12 Ocak 2016 Salı

Aslında  Özgecan'ı ben öldürdüm!

Özgecan’ın katledilmesi kimi çevrelerde cinayetin vahşiliği ve olayın trajikliği üzerinden tartışılmak isteniyor. Birileri TV ekranlarından, cinayetin politik ve sosyal temellerini anlatmaya çalışan diğer konuşmacıya karşı ‘biz buraya acımızı dile getirmeye geldik, politika yapmayınız, acı hepimizin acısıdır’ mealinde şeyler söylüyordu. Gerçekten öyle midir? Acı herkesin acısı mıdır, bu katliamın politikayla hiçbir ilişkisi yok mudur?
Bu tür itirazların ya da cinayetin bu yönüne vurgu yapan görüşlerin daha çok hükümet yandaşı kadın-erkek sözcüler tarafından dile getirilmesi aslında bizim için uyarıcı. Bu sözcülerden birisi de KADEM yöneticisiydi. Hani CB’nin kuruluş toplantısına katılıp ‘kadın erkek eşit değildir, eşdeğerdir’ vecizesini dile getirdiği, Sümeyye Erdoğan’ın da hami-yöneticisi olduğu kadın derneği.  Bu çevreler bu cinayeti bir çok benzeri gibi ‘vicdansız bir katilin’ vahşi bir eylemi olarak kabul etmemizi istiyorlar. Ve hemen arkasından da ekliyorlar, ‘maalesef bu sapıklardan her toplumda var’. Eee peki ne yapılmalı, çözümleri hazır, cezaların ağırlaştırılması ve hatta idam cezasının yeniden yasalara konması.
Böylece bir taşla birkaç kuş birden vurulmak isteniyor. Bir kere katliam ‘her toplumda varolan sapıklarla-hukukun yetersizliği’ makasına sıkıştırılıyor. Ve toplum daha sert yasa maddeleri daha ağır cezalar gerekliliği yanılsamasına sürükleniyor. Maalesef toplumda da karşılığı var, bu yanılsamanın. Protestolara katılan kimileri, sanığın aynı muameleye maruz bırakılmasını, işkence edilerek öldürülmesini, idam edilmesini, derisinin yüzülmesini istiyor. Bütün bunlardan daha da önemlisi-vurulması amaçlanan ‘kuşlardan’ en önemlisi- kadını ezen, dışlayan, ikincil bir toplumsal konuma mahkum eden erkek egemen sistemin- son on iki yıllık AKP iktidarı zamanında da sürekli ve yeniden üretilen ve arkaik ideolojik referanslarla tahkim edilen- örtbas edilmesi , gözlerden uzaklaştırılmaya çalışılmasıdır.
Kadının ezilmesi, toplumsal arenanın her alanından dışlanması, ikinci sınıf bir ‘unsur’ olarak kutsallık haleleriyle çerçeveletilerek, paketlenerek bir anne olarak, bir eş olarak aile kavramının içine kadın birey kimliğinden uzaklaştırılarak hapsedilmek istenmesi, kuşkusuz bir AKP hükümetleri icadı değil. Maalesef bu kadınlık durumu, insanlık tarihinin karakterisitik bir özelliği olarak çok eskilere tarihleniyor.
Kuşkusuz AKP hükümetleri bu sistemi, statükonun diğer bir çok özelliği ve kurumları gibi hararetle devraldı, benimsedi ve fıtratlarına uygun bir şekilde de kendi ideolojik cephaneliklerinin sağladığı imkanlarla ve fikirlerle destekleyip gürbüzleştirdi. ‘Zina’ tartışmalarını hatırlayınız… Kürtajı yasaklayamadılar, ama neredeyse fiilen imkansız hale getirdiler. Hatırlayınız… ‘Kızlı erkekli’ tartışmalarını, ‘banklarda elele dizdize uygunsuz bir şekilde oturuyorlar’ söylemlerini. Hatırlayınız… Çocuk gelinlere cevaz veren din alimlerinin konuşmalarını, Hamile kadınların sokağa çıkmasını ‘uygun’ görmeyen alimleri. Hatırlayınız… Kadınların kalabalık içerisinde kahkaha atmalarının doğru olmadığını dile getiren politikacıyı. Hatırlayınız… Tecavüz sonucu oluşan hamileliğin sonlandırılmasını bile ‘uygun’ görmeyen politikacıyı. Hatırlayınız… Kız ve erkek öğrencileri ayrı sınıflarda ve hatta okullarda okutmak gerektiğini söyleyen yetkilileri. Hatırlayınız… Analarının diz kapaklarından bile tahrik olunabileceğini dile getireni. Hatırlayınız… Kadın bakanlığının adını değiştirip aile bakanlığı yapanları. Hatırlayınız…
Şu soru üzerinde başınızı ellerinizin arasına alıp birkaç dakika düşünün, lütfen. Bir insan-bizim örneğimizde yürütmenin en başı- ikide bir, her vesileyle, oturup kalkıp kadınla erkeğin neden eşit olmadığını vurgular, buna neden gerek duyar? Bırakın arkadan gelen ailenin kutsallığı, eşin ulviyeti, anneliğin yüceliği cümlelerini bir kenara. Evet neden gerek duyar? Neden biliyor musunuz? Bu zihniyet dünyasının fıtratında kadın bir birey olarak kabul edilmez. Ona ‘emredilen’ sadece ne giyeceğinden ibaret değildir. Ona biçilen rol aile içinde olması, yani bir eş ve ana-üç çocuk doğurarak- olmasıdır. Kadın olarak hele hele yalnız bir kadın olarak hiçbir değeri yoktur. Yapılmak istenen aslında kadına döne döne ve ısrarla toplumsal ‘değerini’, yani değersizliğini, daha doğru bir ifade ile ancak böyle bir konumu içselleştirdiği ölçüde kadının  kendi sistemlerinin ‘korumasına’ mazhar olabileceğini hatırlatmaktır… Bu normlara uymayan kadının başına her şey gelebilir. Böylece bu normlara uymayan kadın her türlü vahşi erkek şiddetinin kucağına bırakılıverir.

Bu zihniyet dünyası, asırlardan beri süregelen erkek egemen sistemin karakteristiği erkek şiddetini  yeniden ve yeniden daha tehlikeli bir şekilde üretiyor. Kadını erkeğin himayesine muhtaç bir varlık olarak yalnızlaştırarak. Olay dibine kadar politiktir. Acı öncelikle kadınlarındır. Ve devlete hakim olan zihniyet, kadını erkeğin merhametine terketmektedir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...