Bir sosyalist için yakın ya da uzak geleceğe ilişkin endişeler ifade eden görüş belirtmek hiç kolay değil. Hem gelecek perspektifi olarak benimsediği, tarihten/bilimden gücünü alan bakış açısı bakımından, hem de ‘karamsarlık, umutsuzluk’ yaymanın içsel ağırlığı ya da bu tür suçlamalara maruz kalmanın kaçınılmazlığı bakımından. Her şart altında sosyalist iyimser ve umutlu olmak zorundadır. Bir gelecek perspektifi olarak bu zorunluluk(!) anlaşılabilir. Aksi halde mücadele gücü kalmaz, atalet ve hezeyan içinde plağın dışına düşer. Tamam, ancak, bağıra bağıra ya da sesiz bir şekilde gelen bir tehlikeyi de görmemek sıkça düşülen bir hata değil midir? ‘Tehlike yaklaşıyor’ diyemezsiniz, en fazla ufukta belirsizlik var’ diyebilirsiniz. Bu içselleştirilmiş bir reflekstir. Ve çoğu zaman çarpıtılmış bir ‘halka ve tabana(!) karşı sorumluluk’ anlayışı ile yan yanadır. Sosyalist mahallemizin hangi bileşeni 12 Mart ya da 12 Eylül terör dönemlerine hazırlıklı yakalandığını söyleyebilir ki? Bu anlamda tarihe damgasını vuran en temel zaafımızın sübjektivizm olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bir çok sosyalist yapı ve katılımcılarının 11 Eylül akşamı devrim rüyaları görmediğini kim iddia edebilir?
2016’da ülkenin önündeki en az on yılı unutmamız gerektiğini iddia etmiştim, bu cümledeki sivri haliyle. Uzun vadeli bir mücadeleye hazırlanmak gerektiğini söylemiş, gözümüzü ve yönelimimizi sabırla emekçilere mağdurlara yöneltmemiz gerektiğini, bu anlamda tarihin pususuna-zinhar pasif bir beklenti anlamında değil, tam tersine aktif mücadeleyle- yatmak gerektiğini, anlık coşku ve heyecanlara kapılmamak gerektiğini, kalıcı kurumlar yaratma çabalarının önemini dile getirmiştim. O zaman kafamda dolaşan bir çok diğer argümanın yanında en net olanı 2002’den itibaren yaşanan sürecin, tarihte örneğine sık rastlanan iktidar değişikliği değil, bir REJİM DEĞİŞİKLİĞİ olduğunu düşünmemdi.100 yıllık rejim bel veriyordu. Bugün de benzer görüşteyim. Geride bıraktığımız yirmi yıl ancak, tepeden din/nas temelli bir faşizmin kurumsallaştırılması çabalarıyla karakterize edilebilir.
1922’de kurucu babalar 3 kesimi gözden çıkarmıştı, Kürtler için asimilasyon, Hristiyan azınlıklar için tasfiye ve dinin devletleştirilmesi temel strateji olarak benimsendi. Yıllar içinde bu temel stratejiye Kürtlerin nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Hristiyan azınlıklar tasfiye edildi.
Tarikatlar ve cemaatlerden oluşan dini unsurlar ise, yer altına çekilerek uzun süre bu alanda çalışmalarını sürdürdüler. Zamanla devletin açtığı alanda onunla işbirliği ederek ‘komünizme karşı mücadele’nin neferliğini üstlendiler. Kah çatışmalı, kah ortak düşmana karşı işbirliği içinde geçen yıllarda işbirliğinin yarattığı imkanlardan da yararlanarak görünür hale geldiler, güçlendiler ve daha gür sesle iktidar talep eder oldular. Kurucu babaların topluma giydirdiği elbise zaten Kürt hareketliliği karşısında yırtılmıştı. Din temelli unsurlar bu hengame içinde neo kapitalizmden de İcazet alarak, liberaleri ve söylemlerini de yedekleyerek 2002 yılında benzeri görülmedik bir güçle iktidara yapıştılar. Eski(miş) devlet sahiplerinin yönetememe krizi de onların önünü açtı. İnişlerle çıkışlarla, tökezlemelerle, müttefik değiştirme esnekliği de göstererek geldikleri kapı din temelli faşizmi kurumsallaştırmak için her fırsatı kullanmak olarak özetlenebilir. Bu 22 yıllık süreci özetlerken süper güçler arasındaki giderek tırmanan rekabetin yarattığı olanaklardan ve bu yeni iktidar sahiplerinin bu olanaklardan azami ölçüde yararlanma becerisinden bahsetmeden olmaz. Nitekim neredeyse küresel çapta doğrudan silahların konuştuğu bir aşamaya da sürüklenme istidadı gösteren süper güçler rekabeti hala yerel muktedirlere manevra imkanı sağlamaya devam ediyor. Düşe kalka, bata çıka olsa da yeni faşizan bir rejim inşa ediliyor. İktidar zemini daralmış, toplumsal rızayı seçimlerle(meşru ve kurallı) yeniden inşa etme olanağı kalmamış bir oligarşik dikta ile karşı karşıyayız. İşledikleri suçlar da barışçı bir iktidar değişikliğine razı olacakları bir eşiği çoktan aşmış durumda. Sahip oldukları meşru gayri meşru iktidar araçları da dikkate alınması gereken unsurlar, kuşkusuz.
Muhalefet ise demokrasi kavramının içeriğini doldurmaktan aciz, ortak hedeflere yönelmek için bir alt yapı inşa etmekte başarısız. Kürt siyasi hareketi ve Kürt hak ve taleplerine duyarsız bir tarzı siyasette ısrar ediyor. İleriye doğru umutlu olabilmemizin temel saiki olabilecek olan sosyal mücadeleler ise henüz rüşeym halinde. Bu alanda son aylarda görülen kabarmanın ne kadar istikrar kazanacağı ve yaygınlaşacağı ise en iyimserimizin bile yüksek sesle, dolu dolu iddia edebileceği durumda mı, bilemiyorum. Bu paragrafta kadın mücadelesinin ihtişamına, birleşik gücüne işaret etmeden geçmek densizlik olur. Hayatlarına, varoluşlarına yönelik dört koldan saldırılara karşı muhteşem bir direniş gösteriyorlar. Bizim gözümüzü dikmemiz, kulağımızı açmamız gereken bu mücadeleden neler öğrenebileceğimiz olmalı.
Muhalefetin, parçası olduğumuz sosyalist cenahında ise kısmi gelişmeler dışında yeni bir şey yok. Bir kısmı nasıl ayrışacağı üzerine ayrıntılı taktikler geliştirirken, diğer kısmı dükkanı güçlendirmenin peşinde. Bir kısmı da yaklaşan güzel günler hayaliyle vitrin düzenliyor.
Üstelik yaşanan bu tablo kimsenin zinhar olmaz diyemediği bir dünya savaşı ihtimali tarafından daha da karartılıyor. Özetle görünmez binbir bağla bağlı olduğumuz, bir unsuru olduğumuz dünya sahnesi de pek fazla umut vermiyor. İyi de bunları yazıp içimizi karartmanın ne alemi vardı, diyorsanız yapabileceğim bir şey yok. Ben yazıp kısa bir süreliğine kurtuluyorum.