Köklü bir
geçmişe ve artık kitleselliğe sahip kadın hareketi epeydir, bize, bir çoğumuza ’kadının
beyanı esastır’ ilkesini benimsetmişti. Bu yüzden çoksatar yazar Hasan Ali
Toptaş’ın seri taciz girişimlerini duyunca ‘acaba mı’ demedim. Nitekim kendisi
de kamuya açık bir özür dileğinde bulununca iddiaların doğruluğu anlaşıldı.
Birkaç yıl
önce Holywood’da ünlü sanatçıların uğradığı tacizlerin ‘meetoo’ hareketiyle
açığa çıkması ve sonraki yıllarda bir çok ünlü yazar, çizer, yapımcı ve oyuncunun
da taciz/tecavüz iddialarıyla ifşa edilmesi faili ‘erkek’ olan saldırganlığın boyutlarını
göz önüne sererek bu suçun evrenselliğinin karinesi olmuştu. Aslında bu tür
taciz/tecavüz/istismar suçlarının görünür hale gelmesinin oldukça eskiye
dayanan bir geçmişi var. Hatırlayınız Woody Allen, Micheal Jackson, Pablo
Neruda, Bernardo Bertolucci… gibi şahsiyetlerin göbeğinde olduğu benzer suçları,
olayları, açılan davaları…
Görünen
görünmeyen yüzüyle taciz/tecavüz suçları belli ki devasa bir buzdağı. Kimi ünlü
erkeklerin bu saldırganlığın göbeğinde yer almış olması dolayısıyla, onların şahsında,
biz bu suçun ‘devenin kulağı bile olamayan’ boyutlarıyla yüzleşiyoruz uzunca
bir süredir. Gerisi, maalesef gazetelerin 3. sayfalarında, internet sitelerinin
ilgili sayfalarında. Yan komşumuzda, mahallemizde, şehrimizde. Hele bu ‘yalnız ve güzel ülke’de yaşadıklarımız artık
saçlarımızı diken diken eden, tüylerimizi ürperten bir aşamaya sıçramış durumda.
Gün geçmiyor ki kadına yönelik vahşi bir cinayet/tecavüz, çocuk istismarı vakalarıyla
yüzleşmeyelim.
Erkek
sultasının/egemenliğinin çağlar boyu aslında bütün verili eşitsiz sistemlerin
ortak gerçeği olduğu tarihe adım attığımızda şimdi suratımıza çarpan
gerçekliğin oluşturduğu bu korkunç manzara pek de şaşırtıcı görünmüyor. Meğerse
‘erkeklik’ hep böyle imiş. Ve biz, kimi iyi(?) erkekler de tarih boyunca failliğimizi/erkekliğimizi
sorgulamayarak, tavır almayarak, tam tersine yeniden ve yeniden üreterek bu
sürecin sonraki nesillere aktarılmasının vebalini de boynumuzda taşıyoruz.
Ünlü erkeklerin
faili olduğu bu saldırganlığın ortaya çıkardığı bir başka gerçek daha var; iyi
de bu ünlülerin yarattığı ve bir çoğu insanlığın kültür hazinesine katkı
düzeyinde olan eserleri karşısında ne tutum alacağız? Binbir türlü insanlık
hallerini büyük bir duyarlılıkla tasvir etmiş, bu eserleriyle bizi mestetmiş, hayatımızı
değiştirmiş, gönül tellerimizi titretmiş bu eserleri artık nereye koyacağız? Kimimiz,
bu ‘erkeklik’ suçuyla malül faillerin saldırganlığıyla yüzleşince eserlerine de
yabancılaştık, doğrudur. Ama görünen o ki, bu ünlülerin bir çoğu ‘tahtından’
indirilebilmiş değil. Hala çok seyrediliyorlar, çok satıyorlar, çok
izleniyorlar. Unutulup giden-üstelik çok da uzun olmayan bir süreçte- işledikleri
‘erkeklik’ suçları oluyor. Eserleri yaratımları değil. Yine sergi salonları,
yayınevleri, sinemalar onlara-belki de eskisinden daha fazla- rağbet ediyor. Hatta
çoğu yargılanmıyorlar bile, birkaç örnek dışında.
Peki bu
erkek/ünlü faillerin eserleriyle cürümlerini birbirinden ayırma basiretini
gösterebilir miyiz/göstermeli miyiz? Gerçekten bilmiyorum. Yaşadığımız gerçeklik o ki,
tarih, ufak bir not düşüyor, görünmez mürekkeple kariyerlerinin yanına, ama o
kadar. Bu da bir şey midir, evet bir şeydir. Peki yeter mi yetmez tabii ki. Bu cürümlerinin
yaftalarını onların boyunlarına asanlar kimler; giderek karşı durulamaz boyutlarda
bir genişlik ve etkililik kazanan kadın hareketi, belli ki. Bu soru ve soruya
verilecek cevap bizi daha uzun bir süre meşgul edeceğe benzer.
Peki biz ‘erkekler’,
çağlar boyunca nemalandığımız erkek sultasının sorgulanmasının neresindeyiz? Belli
ki daha çook başındayız. Hem de çok. İyi ki kadın hareketi, LGBTİ+ hareketi
var, demoklesin kılıcı gibi başımızın üstünde. Peki daha ne kadar onların
arkasına sığınabiliriz? Ne zaman ‘bir adım geriye, daha geriye’ yönelmeyi becerebileceğiz?
Ne zaman ‘kaybetmeyi göze alıp, erkekliğimizden özgürleşeceğiz? Biz erkeklerin
önünde duran soru bu!
Cengizhan
Güngör
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder