10 Mart 2022 Perşembe

SOSYALİZM, DEMOKRASİ, UMUT, UMUTSUZLUK…vs. ÜZERİNE!


Bir sosyalist için yakın ya da uzak geleceğe ilişkin endişeler ifade eden görüş belirtmek hiç kolay değil. Hem gelecek perspektifi olarak benimsediği, tarihten/bilimden gücünü alan bakış açısı bakımından, hem de ‘karamsarlık, umutsuzluk’ yaymanın içsel ağırlığı ya da bu tür suçlamalara maruz kalmanın kaçınılmazlığı bakımından. Her şart altında sosyalist iyimser ve umutlu olmak zorundadır.  Bir gelecek perspektifi olarak bu zorunluluk(!) anlaşılabilir. Aksi halde mücadele gücü kalmaz, atalet ve hezeyan içinde plağın dışına düşer. Tamam, ancak, bağıra bağıra ya da sesiz bir şekilde gelen bir tehlikeyi de görmemek sıkça düşülen bir hata değil midir? ‘Tehlike yaklaşıyor’ diyemezsiniz, en fazla ufukta belirsizlik var’ diyebilirsiniz. Bu içselleştirilmiş bir reflekstir. Ve çoğu zaman çarpıtılmış bir ‘halka ve tabana(!) karşı sorumluluk’ anlayışı ile yan yanadır. Sosyalist mahallemizin hangi bileşeni 12 Mart ya da 12 Eylül terör dönemlerine hazırlıklı yakalandığını söyleyebilir ki? Bu anlamda tarihe damgasını vuran en temel zaafımızın sübjektivizm olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bir çok sosyalist yapı ve katılımcılarının 11 Eylül akşamı devrim rüyaları görmediğini kim iddia edebilir?

2016’da ülkenin önündeki en az on yılı unutmamız gerektiğini iddia etmiştim, bu cümledeki sivri haliyle. Uzun vadeli bir mücadeleye hazırlanmak gerektiğini söylemiş, gözümüzü ve yönelimimizi sabırla emekçilere mağdurlara yöneltmemiz gerektiğini, bu anlamda tarihin pususuna-zinhar pasif bir beklenti anlamında değil, tam tersine aktif mücadeleyle- yatmak gerektiğini, anlık coşku ve heyecanlara kapılmamak gerektiğini, kalıcı kurumlar yaratma çabalarının önemini dile getirmiştim. O zaman kafamda dolaşan bir çok diğer argümanın yanında en net olanı 2002’den itibaren yaşanan sürecin, tarihte örneğine sık rastlanan iktidar değişikliği değil, bir REJİM DEĞİŞİKLİĞİ olduğunu düşünmemdi.100 yıllık rejim bel veriyordu. Bugün de benzer görüşteyim. Geride bıraktığımız yirmi yıl ancak, tepeden din/nas temelli bir faşizmin kurumsallaştırılması çabalarıyla karakterize edilebilir.

1922’de kurucu babalar 3 kesimi gözden çıkarmıştı, Kürtler için asimilasyon, Hristiyan azınlıklar için tasfiye ve dinin devletleştirilmesi temel strateji olarak benimsendi. Yıllar içinde bu temel stratejiye Kürtlerin nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Hristiyan azınlıklar tasfiye edildi.

Tarikatlar ve cemaatlerden oluşan dini unsurlar ise, yer altına çekilerek uzun süre bu alanda çalışmalarını sürdürdüler. Zamanla devletin açtığı alanda onunla işbirliği ederek ‘komünizme karşı mücadele’nin  neferliğini üstlendiler. Kah çatışmalı, kah ortak düşmana karşı işbirliği içinde geçen yıllarda işbirliğinin yarattığı imkanlardan da yararlanarak görünür hale geldiler, güçlendiler ve daha gür sesle iktidar talep eder oldular. Kurucu babaların topluma giydirdiği elbise zaten Kürt hareketliliği karşısında yırtılmıştı. Din temelli unsurlar bu hengame içinde neo kapitalizmden de İcazet alarak, liberaleri ve söylemlerini de yedekleyerek  2002 yılında benzeri görülmedik bir güçle iktidara yapıştılar. Eski(miş) devlet sahiplerinin yönetememe krizi de onların önünü açtı. İnişlerle çıkışlarla, tökezlemelerle, müttefik değiştirme esnekliği de göstererek geldikleri kapı din temelli faşizmi kurumsallaştırmak için her fırsatı kullanmak olarak özetlenebilir. Bu 22 yıllık süreci özetlerken süper güçler arasındaki giderek tırmanan rekabetin yarattığı olanaklardan ve bu yeni iktidar sahiplerinin bu olanaklardan azami ölçüde yararlanma becerisinden bahsetmeden olmaz. Nitekim neredeyse küresel çapta doğrudan silahların konuştuğu bir aşamaya da sürüklenme istidadı gösteren süper güçler rekabeti hala yerel muktedirlere manevra imkanı sağlamaya devam ediyor. Düşe kalka, bata çıka olsa da yeni faşizan bir rejim inşa ediliyor. İktidar zemini daralmış, toplumsal rızayı seçimlerle(meşru ve kurallı) yeniden inşa etme olanağı kalmamış bir oligarşik dikta ile karşı karşıyayız. İşledikleri suçlar da barışçı bir iktidar değişikliğine razı olacakları bir eşiği çoktan aşmış durumda. Sahip oldukları meşru gayri meşru iktidar araçları da dikkate alınması gereken unsurlar, kuşkusuz.

Muhalefet ise demokrasi kavramının içeriğini doldurmaktan aciz, ortak hedeflere yönelmek için bir alt yapı inşa etmekte başarısız. Kürt siyasi hareketi ve Kürt hak ve taleplerine duyarsız bir tarzı siyasette ısrar ediyor. İleriye doğru umutlu olabilmemizin temel saiki olabilecek olan sosyal mücadeleler ise henüz rüşeym halinde. Bu alanda son aylarda görülen kabarmanın ne kadar istikrar kazanacağı ve yaygınlaşacağı ise en iyimserimizin bile yüksek sesle, dolu dolu iddia edebileceği durumda mı, bilemiyorum. Bu paragrafta kadın mücadelesinin ihtişamına, birleşik gücüne işaret etmeden geçmek densizlik olur. Hayatlarına, varoluşlarına yönelik dört koldan saldırılara karşı muhteşem bir direniş gösteriyorlar. Bizim gözümüzü dikmemiz, kulağımızı açmamız  gereken bu mücadeleden neler öğrenebileceğimiz olmalı.

Muhalefetin, parçası olduğumuz sosyalist cenahında ise kısmi gelişmeler dışında yeni bir şey yok. Bir kısmı nasıl ayrışacağı üzerine ayrıntılı taktikler geliştirirken, diğer kısmı dükkanı güçlendirmenin peşinde. Bir kısmı da yaklaşan güzel günler hayaliyle vitrin düzenliyor.

Üstelik yaşanan bu tablo kimsenin zinhar olmaz diyemediği bir dünya savaşı ihtimali tarafından daha da karartılıyor. Özetle görünmez binbir bağla bağlı olduğumuz, bir unsuru olduğumuz dünya sahnesi de pek fazla umut vermiyor. İyi de bunları yazıp içimizi karartmanın ne alemi vardı, diyorsanız yapabileceğim bir şey yok. Ben yazıp kısa bir süreliğine kurtuluyorum.

Umut işaretleri zuhur eden sosyal kabarışın yaygınlaşması ve istikrar kazanmasında...

1 Mart 2022 Salı

DATÇA’DA ZAMAN-1 MAYIS 2060



Evimin bodrumunda bir zaman kapsülü vardı, yakın zamana kadar. İlgili olanlar bilir, ZMN-MK/1996/0.3 serisinden. Külüstür bir şeydi. Nitekim aşağıda anlatacağım yolculuktan sonra hibe ettim. Kime mi, orası ben de kalsın!

12 yıldır Datça’da yaşıyoruz eşim ve ben. Yaşamım boyunca bir merakım oldu. Nerede olsam bulunduğum yerin 50 yıl öncesini/50 yıl sonrasını merak ederim. Nitekim bir zaman makinesi edinmem de bu merakımın sonucu oldu, tahmin edebileceğiniz gibi. Nasıl diye sormayın, onu da açıklayamam. Kimi zaman çok eski ve çok daha ileri tarihlere yolculuklar gerçekleştirdim.


Bu yolculuklardan birisinde makinenin tarihini Datça’nın 1 Mayıs 2060’daki haline ayarlamıştım. Sıkıntılı birkaç dakikalık yolculuktan sonra gözümü doğal olarak tanımadığım bir yerde açtım. Muhteşem bir deniz manzarasına hakim oldukça heybetli, futuristik rüya gibi bir binanın yanındaydım. Binanın çizgileri benim hiç alışık olmadığım bir mimari yaratıcılığa yaslanıyordu. Tek kelimeyle büyüleyiciydi. Sanki havada asılı gibi bir görünümü, yumuşak çizgileriyle hiçbir geometrik biçimle ilişkilendirilemeyecek görünümü vardı. Ve bir koru tarafından sarılıp sarmalanmıştı. Girişi olduğunu tahmin ettiğim yöne doğru yürüdüm. Girişin hemen üzerinde ‘CAN YÜCEL KÜLTÜR VE SANAT MERKEZİ’ yazıyordu. Hemen tabelanın altındaki panoda yazılanlardan binanın açılış gününe denk geldiğimi anladım. Tarih de ismini taşıdığı büyük ozanla ne kadar da uyumluydu! Emekçilerin mücadele gününe denk getirilmişti açılış…

İçeri girdikten sonra ilk olarak sol tarafta bir plaket dikkatimi çekti. Plaket binayı tasarlayan ve inşa eden 4 kişilik teknik ekibin fotoğraflarını içeriyordu. 4’ü de kadındı ve doğum tarihleri 2010’lu yıllara denk geliyordu. Daha da ilginç olanı dördü’de doğma büyüme Datçalıydı. 2’si mimar, ikisi inşaat mühendisiydi. Aynı plakette inşaatın yapımında emek veren işçilerin fotoğrafları vardı. Ve işçilerin açılışın onur konuğu olduğunu sonradan fark edecektim.

Plaketin hemen karşısında ise binanın iç krokisiyle yüzyüze geldim. Oldukça uzun bir süre bu iç düzeni incelediğimi hatırlıyorum. İlk dikkati çeken biri orkestra çukurlu olmak üzere iki konser salonuydu. İkinci salon tiyatro mekanı olarak da kullanılmaya uygun bir şekilde inşa edilmişti. Büyük salonun ismi Nihat Akkaraca salonu, ikincisi ise Y. Ziya Özalp salonuydu. Diğer dikkat çekici olan 15 bin kitabın olduğu ve yüzlerce tablonun sergilendiği bir kütüphanenin/sergi salonunun varlığıydı.  Kütüphanenin ismi de İbrahim Çiftçioğlu kütüphanesiydi. Binanın iç düzeninde Etnografya müzesi  vardı ve bu salonun ismi de yine tanıdıktı, M. Akın Pilavcı Müzesi. Köy kooperatiflerinin ofisleri ve yönetim merkezleri de aynı binanın içerisindeydi. Gülümsediğimi hatırlıyorum o an, benim geldiğim zamanda köyler mahalle statüsüne geçirilmişti. Öyle anlaşılıyordu ki köyler eski statüsüne kavuşmuştu zaman içinde. Bir kat tamamen kooperatif ve köy meclislerinin ofislerine ayrılmıştı. El Zenaatları kooperatiflerinden köy kooperatiflerine, sivil toplum kuruluşlarına kadar. Aynı katta bir ortak kullanılacak bir toplantı salonuna da yer verilmişti.

Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmak üzereydim Datça Kültür Sanat Dayanışması(DKSD)’na ayrılan bölüm dikkatimi çektiğinde. Benim de 50 yıl öncesine dayanan DKSD tarihine mütevazı katkılarımı ve gönüldaş arkadaşlarımı hatırladım. Kendi gerçek zamanımızın yersiz, yurtsuz, hiyerarşisiz  bir avuç gönüllüyle büyük işler başaran öncü kuruluşu hak ettiği yeri almıştı, Datça’nın çok da uzak olmayan geleceğinde. Zaman içinde Datça’ya Batı ülkelerinden göç eden ve yerleşen Datçalılar da unutulmamış, onlar için de mekanlar tahsis edilmişti binanın içinde.

Tam karşıda 2 gün sürecek olan etkinliklerin programı vardı. Program Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Çerkesce, İngilizce ve Almanca dillerinde, çarpıcı bir görsellikle panoya aktarılmıştı. İlk gözüme çarpan Nisan Ak yönetiminde Yunanistan Filarmoni orkestrasının konseriydi. ‘Bir Delinin Hatıra defteri’ ve ‘Vişne Bahçesi’ tanımadığım genç sanatçılar ve tiyatro grupları tarafından sahneye koyulacaktı. 2. Gün öğleden sonra izleyiciler Köylülerin tiyatrosu Cevat Fehmi Başkut’un ‘Paydos’ oyununu seyretme imkanı bulacaklardı. ‘Antik Çağdan günümüze Datça’da Plastik Sanatlar’, ‘Tarih Boyunca Datça’da Edebiyat ve Şiir’, ‘Knidos Tarihi’, ‘Bir olumlu örnek olarak Datça ve Kentleşme Süreçleri’…vb. oturumlar ayrıca dikkat çeken etkinlikler olarak gözüme çarptı.  Müze 10 gün süreyle ‘Tarih Boyunca Halkların Datça’ya Göçü’ temalı bir fotoğraf ve objeler içeren sergisine ev sahipliği edecekti.

Bilenler bilir zamanda yolculuk, özellikle benim sahip olduğum aman kapsülü serisi açısından bir saatle sınırlıydı ve zaman dolmak üzereydi. Bina içinde küçük bir tur attıktan sonra yoğun kalabalık arasından dışarıya seğirttim. Çıkarken Halk meclislerinin dönem sözcüsü olduğunu kalabalığın konuşmalarından duyduğum genç bir kadın içeri giriyordu. Sanırım bizim zamanımızın belediye başkanı diye tanımladığımız makamı temsil ediyordu.

Dışarıda başka bir sürpriz beni bekliyordu. ‘DATÇA MÜZESİ’. Tahminen 3 dönüm bir alana yayılmış müstakil ve muhteşem çizgilere sahip bir tek katlı bir bina ve bahçesi. Maalesef vakit yoktu. Kapsüle girerken fark ettim ki, kendi zamanımızın metruk bir eski hükümet konağına ev sahipliği yapan ESEN Ada’da idim.

İçeri girdim ve kapsülün yolculuk tarihi ayarını 17 Şubat 2022’ye ayarladım. Karışık duygular ve hüzünlü bir duygu durumu içindeyken makine homurdanmaya başladı.

*DKSD(Datça Kültür Sanat Dayanışması) bülteni, Mart 2022

YAŞASIN HAYAT YAŞASIN SANAT!

 


"...
Sen beni sezemezsin
Dilimi ezemezsin
Nereye baksam acı
Nereye baksam acı
Kim yolcu kim hancı
Dur bakalım
…”
Sezen Aksu

Tek eksiğimiz; kültürel hegemonyayı tesis edemedik”. Belli ki zaman zaman, en tepeden, vurgulanarak dile getirilen bu söylem; kültür yaşamımızın temel direklerini oluşturan sanatçılarımızın hedef haline getirilmelerinin şifresini barındırıyor. Biat etmeyen kadın-erkek tiyatrocularımız, müzisyenlerimiz, gazetecilerimiz, bilcümle sanat-kültür erbabı bu dizginsiz saldırılardan nasibini aldı, almaya da devam ediyor. Tek tek saymaya kalksak bu sayfa yetmez. Hatırlarsınız ilk önemli saldırı dalgası gezi direnişini bir şekilde ziyaret eden, destek ifade eden müzisyenlere, sinemacılara, tiyatroculara yönelik olarak yandaş basının kampanyası halinde ve ciddiye alınması gereken tehditler olarak ortaya saçıldı.

Biz bu yaşanılanları ilk defa deneyimlemiyoruz kuşkusuz. Otokratların ortak özelliği sanat-kültür düşmanlığı. 12 Eylül cunta lideri Picasso’nun eserine bakarak ‘bu da sanat mı’ demişti, Faşist cunta dönemi binlerce yazar, tiyatrocu, sinemacı, müzisyenin ve diğer sanat dünyası mensuplarının içeri atılmasına, tiyatroların kapatılmasına sahne oldu. Sonra ‘tükürürüm ben bu sanatın içine’ diyen küçüklü büyüklü muktedirlerle tanıştık.

22 yıllık iktidar dönemi de bir yandan belediyeler ve çeşitli yandaş kurumlar aracılığıyla nemalandırarak, diğer yandan saraylarda taltif ederek biat etmiş bir sanatçılar lobisi oluşturmaya çalıştı. Sonuç çok açık yaşandı, hüsran! Olmuyordu, olamıyordu. Çünkü onlar kültür sanat dünyasının doğası gereği özgür, muhalif bir özü olduğunu bilmiyordu. Satın alınarak, taltif edilerek, olmadı tehdit edilerek, baskı uygulanarak ‘kültür dünyası’ hegemonyası kurabileceklerini sandılar.

Konu sanatçılar olunca son 2 yıldır müzisyenlerimize pandemi bahane edilerek yaşatılanlar mutlaka vurgulanmayı hak ediyor. Mekanlar kapatıldı, bir kısım müzisyen gülünç desteklerle yetinmek zorunda bırakıldı. Sonuç enstrümanların satışa çıkarılması, olmadı meydanlarda yakılması ve intiharlar… Son yayınlanan yasak genelgesiyle de eğlence dünyasının kapılarına kilit vurulmasının yolu açıldı. Birçok müzisyenin ekmek kapısı mekanlar borç-harç içinde yaşamına devam etmeye çalışıyor.

Sanat ve sanatçıya yönelik tehdit, en son cami mikrofonundan cami cemaatine hitap ederek ‘gerekirse dil koparma’ söylemiyle eşik atladı. Bu eşik öyle bir eşik ki, bu rekor öyle bir rekor ki, egale edilmesi bile mümkün görünmüyor. Hele de bu tehdidin sonsuz yetkilere sahip bir kişiden ülkenin en tepesinden geliyor olması başka bir vahim boyut.
Sanat, sanatçı doğası gereği özgürdür, muhaliftir. Diz çöktürülemez, zincirlenemez. Olsa olsa biat etmeleri için baskı uygulayanların ‘gidişlerini’, unutulmaları sürecini hızlandırır.

Sezen Aksu son sözü söylemiş aslında: “Kim hancı, kim yolcu/Dur bakalım”.


*DKSD(Datça Kültür Sanat Dayanışması) Bülteni ocak 2022 sayısında yayınlandı...


‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...