistemin- son
on iki yıllık AKP iktidarı zamanında da sürekli ve yeniden üretilen ve arkaik
ideolojik referanslarla tahkim edilen- örtbas edilmesi , gözlerden
uzaklaştırılmaya çalışılmasıdır.
Kadının ezilmesi, toplumsal arenanın her alanından dışlanması, ikinci sınıf
bir ‘unsur’ olarak kutsallık haleleriyle çerçeveletilerek, paketlenerek bir
anne olarak, bir eş olarak aile kavramının içine kadın birey kimliğinden
uzaklaştırılarak hapsedilmek istenmesi, kuşkusuz bir AKP hükümetleri icadı
değil. Maalesef bu kadınlık durumu, insanlık tarihinin karakterisitik bir
özelliği olarak çok eskilere tarihleniyor.
Kuşkusuz AKP hükümetleri bu sistemi, statükonun diğer bir çok özelliği ve
kurumları gibi hararetle devraldı, benimsedi ve fıtratlarına uygun bir şekilde
de kendi ideolojik cephaneliklerinin sağladığı imkanlarla ve fikirlerle
destekleyip gürbüzleştirdi. ‘Zina’ tartışmalarını hatırlayınız… Kürtajı
yasaklayamadılar, ama neredeyse fiilen imkansız hale getirdiler. Hatırlayınız…
‘Kızlı erkekli’ tartışmalarını, ‘banklarda elele dizdize uygunsuz bir şekilde
oturuyorlar’ söylemlerini. Hatırlayınız… Çocuk gelinlere cevaz veren din
alimlerinin konuşmalarını, Hamile kadınların sokağa çıkmasını ‘uygun’ görmeyen
alimleri. Hatırlayınız… Kadınların kalabalık içerisinde kahkaha atmalarının
doğru olmadığını dile getiren politikacıyı. Hatırlayınız… Tecavüz sonucu oluşan
hamileliğin sonlandırılmasını bile ‘uygun’ görmeyen politikacıyı. Hatırlayınız…
Kız ve erkek öğrencileri ayrı sınıflarda ve hatta okullarda okutmak gerektiğini
söyleyen yetkilileri. Hatırlayınız… Analarının diz kapaklarından bile tahrik
olunabileceğini dile getireni. Hatırlayınız… Kadın bakanlığının adını
değiştirip aile bakanlığı yapanları. Hatırlayınız…
Şu soru üzerinde başınızı ellerinizin arasına alıp birkaç dakika düşünün,
lütfen. Bir insan-bizim örneğimizde yürütmenin en başı- ikide bir, her
vesileyle, oturup kalkıp kadınla erkeğin neden eşit olmadığını vurgular, buna
neden gerek duyar? Bırakın arkadan gelen ailenin kutsallığı, eşin ulviyeti,
anneliğin yüceliği cümlelerini bir kenara. Evet neden gerek duyar? Neden
biliyor musunuz? Bu zihniyet dünyasının fıtratında kadın bir birey olarak kabul
edilmez. Ona ‘emredilen’ sadece ne giyeceğinden ibaret değildir. Ona biçilen
rol aile içinde olması, yani bir eş ve ana-üç çocuk doğurarak- olmasıdır. Kadın
olarak hele hele yalnız bir kadın olarak hiçbir değeri yoktur. Yapılmak istenen
aslında kadına döne döne ve ısrarla toplumsal ‘değerini’, yani değersizliğini,
daha doğru bir ifade ile ancak böyle bir konumu içselleştirdiği ölçüde kadının
kendi sistemlerinin ‘korumasına’ mazhar olabileceğini hatırlatmaktır… Bu
normlara uymayan kadının başına her şey gelebilir. Böylece bu normlara uymayan
kadın her türlü vahşi erkek şiddetinin kucağına bırakılıverir.
Bu zihniyet dünyası, asırlardan beri süregelen erkek egemen sistemin
karakteristiği erkek şiddetini yeniden ve yeniden daha tehlikeli bir
şekilde üretiyor. Kadını erkeğin himayesine muhtaç bir varlık olarak
yalnızlaştırarak. Olay dibine kadar politiktir. Acı öncelikle kadınlarındır. Ve
devlete hakim olan zihniyet, kadını erkeğin merhametine terketmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder