11 Aralık 2020 Cuma

‘erkek’ GECİKMEDİ, HEMEN SAHNE ALDI!

 


‘erkeklik’ ne kadar ‘iyi’ kategorisinde sınıflandırılırsak sınıflandırılalım-özelliklebu kategoriye mensup erkeklerde-  bir yerlerimizden fışkırıveriyor.

Bir dakika kardeşim ifşa mifşa iyi de, bize sordun mu? Kimi ifşa edebilirsin, neyi ifşa edebilirsin, ne zaman ifşa edebilirsin, ifşa ettin de karşı tarafta yaratacağı sorunları, duygu durumlarını, nelerle karşı karşıya kalabileceklerini hesaba kattın mı, adam karısı çocukları karşısında, işvereni karşısında ne duruma düşecek biliyor musun, adamı işsiz bırakmak mı amacın? Adam flört ediyor, kur yapıyor olamaz mı? Bak adam ne kıymetli adam eserler vermiş, üretiyor. Yetinmiyoruz, hüküm veriyoruz; bu senin yaptığın linçtir. Eline idam ipini almışsın, olur mu?

Kadının sözünü kaptık mı? Kapabildik. Sahneyi kaptık. Ayar veriyoruz. Kadın neler yaşamış onca sene, ne tür travmatik sonuçlar, ne tür ruh halleri yaşamış, umurumuzda mı! Bu saldırganlık işini, kariyerini, insanlarla, partneriyle, çocuklarıyla ilişkilerini nasıl etkilemiş umurumuzda mı! Hem nereden bileceğiz cinsel tasallut karşısında kendini banyoya kilitlemek zorunda kalmanın ne demek olduğunu, nereden bileceğiz telefonumuza birbiri peşi sıra düşen taciz mesajlarının yarattığı etkiyi!

Biz cinsel tasallut karşısında kendimizi banyoya kapatmak zorunda kalmadık ki. Otobüste, işyerinde, orada burada bacaklarımıza, kalçamıza ellenilmedi ki. İşyerinde terfi almanın neleri gerektirdiğini  kadınlar kadar ve onlar gibi deneyimledik mi! Hayır. Ve dolayısıyla bu maruz kalınan saldırganlığı ifşa etmenin ne kadar zor olduğu konusunda en ufak bir fikrimiz yok ki.

Meydanlarda toplanıyorsun, patriarkaya karşı çıkıyorsun, sloganlar, pankartlar, internet sitelerin var. Tamam. Ama bu işi şahsileştirmek de nedir! Adam seni beğenmiş, senden hoşlanmış, bunu da ifade etmiş olamaz mı? Hem bugüne kadar neredeydin?

Bak gördün mü, yayınevleri, meslek örgütleri hemen tutum alıp tavır koydular. Bu koşullarda adam yazamazsa, çizemezse, yontamazsa, film çekemezse ne olacak? Nelerden mahrum kalacağız, düşündün mü?

‘O kadar da değil sen de abarttın mı’ diyorsunuz. Hiç öyle değil. Olsa olsa son günlerde taciz ifşalarına ve kadın isyanına karşı özellikle ve çoğunlukla erkeklerin tepkilerinin perde arkasına sızmış olabilirim, ancak. Erkek histerik bir şekilde kadın tepkilerinin, isyanının bile belirleyicisi olma konumundan taviz vermiyor. Böyle bir ihtimal belirdiğinde erkeklik zaptedilemez hale geliyor. Ve önce inceden inceden, sonra bilindik ayar verme aşamasına geçiliyor.

Sanıyor musunuz ki, bu tepkiler, ‘yahu bu adamların eserleriyle kişiliklerini ayırt etmemiz gerekmez mi’ şeklinde anlamlı olabilecek bir tartışmayı hedefliyor. Ya da bu ifşaatlar adama yeniden kendini sağaltıp dönüştürebilmesine imkan verecek bir açık kapı bırakma düzeyinde kalmalı gibi bir iyi niyet taşıyor. Hayır, erkek erkekliğini yapıyor ve kadınlara sınır çizmeye çalışıyor. Ama boşa çaba! Kadın isyanı ve bilinci artık öyle bir aşamadaki, bu ayar verme, sınır çizme çabaları etki etmiyor.

Görünen o ki ve her gün bunu yeniden ve yeniden deneyimliyoruz ki, ‘erkekliğimizle’ baş etme, ondan özgürleşme çabası daha işin başında ve zor. Belli ki, önce dinlemeyi bilmek, anlamaya çalışmak empati yapma yetisi kazanmak gibi oldukça geri(!) bir noktadan işe başlamak zorundayız, biz erkekler. Erkeklik krizde. Kadın isyanı ve kitleselleşmesi karşısında afallamış durumda. Korunma refleksi gösteriyor, erkekliğin en ilkel biçimleriyle. Bu yol yol değil, kendimize dönmeli ve acilen erkekliğimizi masaya yatırmalıyız. Yoksa başımız belada, emin olun.

9 Aralık 2020 Çarşamba

H. A. TOPTAŞ ve ZAVALLI ‘erkekliğimiz’!



 

Köklü bir geçmişe ve artık kitleselliğe sahip kadın hareketi epeydir, bize, bir çoğumuza ’kadının beyanı esastır’ ilkesini benimsetmişti. Bu yüzden çoksatar yazar Hasan Ali Toptaş’ın seri taciz girişimlerini duyunca ‘acaba mı’ demedim. Nitekim kendisi de kamuya açık bir özür dileğinde bulununca iddiaların doğruluğu anlaşıldı.

Birkaç yıl önce Holywood’da ünlü sanatçıların uğradığı tacizlerin ‘meetoo’ hareketiyle açığa çıkması ve sonraki yıllarda bir çok ünlü yazar, çizer, yapımcı ve oyuncunun da taciz/tecavüz iddialarıyla ifşa edilmesi faili ‘erkek’ olan saldırganlığın boyutlarını göz önüne sererek bu suçun evrenselliğinin karinesi olmuştu. Aslında bu tür taciz/tecavüz/istismar suçlarının görünür hale gelmesinin oldukça eskiye dayanan bir geçmişi var. Hatırlayınız Woody Allen, Micheal Jackson, Pablo Neruda, Bernardo Bertolucci… gibi şahsiyetlerin göbeğinde olduğu benzer suçları, olayları, açılan davaları…

Görünen görünmeyen yüzüyle taciz/tecavüz suçları belli ki devasa bir buzdağı. Kimi ünlü erkeklerin bu saldırganlığın göbeğinde yer almış olması dolayısıyla, onların şahsında, biz bu suçun ‘devenin kulağı bile olamayan’ boyutlarıyla yüzleşiyoruz uzunca bir süredir. Gerisi, maalesef gazetelerin 3. sayfalarında, internet sitelerinin ilgili sayfalarında. Yan komşumuzda, mahallemizde, şehrimizde. Hele bu ‘yalnız ve güzel ülke’de yaşadıklarımız artık saçlarımızı diken diken eden, tüylerimizi ürperten bir aşamaya sıçramış durumda. Gün geçmiyor ki kadına yönelik vahşi bir cinayet/tecavüz, çocuk istismarı vakalarıyla yüzleşmeyelim.

Erkek sultasının/egemenliğinin çağlar boyu aslında bütün verili eşitsiz sistemlerin ortak gerçeği olduğu tarihe adım attığımızda şimdi suratımıza çarpan gerçekliğin oluşturduğu bu korkunç manzara pek de şaşırtıcı görünmüyor. Meğerse ‘erkeklik’ hep böyle imiş. Ve biz, kimi iyi(?) erkekler de tarih boyunca failliğimizi/erkekliğimizi sorgulamayarak, tavır almayarak, tam tersine yeniden ve yeniden üreterek bu sürecin sonraki nesillere aktarılmasının vebalini de boynumuzda taşıyoruz.

Ünlü erkeklerin faili olduğu bu saldırganlığın ortaya çıkardığı bir başka gerçek daha var; iyi de bu ünlülerin yarattığı ve bir çoğu insanlığın kültür hazinesine katkı düzeyinde olan eserleri karşısında ne tutum alacağız? Binbir türlü insanlık hallerini büyük bir duyarlılıkla tasvir etmiş, bu eserleriyle bizi mestetmiş, hayatımızı değiştirmiş, gönül tellerimizi titretmiş bu eserleri artık nereye koyacağız? Kimimiz, bu ‘erkeklik’ suçuyla malül faillerin saldırganlığıyla yüzleşince eserlerine de yabancılaştık, doğrudur. Ama görünen o ki, bu ünlülerin bir çoğu ‘tahtından’ indirilebilmiş değil. Hala çok seyrediliyorlar, çok satıyorlar, çok izleniyorlar. Unutulup giden-üstelik çok da uzun olmayan bir süreçte- işledikleri ‘erkeklik’ suçları oluyor. Eserleri yaratımları değil. Yine sergi salonları, yayınevleri, sinemalar onlara-belki de eskisinden daha fazla- rağbet ediyor. Hatta çoğu yargılanmıyorlar bile, birkaç örnek dışında.

Peki bu erkek/ünlü faillerin eserleriyle cürümlerini birbirinden ayırma basiretini gösterebilir miyiz/göstermeli miyiz? Gerçekten bilmiyorum. Yaşadığımız gerçeklik o ki, tarih, ufak bir not düşüyor, görünmez mürekkeple kariyerlerinin yanına, ama o kadar. Bu da bir şey midir, evet bir şeydir. Peki yeter mi yetmez tabii ki. Bu cürümlerinin yaftalarını onların boyunlarına asanlar kimler; giderek karşı durulamaz boyutlarda bir genişlik ve etkililik kazanan kadın hareketi, belli ki. Bu soru ve soruya verilecek cevap bizi daha uzun bir süre meşgul edeceğe benzer.

Peki biz ‘erkekler’, çağlar boyunca nemalandığımız erkek sultasının sorgulanmasının neresindeyiz? Belli ki daha çook başındayız. Hem de çok. İyi ki kadın hareketi, LGBTİ+ hareketi var, demoklesin kılıcı gibi başımızın üstünde. Peki daha ne kadar onların arkasına sığınabiliriz? Ne zaman ‘bir adım geriye, daha geriye’ yönelmeyi becerebileceğiz? Ne zaman ‘kaybetmeyi göze alıp, erkekliğimizden özgürleşeceğiz? Biz erkeklerin önünde duran soru bu!

Cengizhan Güngör


14 Eylül 2020 Pazartesi

ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK, KANIKSAMA…

"... Kürtleri hariç tutarak konuşacak olursak, çekinerek dile getirebileceğim tahminim o ki, muhalif kitlenin üstelik görece etkili de olabilecek bir kısmı, giderek koyulaşacak diktatörlük altında da pekâlâ yaşayabileceğini seziyor. Ve bu sezgileri geçersiz değil…”

Ümit Kıvanç

Turgut Özal cumhurbaşkanı olduğunda-yaşı müsait olanlar hatırlayacaklardır- bir teğmen ‘alışmayacağız’ temalı bir mektup göndermişti, şahsına. O teğmen sonraki süreçte ‘alışmış mıydı’ bilmiyorum. Takip etmedim. Ancak biliyoruz ki aradan geçen 30/35 yılda bu coğrafyanın halkları olarak neleri gördük, alıştık, kanıksadık.

Akrepten, yılandan korkardım. Ta ki dağın başında bir köye taşınana kadar. Birkaç yıl yatmadan önce yatak çarşaflarını, giymeden önce terlikleri ve ayakkabıları ince bir titizlikle kontrol ettim. Karşılaştım bir çok kez bu mahlukatla, korktum, korkularım arttı. Ne zamana kadar biliyor musunuz? Duvardan kafama bir engerek düşene ve bir akrep sokana kadar. Şimdi artık hiçbir şeyi kontrol ettiğim yok, büyük ölçüde. İdrak ettim ki artık onlarla birlikte yaşamaya alışmak zorundayım ve korkunun ecele faydası yok.

Toplumsal süreçler de benzer şekilde işliyor galiba. Önceleri ‘hadi canım sende’ kayıtsızlığı, sonra ‘yok canım fazla uzun sürmez’ rahatlığı, mücadele, başarısızlık ya da kısmi başarıları kalıcı hale getirememe beceriksizliği ve süreç ilerleyip uzadıkça hayatını bir biçimde sürdürme zorunluluğuyla da birleşen bir kanıksama hali, bir bitkinlik çöküyor toplumun üzerine. Hele siz ve sizin gibi düşünen toplum kesimlerinin dışında bu değişikliği hararetle destekleyen hatırı sayılır yoğunlukta bir kesim varsa, bu kanıksama/alışma hali, intibak etme ve hayatını yeni koşullara göre tanzim etme hali daha da sakınılamaz bir hale geliyor.

Evet “…muhalif kitlenin üstelik görece etkili de olabilecek bir kısmı, giderek koyulaşacak diktatörlük altında da pekâlâ yaşayabileceğini seziyor…” yaşadığımız süreç ancak böyle isabetli bir şekilde tanımlanabilirdi.

Peki bu noktaya muktedirlerin çok güçlü, çok başarılı olmaları, yenilemez olmaları yüzünden mi geldik? Bence hayır, geride bıraktığımız 18 yıl, muhalif kitlelerin ve onların yapılanmalarının zaafları ve genetik problemleriyle de birleşerek yaşanan diyalektik bir süreçti. Gerçi 18 yılın egemenleri arkalarına geçmiş dönemlerin bütün kokuşmuşluklarının yarattığı öfkeyi ve tepkileri alarak güçlü bir toplumsal dalganın üzerine binmişlerdi ancak, yine de muhalif yapılanmaların etkisizliği, zaafları olmasaydı, kimi başarılar yaşansa bile bunları sürdürme ve yaşatma da, kalıcılaştırmada zaafa düşülmeseydi, şimdi başka şeyler konuşuyor olabilirdik.

Şimdi başka bir düzlemdeyiz. Faşist bir koalisyon haline dönüşen ve üstelik küçümsenemeyecek bir seçmen desteğini de-bunca zamandan sonra bile sürdürmeyi başaran- bir iktidarla karşı karşıyayız. Muhalefetin ‘millet ittifakı’ kısmı daha nasıl bir politik zeminde birleştiklerini ne vaad ettiklerini topluma açıklayabilmiş değil. HDP tam saha pres köşeye sıkıştırılmış durumda ve çok ilginçtir, millet ittifakı bileşenleri bu durumdan ‘haz’ alıyormuş gibi. Diğer muhalif kesimler etkisiz. Ve daha da önemlisi muhalif toplum kesimlerinin önemli bir kesimi çaresizlik içerisinde bu koşullara rağmen nasıl hayatını idame ettirebileceğinin derdine düşmüş durumda. Toplumsal kesimlerin anlamlı bir kesimi durumdan rahatsız değil, büyük bir kısmı boğazına kadar sıkıntı içerisinde olsa bile çaresizlik içinde tepkisiz. Ana muhalefet(!) iktidarın kuyruğunda. KANIKSIYORUZ; ALIŞIYORUZ. Doğru mudur bilmem; kurbağayı kaynar suyun içerisine atarsanız zıplar kaçarmış, yok soğuk suya atıp suyu yavaş yavaş kaynama ısısına getirirseniz farkına varmaz, haşlanırmış. Durumumuz biraz böyle değil mi?

Görünen o ki, daha uzunca bir süre, giderek gericileşen ve faşistleşen bu iktidar, varolan milli(!) hassasiyetleri harlandırarak, olmayanları yaratarak Ayasofya’yı Kariye’yi yedekleyerek iktidarını koruyabilecek. Bu son derece tehlikeli ve maceracı dış politikanın maalesef bu coğrafyanın halkları için felaketle sonuçlanması ve bu sürecin önünü kesmesi muhtemel. O koşullarda da nasıl bir iktidar olgusuyla karşı karşıya kalacağımız meçhul.

Söylenenleri karamsarlık, iyimserlik; umut, umutsuzluk kavramları bağlamında tartışmanın bir yararı olmadığını düşünüyorum. Zaten siyaset alanı da bu kavramlarla yapılandırılabilecek bir alan değil, kanımca ihtiyaç GERÇEĞİ saptamak. Gerçek ne kadar isabetle tespit edilebilirse, neler yapılabileceği de ondan sonra açığa kavuşur.

Ümit Kıvanç’ın yazısını(Yanlış Teşhis, Tehlikeli Akrabalık)

GZT: DUVAR okuyunuz.

Cengizhan Güngör

4 Mayıs 2020 Pazartesi

AHMET ŞIK’IN İSTİFASI ve HDP


Cengizhan Güngör

AHMET ŞIK’ın istifasının HDP’nin sorunlarının daha geniş kesimler tarafından tartışılır/izlenir hale gelmiş olması açısından bir önemi var. Yoksa Şık bildiğimiz, tanıdığımız Şık. Yine HDP sürecine kadar ‘tek kişilik’ verdiği demokrasi kavgasına devam edecektir, herhalde. En azından bunun aksini gösteren hiçbir işaret yoktur. Önemli olan da budur. O anlamda isimli isimsiz birçok insan gibi Şık, hala HDP’lidir. Hal böyleyken Şık’ın istifasının ardından özellikle bir kısım HDP’linin verip veriştirmesi 'nankörlükle' suçlaması yersizdir. Şimdi yapılması gereken, HDP açısından, A. Şık istifasından çok önceleri görünür hale gelen temel sorunların masaya yatırılması zorunluluğudur. Önemli olan ve acil olan budur.

Belli ki bu sorunların en önemlisi partinin siyaset üretememesidir, siyaseten tıkanmışlığıdır. Uzunca bir süredir HDP, ‘tepki siyaseti’ sürdürmekte, iktidar alanı tarafından belirlenen gündemin içerisinde çırpınmaktadır. Fiziksel olarak da iktidarın/sistemin belirlediği alanlara sıkışmışlıkta ifadesini bulan bir çıkışsızlık içindedir.  En önemli siyaset alanlarından biri olan meclis, iktidar tarafından adım adım bir kenar süsü haline getirilmiştir ve maalesef HDP’de bu platformda vitrin tamamlayıcısı bir rolden kendini kurtaramamaktadır. Hiçbir sonuç üretmeyen, etki yaratmayan kürsü konuşmaları ve sözüm ona bakanlara yöneltilen ‘sorular’ temelli siyaset tarzı hakim hale gelmiştir.

Denilebilir ki, üzerindeki eşi benzeri görülmedik rejim baskısı, itibarsızlaştırma, tecrit, binlerce -parti yöneticisi ve milletvekillerinden başlayarak- kadronun hapislere doldurulması rejimin istediği sonucu vermiş ve parti bir çıkışsızlığa mahkum edilmiştir. Parti liderliği bu çıkışsızlığı sona erdirecek ve yeniden oyunun kuralları ve gündem belirlemede etkili hale gelinebilecek yolları yaratamamaktadır. Özetle parti yönetimi siyaseti topluma taşıyabilecek kanalları yaratabilmekte ve proaktif bir siyaset tarzı oluşturmakta ciddi bir sıkıntı yaşamaktadır.

Öte yandan kuruluş dönemi ölçeğinde bir pratik anlam ifade etmiş olan ve partinin iç işleyişini belirleyen ‘bileşenler hukuku’; artık bu ölçekte-kitlelere ve demokratik kamuoyuna malolmuş bir partinin- işleyişinin önünde ayak bağı haline geldi. Artık programında ifadesini bulan anlayışa uygun olarak şeffaf, demokratik aşağıdan yukarıya bir parti işleyişinin inşası için harekete geçme, bileşenlerle bu konuda bir demokratik mutabakat oluşturma çabası içine girmek gerekmiyor mu? Oligarşik rejime karşı güçlü bir demokrasi dalgasının ve barış talebinin üzerinde vücut bulmuş bu partinin verili iç işleyişinin yarattığı sorunların üzerine eğilmesinin zamanı geldi geçiyor.

Bu konuda en temel sorumluluk, partinin kuruluş motivasyonunu oluşturan Kürt siyasi hareketinin omuzlarındadır. Bu zorlu ve yeni döneme uygun bir yapısal dönüşüm için, salt HDP'nin esenliği ve güçlendirilmesi için yürütülecek çalışmaya aktif ve ön koşulsuz katılmalıdır.

Bunları söylemek kolay kuşkusuz. Özellikle dünya çapında radikal sağ rejimlerin güçlendiği, aynı ölçekte ciddi bir ekonomik buhranın kapıda olduğu, bölgesel çaptaki savaşlarda ifadesini bulan rekabetin bir dünya savaşı ihtimalini konuşulur hale getirdiği, toplumsal mücadelelerin dibe vurduğu şeklinde genel kabul gören tasvirlerin dillendirildiği koşullarda.

Ama siyaset zaten ‘imkansızı mümkün hale getirme’ çabası değil midir?

Kaldı ki yeni rejimin ittifakının ana unsurlarının siyaseten eriyor olmaları ve ciddi bir krizin içinde olmaları, kendilerini bu tarzda yeniden üretemiyor olmaları demokrasi güçlerinin avantajlarına işaret etmektedir. Eğer demokrasi güçleri başka türlü bir varlık inşa edemezlerse, rejim demokrasiden arta kalan kırıntıları da tasfiye ederek kendisine yeni bir yol açacaktır.

Bu sorunlarda aşama katedilemezse HDP’yi bekleyen; CHP merkezli bir ittifakın peşinden sürüklenme, ‘çözüm süreci’ beklentisi/ham hayali peşinde giderek erime ve ‘bileşenlerine’ ayrışma tehlikesidir.

22 Ocak 2020 Çarşamba

MÜTEVAZI BİR DENEYİM: Datça Kültür Sanat Dayanışması(DKSD)


Hayal ediniz, bir ‘yapılanma’ var; başkanı yok, yöneticileri yok, kalın sınırlarla çerçevelenmiş kurulları yok, disiplin kurulu hiç yok. Bir kaç paragraflık bir ‘temel metin’ dışında programı ve ‘üç toplantıya gelmeyen..’ diye maddeler içeren tüzüğü yok. Seçim yok, oylama yok, üye yok, delege yok, aidat yok.

Hatta tabelasını asacağı, toplanacağı bir mekanı yok. Kah sokakta, kah dost mekanlarda toplantılarını yapıyorlar. Toplantıları isteyen herkese açık, varolduğu kadarıyla kurulları da dahil… İsteyen herkes isterse bir toplantıya katılabiliyor, isterse arzu ettiği kurulun sürekli gönüllü katılımcısı oluyor.

Herhangi bir geliri yok. Etkinlikleri ilkesel olarak parasız. İzleyenlerden kesinlikle ücret talep edilmiyor. Ve hatta etkinlik konuklarına da ilkesel olarak ücret verilmiyor.

Evet böyle bir ‘yapılanma’ var ve kendilerine inisiyatif ya da platform demeyi yeğliyorlar. Sihirli sözcükleri DAYANIŞMA/İMECE ve GÖNÜLLÜLÜK… Dayanışmanın ve gönüllüğün bütün engellerin üstesinden geleceğine, bütün kapıları açacağına inanarak yola çıkmışlar. KOORDİNASYONU sağlayan bir kurulları var, DANIŞTIKLARI Meclisleri. Elini taşın altına koymaya hazır bütün katılımcılara/gönüllülere ve gönüllere açık.

Bu inisiyatif üçüncü yaşının içinde. Şaşırdınız mı? Ve bu ‘inisiyatif’ sadece geçen yıl yüzlerce izleyicinin katıldığı bir festival ve 18 etkinlik düzenledi. Evet DATÇAKÜLTÜR VE SANAT DAYANIŞMASI(DKSD)’den bahsediyorum. Alçak gönüllü ve 25 bin nüfuslu bir küçük ilçenin, kültür sanat dünyasının- daha üçüncü yaşında- vazgeçilmezlerinden biri haline gelen DKSD’den. Şu sıralarda artık geleneksel hale gelen CAN YÜCEL Festivali’nin üçüncüsünün hazırlıkları ile meşguller.

İşte onlara yol gösteren temel metinleri:
“DKSD, Datça’da yaşayan kültür/sanat dünyasından bir grup insanın 2017 Kasım ayında bir araya gelerek oluşturduğu bir platformdur. Bu platformun oluşmasına önayak olan insanlar; büyük bir hızla artan Datça’ya yönelik göçün belirlediği demografik değişimin kültür/sanat alanında yaratmaya başladığı, ‘para kazanmanın’ belirleyici motivasyonunu oluşturduğu ve hızla derinleşeceği anlaşılan tahribata karşı bir tutum almak ve bu akıma karşı kalıcı bir odak yaratmak istiyorlardı.
DKSD gönüllüleri/kurucuları; özgürlükçü, sansürsüz, sermayenin ve iktidarın kültür/sanat dünyasındaki tahakkümüne karşı toplumsal sorumluluklarına vurgu yaparak yola çıktılar. Eleştirel düşünceyi ve sorgulayıcı değerleri ön plana alan dayanışma temelli bu platform, nitelikli sanat ve kültür etkinlikleri organize etmeyi/ desteklemeyi hedefliyordu.

İLKELER
-DKSD hiçbir siyasi örgüt, parti, kamu kurumları ve sermaye gruplarıyla organik bir ilişki içerisinde olmayacaktır.
-DKSD, hiyerarşik, sınırları kalın çizgilerle belirlenmiş geleneksel bir organizasyon yapısına sahip olmayacaktır. Her türlü fikri ve fiziki katılıma, gelişime açık; katılımcı ve özgür bireylerin oluşturduğu bir dayanışma platformudur. Toplantıları ve bütün çalışma grupları katılmak isteyen herkese açıktır.
-DKSD çalışmalarında etnik köken, dil, din, cinsiyet, mezhep ve ırk ayrımcılığını kesinlikle reddeder.
-DKSD etkinliklerine katılım ücretsiz olacaktır. DKSD etkinlik için çağırdığı sanatçı ve konuşmacılara herhangi bir ücret ödemeyecek, bu alanda da Datça halkı, esnafı ve sivil toplum örgütleriyle dayanışmayı esas alacaktır.
- DKSD evrensel kültür/sanat birikiminin bu alandaki yerel potansiyelle karşılıklı etkileşim içerisinde birbirini zenginleştirerek gelişmesinden yanadır. Kültür/sanat alanında varolan yerel birikimin, ‘tüket/kullan/at’ endeksli toplum yaratma çabalarının tehdidi karşısında korunması ve yarınlara taşınması gerektiğine inanır.
-Gerek yurtiçi, gerekse yurtdışı proje bazlı sponsorluk arayışları DKSD’nin temel ilkeleriyle çelişemez. Faaliyetlerinin içeriğine müdahale anlamı taşıyan hiçbir desteği kabul etmez. DKSD gönüllüleri ve yakınları bu proje bazlı desteklerden herhangi bir ücret karşılığı yararlanamaz, çıkar sağlayamaz.

HEDEFLER
-Datça’nın nitelikli bir kültür/sanat kenti olarak gelişmesi için bütün içten çabaları destekler. Çarpık turizm gelişmesinin, doğa tahribatının etkilerine karşı kültürel ve sanatsal barikatlar oluşturur.
-DATÇA’da yaşayan her disiplinden kültür insanı ve sanatçının kendisini toplu ya da bireysel olarak ürünleriyle ifade edebilmeleri için faaliyetler organize eder ve bu yöndeki inisiyatifleri destekler.
-Datça kent merkezi ve köylerinin birer kalıcı kültür/kütüphane/sergi salonları barındıran kültür ve sanat yerleşkelerine kavuşmalarını sağlamak için yürütülen çalışmalara destek olur, teşvik eder ve bu amaçla kamuoyu yaratır.
-Datça’da arkeoloji, etnografya ve çağdaş sanat müzelerinin kurulması için kamuoyu oluşturma çalışmaları sürdürür, varolan çabaları ve inisiyatifleri destekler.
-Datça’da yaşayan kültür/sanat alanındaki bireylerin çalışma grupları temelinde dayanışmalarını sağlamak için çaba harcar.

DKSD YAPILANMASI
-Yılda bir kez DKSD’ye ilgi duyan herkesin kısıtsız katılımıyla oluşan GENEL KATILIMCI TOPLANTISI. Bu oluşum DKSD çalışmalarının yıllık periyodlarda değerlendirildiği, eleştirildiği, stratejik hedeflerin tartışıldığı toplantıdır. Kamuoyuna açık çağrıyla toplanır.
-GENEL KATILIMCI TOPLANTISI kendi içinden gönüllülük esasına bağlı olarak, bir yıl için pratik yaşamı örmek üzere KOORDİNASYON KURULUNU(KK) oluşturur. KKurulu’nun sayı kısıtı yoktur. Asgari ayda bir kez toplanır. Önündeki organizasyonel görevlere bağlı olarak geçici ve kalıcı çalışma grupları kurar.
-Koordinasyon kurulu DKSD çalışmalarını zenginleştirmek, pratiğin boğucu etkisini  yok etmek ve yaratıcı derinliği artırmak üzere alanında uzman kültür insanları, sanatçı ve kanaat önderlerinden oluşan DANIŞMA MECLİSİ oluşturur.
-Kurumsal internet sayfalarını, mail grubunu ve ‘DKSD serbest kürsü’ facebook sayfasını yönlendirir.”

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...