9 Mayıs 2017 Salı

MUCİZELER Mİ, GERÇEKLER Mİ? (2)

Zonguldak maden işçilerinin Ankara yürüyüşü 1991

60’lı yılların ortalarından itibaren 70’li yılların sonuna kadar-12 Mart 1971 askeri darbesine rağmen- toplumun derinliklerinden-alttan- gelen devasa bir özgürlükçü kitlesel dalgayla sarmalanmıştı Türkiye toplumu… Ülkenin büyük bir sosyo-ekonomik gelişme yaşadığı, halkın özneleştiği fırtınalı yıllar. Vietnam, Laos ve  Kamboçya zaferleriyle büyük yara alan ABD emperyalizminin gerileyişi, barış ve anti-emperyalist mücadele dalgasının bütün dünyayı kaplaması ile at başı gidiyordu, ülkemizdeki sola, demokrasiye ve özgürlüklere açık kitleselleşme… 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar süren 16 yıl boyunca üniversite gençliği ayaktaydı, cumhuriyet tarihinin en büyük ve kitlesel grevlerine şahit oluyordu, ülke, üreticiler ayaktaydı. TİP(Türkiye İşçi Partisi) parlamentoya 1965’de 15 milletvekili sokuyor, bu dip dalgası CHP’yi ortanın solu adı altında arayışa itiyor. Milli şef İnönü devrilerek sola yüzünü dönmüş-o dönemler- Ecevit, CHP’nin başına geliyordu. Bu gelişme CHP’yi 1977 seçimlerinde 212 milletvekili kazanmaya kadar götürdü. Bugün ‘marjinal diye nitelendirilen sol grupların yayın organları yüzbinlerle ifade edilen satış rakamlarına ulaşıyordu. Özgürlükçü kitlesel dalga DGM’lerin kaldırılmasına yolaçıyordu, İşçi sınıfının sendikalaşması çığ gibi büyüyordu ve askeri darbe gerçekleştiğinde yüzbinlerce işçi grevdeydi. Kültür sanat dünyası bütün sektörleriyle demokrasiye, sola ve özgürlüklere açık bu dalgayla bütünleşmişti. Bu süreç 12 Eylül askeri darbesiyle kanlı bir şekilde bastırılacaktı.
Bu nisbeten uzun sayılabilecek yakın tarih tasviri, nostalji ihtiyacından doğmuyor. Bugüne dair gerçekçi sonuçlar üretebilmek için geçmiş bize çok önemli veriler sunuyor:
-Demokrasi ve özgürlük mücadelesi ezilen, sömürülen, baskı altındaki sınıfların dip dalgasıyla bütünleşebildiği ölçüde sıçramalarla ilerliyor. O dönemin karakteristik özelliği buydu. Kitleler sokakta, grevlerde, fabrika ve toprak işgallerinde, üniversiteler ayaktaydı. Sol cesaretle fabrikalara, işçi mahallelerine ve üretim bölgelerine yöneliyor ve büyük bir hüsn-ü kabulle karşılanıyordu.
-Kör kişisel menfaatlere odaklanmış, köşe dönmeci, azgın rekabet koşullarında birbirinin sırtına basarak ayakta kalmaktan başka çaresi olmayan, toplumu var eden bütün olumlu özelliklerin çürüdüğü bugünün tipik bireyleri ve toplumu; o yıllarda dayanışmayı, fedakarlığı, birlikte mücadele azmini özgürlükçü değerleri ayakta tutuyordu.  Alttakiler aşağıdan yukarıya fedakarlıklarla dolu bir mücadeleyle yeni bir toplum inşa ediyordu. Ta ki, hakim sınıflar durumun vehametinin farkedip kanlı darbelerini yapana kadar.
Geçerken o dönemin olumlu-olumsuz bütün veçheleriyle irdelenmesinin bu yazının konusu olmadığını belirtmek gerekiyor.

BUGÜN İSE…
Dünya çapında dip dalgaları geri çekilmiş durumda. Cenova, Seattle, Wall-street’i işgal et eylemleriyle ortaya çıkan kitlesel parıltılar sönümleniyor ve süreklilik üretemiyor. 1991 Irak müdahalesi sırasında milyonlarca protestocuyla uzun yıllardır ilk defa zirve yapan barış hareketi artık neredeyse marjinal  hale geldi. Uluslar arası siyaset alanı özgürlük ve demokrasi rüzgarlarının giderek etkisinin daha az hissedildiği bir arena haline geldi. Bir çok ülkede sağcı ve ırkçı hareketler yükseliyor ya da o akımların yarattığı etkiler siyaset yapıcılar arasında karşılık buluyor. 70’li yılların özgürlükçü rüzgarının etkisiyle hızla yükselen uluslar arası sosyalist hareket hem anavatanlarında, hem de bütün ülkelerde dibe vurmuş durumda…
Ülkede ise  ’80 askeri darbesinin son derece yıkıcı etkisi etkisi bugünlere kadar devam eden sonuçlar üretmiş görünüyor. Sendikal örgütlenme neredeyse deveye hendek atlatmaktan zor hale getirildi, oluşturulan mevzuatla. Bugünkü sendikalaşma oranları 70’li yılların sendikalı işçilerinin oranları ile mukayese bile edilemez. En küçük hak arama talepleri zorla bastırılıyor, bütün prosedürleri tamamlanmış grev girişimleri daha ilan edilmeden iktidar tarafından yasaklanıyor. Sınıf dayanışması çökertildi. En küçük hak arama girişimleri daha başlamadan gazla, copla, tazyikli suyla, keyfi gözaltılarla bastırılıyor. Son otuz yıla damgasını vuran kitlesel hareketliliği bir elin parmaklarının sayısıyla bile ifade etmek mümkün. 1990-91 Zonguldak maden işçilerinin Ankara’ya kitlesel yürüyüşleri, Susurluk’taki kazadan sonra derin devlete karşı yapılan bir dakika karanlık eylemleri, özelleştirme karşıtı eylemler, Tekel işçilerinin direnişi,  Hrant Dink cenazesi kitleselliği, tabii ki tarihimizde çok özel bir yer işgal edecek gezi direnişi ve Kürt siyasi hareketinin kitleselliği tartışılmaz yükselişi…Bu kitlesel hareketlilikler de bir süreklilik arzetmeden kendi konjonktürlerinin özgün çıkışları olarak kaldılar.
Bütün bunları sıkıcı olmak pahasına aktarmamın nedeni, bildiğim, inandığım, tanığı olduğum bir gerçeği özellikle vurgulamak içindi. Sosyal uyanışla, kitlesel hak arayış eylemleriyle, ezilenlerin mağdurların, baskı altında olan sınıfların ve toplumsal kesimlerin toplu direnişiyle desteklenmeyen özgürlük ve demokrasi mücadelesi hakim sınıfların kendi aralarındaki hesaplaşmalarının girdabında ve düzen payandası siyasi koridorların, kulislerin mahfillerin çıkmazında kaybolmaya mahkumdur.

MUHALEFET ALANI…
Kuşkusuz %50’yi bulan-ya da geçen- ‘hayır’ tepkisi çok önemlidir. En azından saray iktidarına korku dolu anlar yaşatmıştır. Ve şimdi onlar pabucun pahalı olduğunu görmüşlerdir. Ve şapkalarını önlerine koyup yeni stratejik-taktik tedbirler ve kararlar almaya zorunlu kılınmışlardır. Ancak %50’lik bu tepkiden bir birlikte hareket eden, koordine, politik bir merkeze sahip ‘cephe’ yaratmaya çalışmak gerçeği bükmek olarak görünüyor.
En büyük kısıt, tabii ki en kritik anlarda depreşen süreci akamete uğratan CHP devletçiliği… Varsayılan ya da oluşturulması düşünülen bu cephenin doğal olarak en büyük bileşeni olacak olan-olmak isteyip istememesinden bağımsız olarak- CHP’nin yeni hayal kırıklıkları üretecek provokatif çıkışlar yapması ihtimali, olumlu bir rol oynaması ihtimalinden çok daha kuvvetlidir. Maalesef tarihsel koşullar öyle ya da böyle %25’lik bir seçmen desteğine sahip ana muhalefet partisine kendisinin doğasına uygun olmayan bir görev yüklemiş görünüyor. Fakat aşağıdan yukarıya bir kitlesel desteğin olmadığı koşullarda ne CHP’nin dönüşmesi, ne de onun dışında ve ona rağmen bir alternatif itiraz kitleselliğinin oluşması mümkün görünüyor.
CHP açısından ikinci ve en önemli kısıt Kürt sorunu karşısında ve bu tutumun bir uzantısı olarak Kürt siyasi hereketiyle ve onunla ilgili oluşumlar karşısında iktidarla-daha doğrusu devlet çizgisiyle- nüans düzeyinde bile farklılıklara sahip olmamasıdır. CHP’nin, HDP ile ve Kürt siyasetiyle bırakın mesafeli yaklaşımlarını, her vesileyle mesafeyi ve düşmanlıkları büyütmeye çalışan bir çizgi izlemesi demokratik mücadele açısından ciddi bir handikaptır. Oysa bir-iki yıldır yaşadığımız gelişmeler ve en son 7 Haziran gösteriyor ki, CHP açısından HDP ile dirsek temasına girmeden, ayrıca Kürt sorunu konusundaki geleneksel çizgisini değiştirmeden saray iktidarına karşı mücadelenin başarıya ulaşması mümkün değildir. HDP ve temsil ettikleri bu anlamda anahtardır.
Bilmiyorum; MHP muhaliflerinin ‘hayırcı’ birikimleri ‘cephe’ yaratma çabaları açısından ayrıca analiz etmeyi gerektirir mi? Ancak yeri gelmişken altını ısrarla çizerek belirtmek gerekir ki, MHP’nin hayırcı tabanıyla ve daha da önemlisi AKP’nin ‘evetçi’ kitlesiyle temas noktaları ve dili oluşturulmadan başarı beklemek de mümkün değildir.
Saray daha 7 Haziran’da HDP’nin iktidarının geleceği açısından ne kadar büyük bir tehlike olduğunu anlamıştı. İronik bir şekilde söylersek HDP dışındaki sosyalistler, HDP konusunda tereddütler yaşarken saray anlamıştı durumun vehametini. Onun için gelinen noktada, eşbaşkanlar dahil 10 milletvekili hapiste, belediyeler kayyım altında, binlerce aktivist hapishanede, seçmen yoğunluğu olan iil, ilçe ve mahalleler yerle yeksan… Bu nedenle HDP’nin eli kolu bağlanıyor, etkisizleştirilmeye ve itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. HDP açısından önemli kısıt budur. İkinci kısıt ise hala geniş seçmen kitlelerinde bir Kürt partisi olarak algılanmasının önemli bir yaygınlık göstermesidir.
Bütün bu saydığımız kısıtlara ve iktidar kaynaklı zorbalıklara rağmen ‘hayır’ birikimi muhalif siyasi partileri, STK’ları, sivil–demokratik birikimleriyle ve inisiyatifleriyle göz kamaştırıcı bir kampanya yürüttüler. Başta kolu kanadı kırık olmasına rağmen HDP, Haziran hareketinin bütün bileşenleri, sendikalar, meslek odaları, Demokrasi için Birlik Grubu, ‘Hayır ve Ötesi’ ve sosyalist oluşumlar, bu aidiyetlerin kadın ve erkekleri, gençleri ve yaşlıları ve tüm gönüllüler, demokrat yurttaşlar olmak üzere. Ha keza CHP gençleri, kimi CHP vekilleri ve teşkilatları. Bu kampanyada özellikle akademisyenlerin, kadınların ve gençlerin coşkusu, çalışkanlığı, fedakarlığı gelecek açısından demokrasi güçlerine umut veriyor.
Yeni rejim inşasının muktedirleri her alanda, her cephede, topyekün, demokratik inisiyatifleri oluşumları, kişileri ezmeye, kürsüleri ve toplumun nefes alma borularını tahrip etmeye çalışıyor. Bu topyekün saldırılar karşısında bütün alanlarda demokratik-kitlesel meşruiyete dayalı bir topyekün direniş ihtiyacı vardır. Ne mücadeleyi 2019’a ertelemeye ve uygun CB adayı bulmaya endeksleme lüksümüz var, ne de parlamentonun, siyasi kulis ve mahfillerin çıkmaz sokaklarına. Yurttaşlarımızın bulunduğu her yer demokratik topyekün direniş alanlarıdır.   
Her şeye rağmen 60’lı-70’li yılların özgürleştirici rüzgarını bu ülkenin  sokaklarında ve meydanlarında hissettik.. Ve bu ülke de derinlerde bir yerlerde çağlayan devasa bir yer altı nehri var. Nereden mi biliyoruz? Kritik dönemlerde büyük bir coşkuyla bu ülkenin meydanlarında ve sokaklarında uç vermesinden ve günlerce sokakları, meydanları işgal etmesinden.

8 Mayıs 2017 Pazartesi

MUCİZELER Mİ, GERÇEKLER Mİ? (1)


Referandum sonuçları ve referandum ertesi gelişmeler, iktidar muhalifi demokratik- siyasi aktörlerin şapkayı önlerine koyarak yeniden düşünmelerini ve ortaya çıkan durumu analiz ederek yeni çıkış yolları aramalarını zorunlu kılıyor. Böylesi zorlu koşulların ‘gerçeği bütün ayrıntılarıyla’ ortaya koymak ve gerçeklikten korkmama/kopmama zorunluluğu doğurduğu açıktır. Hem iktidar sahipleri ve onları öyle ya da böyle 15 yıldır iktidarda tutan etkenler, hem de muhalif demokratik-siyasi güçleri belirleyen koşullar açısından. ‘Aslında biz kazandık’ şeklinde özetlenebilecek ve mezarlıktan geçerken ıslık çalma şeklindeki subjektif algılara kapılmadan. Bize lazım olan sadece ve sadece gerçeklerdir.  Artık bir an önce bir nefes alma ihtiyacı içinde olan, yaşam alanlarımızın oksijenini hızla emen  diktatoryal inşa sürecinin sekteye uğratılmasını bekleyen, umut eden milyonların varlığını bilerek söylüyorum; orta da sihirli bir değnek yoktur. Mucize beklenmemelidir. Demokrasi mücadelesinin başarı kazanması daha uzun ve meşakkatli bir süreci zorunlu kılmaktadır.

İKTİDAR ALANI
Saray/AKP iktidarı 15. yılında bile hiçbir cumhuriyet hükümetine nasip olmayan bir seçmen desteğine sahip.  Ne tek parti döneminin CHP’si, ne DP, ne AP, ne Ecevit CHP’si bu kadar uzun süreli ve ülke nüfusunun yarısını kapsayan bir kitle desteğine mazhar olabildiler. Bu durum, oldukça uzun bir parlamenter siyaset geleneğine sahip ülkemiz için ilk defa rastlanan özgün bir durumdur. %34’le, 2002 yılında çıkılan iktidar yolculuğu, %40’ın altına hiç düşmeyen ve gelinen noktada hala %50’ler civarında seyreden bir seçmen desteğine sahiptir. Bu gerçeklik-büyük bir kitle desteği- ne uluslar arası siyasi aktörler, ne de ülke içi-özellikle- siyasi aktörler tarafından  ihmal edilebilir. İktidar muhalifi-siyaset yelpazesinin hangi kanadından olursa olsun- iddia sahibi her oluşum öncelikle bu gerçeği sindirmek zorundadır.
İster sonuçları etkileyecek ölçüde olan ‘hayır’ oylarının YSK tarafından çalındığını ya da tersini düşünelim;  öyle ya da böyle saray iktidarı yine kazanmıştır ve özgüven tazeleyerek tahripkar yolculuğuna devam etmektedir. Başka bir deyişle otokrasiye yönelik muhalefet çok önemli olan ve kapının eşiğine kadar gelen psikolojik üstünlüğü ele geçirme fırsatını kaçırmıştır. ‘Psikolojik üstünlük’ özellikle kullandığım bir tanımlama. Demek istiyorum ki, ‘hayır’ oyları kazanmış olsaydı bile iktidar değişmeyecekti. Ancak ‘hayır’ kazansaydı iktidar ciddi bir yara alacak ve ‘hayır’ daha sonraki bir çok pozitif gelişmeyi tetikleyecek bir rol oynayacaktı. Bu fırsat şimdilik kaçmıştır. İktidar, islamı bir tür zihinleri iğdiş edici ideolojik enstrüman olarak kullanarak yeni bir rejim ve devlet inşası faaliyetlerine devam etmektedir. Yukarıda tasvir ettiğimiz durumu mercek altına alıp iktidarı, onun zihniyet dünyasını, yöntemlerini ve sahip olduğu kitlesel desteğin unsurlarını daha ayrıntılı analiz etmek  gerekiyor.
Öncelikle kitlesel desteğin toplumsal dikey bir yarılmadan beslendiği gerçeğini altını çizerek bir yere kaydetmek gerekiyor. Şüphesiz her otokratik iktidar böyle bir yarılmadan beslenir. Bu anlamda yaşadığımız olgu atipik değildir. Atipik olan olsa olsa, bu dikey yarılmayı yeniden yeniden üretebilme ve bu kadar zamandır sürdürebilme kapasitesine sahip bir iktidar yapısıyla karşı karşıya olduğumuz gerçeğidir. Bu dikey yarılma iktidara toplumun yarısının desteğini alarak hegemonyasını sürdürme imkanı sağlamaktadır. İktidar sahipleri bu dikey yarılmayı koruyarak, konsolide etmeyi başararak yeni rejim inşası yolculuğuna devam etmektedir. Üstelik bu destek toplumun görece yoksul ve kırsal bölgelerinde daha da artmaktadır. Önemli ve pozitif bir gelişme olarak ‘hayır’ oylarının kazandığı büyük kentlerin  görece yoksul varoşlarında da ‘iktidara onay tercihi’ hakimdir.
İkinci olarak; iktidarın köklü bir reel politiker zihniyet dünyasına sahip olduğu ve bu anlamda sahip olduğu tek prensibin ‘ne pahasına olursa olsun ve hangi araçlarla olursa olsun iktidarda kalmak’ olduğu söylenebilir. Müthiş bir kıvraklıkla ve kısa süreler içerisinde 180 derecelik politika değişikliklerine gidebilmekte, her fiyaskoyu başka alanlara yönelerek  ve ideolojik müktesabatını kullanarak az zararla atlatmayı becerebilmekte, bozulan ittifakları yenileriyle ikame edebilmektedir. Bu reel politiker kıvraklığın ‘yumuşak geçiş’ çözümlerine imkan vermeyen bir temeli olduğunu da görmek gerekiyor. 15 yıllık iktidar uygulamaları iktidar sahipleri açısından manevra alanlarını ve yumuşak geçiş imkanlarını tüketmiş, onlar için iktidardan düşmenin bedellerini ziyadesiyle tahammül edilemez hale getirmiştir.
Üçüncü olarak; iktidar kendisini hiçbir ahlaki, siyasi, hukuki ve hatta kanuni bir normla bağlı görmemektedir. İktidarda kalmak uğruna ülkenin üçüncü siyasi partisinin eş başkanları da dahil 10 milletvekilini, yüzlerce aktivistini hapse atmakta, 100’e yakın belediyeye ve büyük işletmelere kayyım atamakta, yüzlerce ulusal yerel medya organını, stk’yı mühürlemekte bir beis görmemektedir. Kuşkusuz en etkili muhalif gazetenin yöneticilerini, köşe yazarlarını ve 150 gazeteciyi hapse atma pervasızlığını da özellikle vurgulamak gerekiyor. Devlet asker, sivil ve emniyet bürokrasisiyle eşi görülmedik bir tasfiye sonucu sil baştan yeniden inşa edilmektedir. Ha keza ülke yargısı, eğitim kurumları ve tabii ki akademi dünyası… Ayrıca basına yansıdığı kadarıyla ve çeşitli(!) durumlarda kullanılması ihtiyacına paralel olarak yarı legal sokak güçleri örgütlenmektedir.
Polis-askeri özel harekat ve kolluk güçleri kendilerini hukuk ve hatta kanunlarla bağlı görmemektedir. Kendilerine bir çok örnekte olduğu gibi bu cürümlerin sonuçlarından zarar görmeyecekleri güvencesi verilmektedir.
Dördüncü olarak; emperyal güç odaklarının yeniden saflaşmalarının ve uluslar arası güç çatışmalarının  yeni bir boyut kazanmasının da iktidar sahiplerine çeşitli manevra imkanları tanıdığını söyleyebiliriz. Rusya Suriye müdahalesiyle, duvarın yıkılmasından sonraki etkisiz eleman durumundan kurtulmuş ve hegemonya çatışmaları ortamına bütün haşmetiyle yeniden dahil olmuştur. Ha keza Çin, Pasifiğe odaklanan çatışmanın en önemli unsurlarından biri olarak Asya’dan Afrika’ya askeri gücünü de büyüterek yayılmaktadır. ABD Trump’la hegemonya mücadelesinde Obama iktidarına kıyasla daha aktif ve sert bir tavır izlemeye hazır görünmektedir. AB kendi iç sorunlarıyla boğuşmakta, birleşik, müdahil bir güç olarak kalabileceği konusunda tereddütler yaşamaktadır. Bu kaotik ve hareketli ortam, en sıcak çatışmaların hüküm sürdüğü bölgenin hemen dibinde bulunan ülkemizin iktidarına da çeşitli hegemon güçler arasında salınan, birini diğerine karşı kullanabildiği bir politik esneklik(!) imkanı tanımaktadır.
Son olarak; iktidarın uluslar arası arenada demokratik kaygıların epeyi azaldığı, hemen irili ufaklı bir çok ülkede demokrasi dalgasının hızla geri çekildiği bir ortamda icrayı sanat eylediği gerçeğini de belirtmek gerekiyor. . .

MUHALEFET ALANI
Bu konuyu değerlendirmeyi ikinci bir yazıya bırakmakla birlikte, bu alana ilişkin birkaç soru ortaya atarak bu yazıyı noktalamak istiyorum.
-%48.5’luk ‘hayır’ potansiyelini bir ‘cephe’ olarak değerlendirmek mümkün müdür? Başka bir ifade ile bu potansiyeli asgari bir demokratik program-kaçınılamaz bir şekilde Kürt sorunu da dahil olmak üzere- etrafında birleştirmek mümkün müdür?
-Alttan gelen kitlesel hak arayış mücadeleleri ve sosyal uyanış olmadan demokratik süreçlerin sıçrama yapması ne ölçüde mümkün olabilir?
-‘Hayır’ birikiminin olmazsa olmaz ve en büyük bileşeni olan CHP’nin zorlu demokratik mücadelenin kendi payına düşen kısmını omuzlayabilmesi ne ölçüde mümkündür? Eğer değilse CHP’nin demokratik süreçleri sekteye uğratan tutumları nasıl ve hangi güçlerle aşılabilecektir?
-İktidarın bütün cephelere güç yığma ve bütün cephelerde topyekün demokratik süreçleri daha başından tahrip etme girişimleri hangi güçler ve taktik süreçlerle engellenebilir?
-HDP başta olmak üzere radikal demokrasi güçlerinin ya da sosyalist oluşumların bu zorlu mücadelelerin yükünü omuzlayacak potansiyeli var mıdır?
...vs.

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...