29 Kasım 2016 Salı

‘DEMOKRASİ’ VE SOSYALİST KOMÜNAL DEMOKRASİ…



Fidel’in ölümüyle birlikte sosyalizm ve demokrasi tartışmaları canlanmış görünüyor. Bu yazının konusu turist olarak bile Küba’da bulunmamış,-bulunmuş olsaydım bile bu konuda bir şey söylemek  hakkını kendimde bulamazdım- Küba hakkındaki bilgileri okumalarından ve yaşamı boyunca Küba’ya kulak kabartmaktan ibaret biri için tabii ki  ‘Küba demokrasisi’ değil. Bu yazının konusu Fidel’in vedası vesilesiyle yeniden gündeme gelen verili demokrasi kavramını sorgulamak ve sosyalist demokrasi için ipuçları yakalamaya çalışmak.

Bu nedenle verili demokrasi olgusunun, takılıp kalınan Kuzey Avrupa ülkeleri örneklerinin ötesinde ‘alternatif demokrasi’ kavramına kafa yormak gerekiyor. Sosyalizm deneylerinin kimilerinin ‘duvar’ altında kalmış olması, kimilerinin merkezi, hiyerarşik, otoriter, büyük kalabalıkların iradesini dışlayan yapılar haline gelmesi zaman zaman alevlenerek epeydir devam edegelen bu tartışmayı zorunlu kılıyor.

Temel sorular;
-Neden doğrudan demokrasi değil, temsili demokrasi? Neden temsilciler seçmek zorundayız? Temsilcileri parti liderlerinin belirlediği ya da kimi güç ve sermaye sahibi olmanın ya da ‘eğitimli’ olmanın temsilci olmanın asgari şartı olduğu-‘az gelişmiş demokrasi’ örneklerinden de bağımsız olarak- neden temsilcilerle irademizi yansıtmak(!) zorundayız? Son derece gelişmiş iletişim teknolojilerine sahip olunan bu çağda neden temsiliyet? Ve tabii ki neden son derece kalabalık topluluklar altında hiyerarşik merkezi yapılar içinde yaşamak zorundayız? Küçük yerel birimlerde, özerk yapılarda ve özyönetimlerle örgütlenmiş insanlık, neden iradesini doğrudan gerçekleştirebilmek olanağına sahip olamasın? Sosyalist demokrasi aşağıdan yukarı küçük toplumsal birimler ve yerele dayanmak zorunda değil midir? Bugün bize dayatılan ve önünde secde etmemiz istenen sandığa ve belli zaman aralıklarıyla yapılan seçimlere ve merkeziyetçiliğe dayalı ‘temsili ‘demokrasi’ kavrayışı ve olgusu olsa olsa bir demokrasi illüzyonudur.  O ‘demokrasi’, egemen sınıfların çıkar çatışmalarının ya da genel anlamda sınıfsal çatışmaların krize dönüşerek sistemi yıpratır hale gelmesini önlemek amacıyla oluşturulmuş bir denge bulma ve uzlaşma enstrümanıdır.

-Ezen ezilen, sermaye sahibi-emekçi, zengin-fakir, muktedir-mağdur, güçlü-güçsüz ayrımlarının ve nihai olarak uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin belirlediği toplumlarda nasıl bir halk iradesinden, daha da ötesinde bir ‘demokrasiden’ bahsedilebilir? İlla bahsedilecekse bu insanlığın geleceğini nasıl temsil eder? Eğer böyleyse, bu durum, uzlaşmaz sınıf çatışmaları ve çelişkilerinin insanlığın mutlak kaderi olduğunu kabullenmek olmaz mı? Bütün büyüklü  küçüklü ekonomik birim ve sektörlerde daha fazlave daha fazla kar esasının ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin hüküm sürdüğü koşullarda hangi demokrasiden bahsedilebilir? Büyük silah üreticilerinin, büyük sanayi komplekslerinin, finans baronlarının tam tekel belirleyiciliği altında nasıl bir demokrasiden bahsedilebilir? Bütün kitle iletişim ve kamoyu oluşturma araçlarının kar maksimizasyonu temelinde ekonomik birimler haline geldiği bir toplumsal yapıda hangi ideal demokrasiden ve özgür iradeden söz edilebilir?

-Devletler halinde örgütlenmiş toplumlarda, ezilen ve sömürülen sınıflara yabancılaşmış, onların denetimlerinin hiç olmadığı ya da o kurumlara etkisinin hiçbir şekilde mümkün olmadığı silahlı kurumlara ve istihbarat teşkilatlarına sahip bir yapılanma sosyalist demokrasinin bir özelliği olabilir mi?

-Verili demokrasi olgusu ister İsveç’de, ister Türkiye’de ya da Amerika’da sömürülen sınıf ve tabakaların güncel ve uzun erimi taleplerini sistem içinde massedebilme olanaklarını  egemenlere  sunar. Verili demokrasinin öznesi egemen sermaye, onların hiyerarşik siyasi partileri ve liderleri değil midir? Öyleyse sosyalist demokrasi hiyerarşik olmayan, aşağıdan yukarıya biraraya gelmiş hiçbir özel ayrıcalığa sahip olmayan özgür yurttaşların, sınırsız kendilerini ifade etme ve karar alma yetkisine sahip yüzlerce meclisinden oluşmak durumunda olmamalı mıdır?

-İsveç'de ya da Türkiye'de kendi ürettiklerine, özgür iradesine ve doğaya tamamen yabancılaşmış, uzmanlık alanlarına hapsedilmiş, ‘derin iktidarın’ çeperlerine bile ulaşma olanağı olmayan, 4-5 yılda bir sandığa gidebilme olanağıyla edilgenleştirilmiş, yaşadığı gezegenin akıbetini kar maksimizasyonunun belirlediği, ‘rutin’ dışına çıkıp kaderine isyan ettiğinde de merkezi devlet tarafından zorbalıkla bastırılan, tröstleşmiş medya tekelleri tarafından ufku iğdiş edilmiş insanlığın verili sitemin dışında bir arayışa girmesinden daha doğal ne olabilir?

Murat Sevinç’den mülhem olarak söylersek; sosyalizm deneylerinin öznesi olan halklar ve devrimciler yola çıkarken yaşadıkları sistemin ‘gerçek demokrasi’ olmadığını düşünüyorlardı. Yerden göğe kadar haklıydılar. Sonuç olarak yine bu sistemin dışına çıkamamış ya da alternatif bir dünya yaratamamış olmaları onların haklılıklarını gölgeleyemez. Bugün o zamanlardakinden daha çok ‘haklıyız’. Çünkü verili sistem küçücük bir parçası olduğumuz eko sistemi ve türümüzün geleceğini tehlikeye atıyor. Bir daha deneyeceğiz, hep deneyeceğiz. Ta ki, sınırsız özgürlük içerisinde bütün farklılıkların kendilerini ifade edebildikleri ve kendilerini gerçekleştirebildikleri eşit ve özgür, yöneten ve yönetilen ayrımının, sömürünün, sınıfların ve savaşların ortadan kalktığı büyük uyum dünyasını gerçekleştirene kadar!

9 Kasım 2016 Çarşamba

LANETLİ SORULAR VE İYİMSERLİK İÇERMEYEN KARALAMALAR...



“Şeytanın Gör Dediği”

Her gün yeni ve bir öncekinden daha büyük bir saldırı ile karşı karşıya kalıyoruz. Demokratik muhalefet güçleri dur durak bilmeyen bir saldırı sağanağı altında. Sadece son bir-iki ayı dikkate alacak olursak;  Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay şokunu üzerimizden atamamışken, yayın organları kapatılıp dururken, Kürt il ve ilçelerindeki belediyelere kayyım atamaları furyasıyla karşılaşmışken, Gültan Kışanak-Fırat Anlı içeri tıkılırken Cumhuriyet Gazetesi tutuklamaları ve hemen arkasından HDP’li dokuz milletvekilinin hapishaneye atılmaları ile sarsılıyoruz.  Her saldırı bir öncekini gölgede bırakıyor.  Hergün açığa alınan, sürülen, gözaltına alınan binlerce kamu emekçisi yazar ve akademisyen gündelik hayatın artık sayılardan ibaret istatistikleri haline geldiler. Aslına bakılırsa yaşadıklarımız hiç de sürpriz değil. Her saldırı aylar öncesinden işaretlerini vermeye başlıyor.

Bu ülke ordusu tankıyla, topuyla, askeriyle başka bir ülkenin topraklarında ilerliyor; sınıra yüzlerce tank, zırhlı araç ve askeri teçhizat ve askeri personel yığılıyor. Bir fetih seferberliği ve ‘alalım bizim eski yerleri’ çığırtkanlığı ile şoven-milliyetçi duygular harekete geçiriliyor, kitleler mobilize ediliyor. Meclis devre dışı, memleket sarayın şefliğinde hükümet kararnameleriyle yönetiliyor.  İçte savaş, dışta savaş, iç hainler ve onları destekleyen dış hainler … İktidarın tozu dumana katan gündelik propaganda retoriği… İrili ufaklı iktidar beslemesi ya da iktidarın yıldırdığı-sindirdiği yazılı ve görsel medya devasa bir yalan üzerinden kurgulanmış bu saldırgan propagandayı her türlü komplo teorisiyle süsleyerek insanların üzerine boca ediyor.

Peki biz ne yapıyoruz? ‘Yoğun bir ekonomik kriz kapıda, zaten AB ve ABD’de saray iktidarına karşı tutumunu sertleştiriyor,  saray iktidarının her cephede dış politikası iflas etmiş durumda … ‘Karanlığın en koyulaştığı an sabahın yaklaştığı andır’, ‘zulüm ile abad olunmaz’, ‘darbeyle gelen askeri cuntalar bile uzun süre iktidarda kalamadı’, ‘saldırganlığı zayıflığından’, ‘umuda sarılalım’, demokrasi cephesi kurulmalı…vb. içerikli onlarca okkalı analiz. Ve her bir köşede farklı itirazlarla karşılanan bitimsiz demokratik cephe kurma çalışmaları.. Son günlerde yukarıdaki özdeyişleri, benzerlerini ve tespitleri sık kullanır/yapar olduk.  Aslına bakarsanız bu tespitler/analizler tek tek ele alındığında da, daha büyük ölçekte değerlendirildiğinde de ne bir abartı içeriyor, ne de yanlış… 

Ancak halimiz; bir nevi karanlıkta ıslık çalma hali ya da ringin köşesinden antrenörünün ’aslansın kaplansın rakibin neredeyse devrilecek’ şeklindeki motivasyonuna(!) karşı, ‘peki beni kim dövüyor’ diyen, yediği yumruklardan fena halde sersemlemiş, neredeyse yıkılmakta olan boksörün durumuna benzemiyor mu?

Peki sorun ne? Neden en geniş anlamda muhalif duruş, bu saldırıları, püskürtmeyi bırakın savuşturacak gücü kendinde bulamıyor? Neden diktatörlüğün inşası sürecini bırakın durdurmayı, yavaşlatmayı bile beceremiyoruz? Neden saldırılara karşı fedakarca direnen, ancak yalnızca cılız ve marjinal tepkiler oluşturabilen ‘reaktif- tepkisel’ bir konuma mahkum olduk? Kayıtsız-kuyutsuz bir demokrasi cephesi kurulabilmesi için daha ne tür melanetlerin, olmadık felaketlerin başımıza gelmesi gerekiyor? Hadi diyelim bir mucize gerçekleşti ve islamofaşist gidişata karşı bir demokrasi cephesi inşa edildi; geçmiş olsun ‘tren’ kaçmış olabilir mi? Diktatörlük inşasında kritik eşiği geçmiş olabilirler mi?

Muktedir; ‘en iyi savunma saldırıdır’, ‘yılanın başını küçükken ezmek gerekir’, ‘kesinlikle ve her şart altında göz açtırmamak gerekir’ düsturuyla ve ‘ne pahasına olursa olsun’ mantığıyla hiçbir hukuki norm ve evrensel ilke tanımadan/gözetmeden saldırıyor. Bu topyekün ve her cephedeki saldırı-bazen naif mantığımızın sınırlarını zorlayan-kendileri açısından bir hayat-memat meselesi. Sırtlarındaki günah küfesi başka türlüsüne imkan tanımıyor… Onlar bu stratejiye mahkumlar, mecburlar…

Elhak, bu stratejik-taktik saldırı furyasını Bizans-Osmanlı mirası entrikalar temelinde yalan ve iftira üzerinden ve her türlü aracı mübah görerek, başarıyla sürdürüyorlar.  Kuvvetli ve etkin araçlara sahipler… İrili ufaklı bir çok kanalla birlikte medya alanında tam bir tekele sahip oldular. Tam ve su sızdırmaz bir iktidar tekeli kurmak istiyorlar.

Kimileri bu iktidar stratejisinin sürdürülebilir olmadığını söyleyeceklerdir. İçerde ve dışarıda son derece tehlikeli sularda sürdürülen  ve her gün bir önceki politikaların tam aksi manevralar yapmak zorunda kalan  gidişatın hiç beklenmedik anda tepe üstü çakılma potansiyeli taşıdığını söyleyeceklerdir. Haklıdırlar, katılırım. Sarayın yaslandığı yeni itifak zemininin hiç de güven verici olmadığını söyleyenler çıkacaktır, haklıdırlar. Ha keza hiçbir istibdat rejiminin hele bu topraklarda uzun vadeli kökler salamayacağını söyleyecektirler, tartışırım. Hatta yine bazıları iç dinamikler olmasa bile emperyal güçlerin müdahaleleriyle bu iktidarın bir çeşit darbe ile gitmesi ihtimalinin çok kuvvetli olduğunu söyleceklerdir. Bu ihtimalin gerçekleşebilir olduğu açık. Ancak o halde, bu kesif karanlığın daha uzun vadeli ve çıkışsız hale geleceği açıktır. Ve her halükarda, bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde  başka muktedirlerin dümeninde olduğu yeni bir karanlık sürecin başlayacağını öngörmek yanlış olmaz. Bu memleketin tarihi emperyal müdahalelerin sonucunda gerçekleşen iktidar değişikliklerinin çok acı sonuçlara yolaçtığını gösteren deneylerle doludur.

Bağlarken, en geniş anlamıyla demokratik muhalefetin-iç dinamiklerin- kısa vadede, demokratik bir sürece yol  verecek şekilde başarıya ulaşma şansı olmadığını belirtmek gerekiyor.  Bu bakımdan demokratların, sosyalistlerin, devrimcilerin, kişi ve kuruluşların uzun vadeli bir mücadeleye kendilerini hazırlamaları, eylem çizgilerini ve kurumlar inşa etme çabalarını bu noktaya yoğunlaştırmaları gerekiyor… İşimiz hiç kolay değil…

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...