22 Ocak 2015 Perşembe

Kim demiş AKP iktidarlarının bu memlekete hiçbir hayrı dokunmadı, diye!

Kim demiş AKP iktidarlarının bu memlekete hiçbir hayrı dokunmadı, diye!POLİTİKA
1,6
    
19.01.2015

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babaları 1923’de yeni devletin temellerini atarken önemli meşguliyet alanlarından biri de İslamın devletleştirilmesi oldu. Süreç içinde oluşturulan Diyanet İşleri Başkanlığı da dinin devletleştirilmesi  etabının kurumsal anlamda taçlandırılmasıydı. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, tarikatların yasaklanması sürecin önemli adımlarından.
‘Batılılaşma’ projesi, ‘Kılık Kıyafet Devrimi’-bu başlıkta şapka devriminden özel olarak söz etmek gerekir-, ‘Halifeliğin ilgası’, Osmanlı’dan radikal kopuş anlamına gelen tedbirler ve düzenlemeler daha sonraki neredeyse 80 yıllık sürece damgasını vuracak bir ‘yeni’ muhalefet alanının döl yatağını da oluşturdu.
Güçlü bir iktidar odağı olarak hep varolagelmiş geleneksel ve tarihi bölünmüşlüğüyle İslam, artık, yeni devletin nizamatı içinde yeralmak ve onun sultası ve çıkarları çerçevesinde yaşamını sürdürmek zorundaydı. İslami politik kadrolar bir taraftan yeni müesses nizamın ideolojik payandalarından biri olarak-azınlıkların tasfiyesi, Komünizmle Mücadele Dernekleri, sosyal uyanışın bastırılması- rollerini layıkıyla oynarken; diğer yandan iktidardan pay alma ve giderek iktidarı ele geçirme faaliyetlerini kendilerine ait yöntemlerle ısrarla sürdürdüler. Aksi de düşünülemezdi, çünkü İslam özü itibarıyla doğuşundan itibaren hep iktidarı hedefleyen bir dindi.
Yeni müesses nizam sahipleri de araçsallaştırılabilme potansiyeli dolayısıyla gerek İslami ideolojiye ve onun  politik kadrolarına kısmi olanaklar tanıdılar ve onlar için kimi alanlar yarattılar, daha doğru bir ifadeyle onların çeşitli iktidar alanları yaratmalarına göz yumdular. Özetle İslamı kendilerine ideolojik dayanak yapan kadrolar kimi zaman öne çıkarak, kimi zaman gerilere itilerek iktidar taleplerini ve organizasyonlarını ısrarla ve inatla sürdürdüler.
Cumhuriyet tarihi boyunca diğer bütün muhalif odakların yanında politik İslam da önemli bir damar olarak kendini var edebilmeyi başardı. Bu ‘denememiş’ iktidar seçeneği, asırlara dayanan İslam’ın ideolojik etkisini de arkasına alarak, müesses nizamın politik-ekonomik kurumlarının yapısal krizinin yarattığı elverişli koşullarda, zaman içinde güçlenen sermaye sınıflarını da arkasına alarak 2002 yılında müesses nizamın kalesinin surlarına dayandı.
Politik olarak defaeten kandırılmış, ekonomik olarak derin krizlerle yoksullaştırılmış, her türlü demokratik hak ve özgürlükleri yok edilmiş, hak arama yolları baskılanmış geniş halk kitleleri, düşük yoğunluklu yıllardır süren savaş ortamının yarattığı koşullarda politik İslamın kendini yenilenmiş(!) göstermeyi becerebilen politik partisi AKP’ye büyük bir oy desteği sundu ve onu tek başına iktidar yaptı. Derin umutsuzluk ve çok yoğun yaşanan toplumsal yorgunluk ortamında politik İslamın kurumu AKP, gerek İslami değerleri alabildiğine sömürerek, gerekse yoğun demokrasi vaatleriyle denenmemiş ve o ölçüde de yıpranmamış bir güç olarak halktan ruhsat aldı.
GÜNÜN SONUNDA…
12. yılını yaşadığımız AKP iktidarı dönemi, bir çok olumsuz-yıkıcı gelişmenin yanında siyasi hayatımıza politik İslamın bir seçenek olmaktan çıkması gibi bir olumluluk devredecek görünüyor. Politik islamın bu siyasi kurumunun 12 yıllık tek parti iktidarı, bütün icraatlarıyla, yolsuzluk ve rüşvet skandallarıyla, politik kayırmacılık ve özgürlük düşmanı karakteriyle aslında eski rejim kadrolarından zerre kadar farkları olmadığını bütün çıplaklığı ile gözler önüne serdiler. Aynı zamanda sofraya sonradan oturan güçler olarak daha bir hırslı, daha bir aç gözlü ve daha bir gaddar olduklarını dosta düşmana gösterdiler. Ahlaki standartları çok daha aşağılara çekerek yalanı iktidar üslubu yaparak, ellerindeki gücü iktidarlarının tahkimatı ve esenliği için kullanmaktan çekinmeyerek dolu dizgin baş aşağı gidiyorlar. Öyle ki artık İslamı temel alan politizasyon, meşru siyaset zeminlerinin bir seçeneği olmaktan AKP iktidarıyla birlikte çıkacak gibi görünüyor.
Bu firavunlaşan, mağdurluktan(!) madunluğa ve zalimliğe terfi eden politik İslami kadrolar, yukarıda ifade ettiğimiz anlamda hayırlı bir rol oynamışlardır.  Hal böyledir, ancak bu çürümüşlük ve kokuşmuşluk iki alternatifin önünü açıyor. Bir yandan hakimiyet için her türlü yolu mübah gören ve son derece acımasız gözü kara bir şiddeti temel alan, tam ve mutlak iktidar talep eden silahlı radikal İslamcı güçler. Ki bu güçler, denk düşen kimi uluslararası koşullardan da besleniyorlar. Diğer yanda her çeşidiyle özgürlükçü, demokratik güçler. Bu alternatiflerden hangisinin önünün açılacağının-zaferini değil- sınanacağı dönüm noktası 2015 Haziran seçimleridir.
Bu süreci taçlandıracak olan ve bu iktidar çürümüşlüğüne son verecek olan gelişme, bütün demokrasi güçlerinin, sivil toplum kuruluşlarının, sosyalistlerin, emekçilerin halkların kardeşliğine dayalı özgür ve seküler bir yaşam için 2015 seçimlerine yönelik güçlerini birleştirebilmeleriyle sağlanacaktır. Bu anlamda HDP, Birleşik Haziran Hareketi ve bütün diğer sosyalist ve demokrat güçlere ve bütün olumsuz göstergelere rağmen CHP’ye büyük iş düşmektedir.  Geniş halk kitlelerinin önüne umudu artıracak olan bir seçenek sunma görevi…
Bu sınavın telafisi ya da ‘ikmali’ yok…
Cengizhan Güngör

Soru Şudur: CHP’nin kazanacağı ek 3-5 puan mı, HDP’nin barajı aşması mı, seni heyecanlandırıyor?

Soru Şudur: CHP’nin kazanacağı ek 3-5 puan mı, HDP’nin barajı aşması mı, seni heyecanlandırıyor?POLİTİKA
1,0
    
17.01.2015
Bugünlerde bazılarımız endişeli.  Kimi siyasetle daha yakından ilgili, demokratik temsile inanan ve her seçimde AKP'nin daha da zayıflatılacağı beklentisi içerisinde olan demokrat ve devrimci aydınlar, yurttaşlar, HDP'nin parti olarak seçimlere katılma kararının ardından tedirgin. Sadece HDP aidiyeti olmayan aydınlar ve yurttaşlar mı, aksine hatırı sayılı ölçüde HDP'li de tedirgin. Hatta bir çoğu bu karardan dönülebileceği umudunu diri tutuyor. Haksız da değiller aslında, eğer  %10 barajı aşılamazsa HDP milletvekilleri parlamentoya giremeyecek, daha da ötesinde AKP bu faşizan baraj sistemi yüzünden hakkı olmayan bir çok milletvekiline sahip olacak. Bu korkutucu ihtimal haklı olarak sağlamcı bir yaklaşıma, yani yetinmeci çizgide ısrara neden oluyor.
Ancak, bu son derece adaletsiz, haksız ve aynı zamanda etik olmayan sistemin artık yok edilmesi, aşılması, delinmesi gerekiyor. Üç büyük(!) parti bu engelin üstüne yatmış durumda. Sistem dahilinde ve parlamento içinde bu anti-demokratik haksızlığın kaldırılması mümkün görünmüyor. Yıllardır bu böyle. Bu anlamda da HDP bu adaletsizliği gidermeye, fiilen yok etmeye ve aşmaya en yakın parti olarak görünüyor. Böylesi bir ihtimalin hayat bulması hiç bu kadar vizöre girmemişti. Gerçekleşmeme ihtimaline özellikle vurgu yapanlar da-çoğunlukla- müesses nizamın, rejimin karşı karşıya kalacağı derin temsil krizinden endişe duyuyorlar.  
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yakalanılan oy oranı, ondan sonraki gelişmeler ve yapılan anket sonuçları barajı aşmanın imkan dahilinde olduğunu gösteriyor. Dikkat edilirse hiçbir tarafsız gözlemci ve araştırmacı bu ihtimalin gerçekleşmesinin imkansız olduğunu söylemiyor, yazmıyor. Özellikle HDP'ye değil AKP'ye oy veren Kürt seçmende HDP lehine ciddi bir kayma olduğu neredeyse bütün gözlemcilerin ortak görüşü. Bu durumun ortaya çıkışında 'çözüm sürecinin' ilerletilmesinde ayak sürüyen AKP iktidarının rolü kadar, Kobani direnişi etrafında Kürt siyasi hareketinin kazandığı artan prestijinin rolüne de işaret etmek gerekir. Ayrıca CB ve mahalli seçimlerde  CHP'nin gösterdiği son derece kötü performans-gerek aday seçimi, gerekse sonuçları itibarıyla- HDP'ye yönelik ilgiyi artırdı. AKP'nin seçmen kitlesindeki kaybı toparlayabilme kapasitesine sahip muhalefet partisinin denenmemiş bir güç olarak HDP olabileceğini düşünmek zor olmasa gerek.  
Yaratacağı sinerjinin önemine binaen diğer devrimci, ilerici, sosyalist kurum ve kişiliklerle müttefik olarak seçimlere girme ihtimalinin artmasını da hesaba katmak gerekir. Birleşik Haziran Hareketiyle ya da kimi bileşenleriyle.
Artık bu noktada bağımsız adaylarla seçime girmekte ısrar etmek; yetinmeci, 'sağlamcı' ve statükoya teslim olan bir tutumu ifade ediyor. Bu büyük adaletsizliğin ilelebet devamına bir kez daha payanda olan bir zilleti.
Bu çerçevede artık, 'bağımsız adaylarla mı girmeli, parti olarak mı girmeli' tartışmaları geride kalmıştır. Artık barajı geçmiş ve yetmişe yakın milletvekiliyle-uzmanların görüşleri- parlamentoya girmiş HDP'nin yaratacağı önemli demokratik gelişmelerin tasavvuruna sarılmak gerekir. Böylesi bir sonuç ülkenin demokratik süreçlerinde son derece önemli bir köşe taşı olacaktır.
Çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla, aydınlarla, muhalif kesimlerin kurumlarıyla ve halkla gerçekleştirilecek görüşmelerle tespit edilecek, temsili yönü güçlü ve birleştirici milletvekili adaylarından oluşacak listenin, yoğun çalışmayla geçirilecek bir seçim faaliyetinin ardından zafere ulaşmamasının bir nedeni yok.
Yeter ki CHP seçmeninde, CHP'nin kazanma ihtimali olan 5-10 milletvekilinin mi, yoksa  AKP'nin elinden alınmış 30-40 artı milletvekiliyle barajı aşmış HDP'nin mi, AKP diktatoryasının önünü kesecek bir umut kaynağı olabileceği sorusunu uyandırabilelim.  İnanın AKP istibdatının en etkili panzehiri budur. Bütün mesele de budur. Barış sürecinin sağlıklı bir şekilde devamının da ancak bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde mümkün olabileceğini, onlara anlatmayı becerebilelim. AKP, CHP'nin 3-5 puan arttırmasından çok, HDP'nin barajı aşmasından korkuyor. Yeni bir Sarıgül ve E. İhsanoğlu karabasanı yaşamamak için HDP.
HDP'siz bir parlamentoyla rejim krizinin yaratacağı sonuçlar da varsın iktidar sahiplerinin, müesses nizam savunucularının korkusu olsun.
Cengizhan Güngör

Dinler ve şiddet… Gerçek nerede?

08.01.2015 
İnsanlık tarihinin oldukça uzun bir zaman dilimine hakim olan inanç sistemlerinin bir çok kıyım ve katliamın nedeni  olarak çeşitli dönemlerde araçsallaştırılması bir yana, yakın tarihin bir çok çarpıcı kıyımlarına da en azından engel ol(a)mamak nedeniyle; aslında istisnasız bütün dini inanışların özünde barışçı oldukları iddiası son derece tartışmalı hale gelmektedir.
Daha öteye gitmeye gerek yok; 10. ve 13. asıra damgasını vuran ve tarihte Haçlı seferleri diye anılan müslüman dünyasına yönelik dizginsiz şiddetin, temelde başka önemli etkenler de rol oynamasına karşın esas olarak dini savaşlar olduklarını görüyoruz. 14 ve 15. Asırlarda ve daha sonrasında Avrupa'yı kasıp kavuran onlarca yıllık savaşların din ve mezhep savaşları olarak ortaya çıktığını görüyoruz. En azından kitlelerin birbirini katletmek noktasında seferber edilmesinde kullanılan dini ve mezhepsel mesajlardı.
Dinler, özellikle Avrupa'yı ve yakın bölgeleri de içine alan ve onlarca milyon insanın ölümüne yol açan birinci ve ikinci dünya savaşlarında, üstelik büyük çoğunlukla aynı inanç sistemlerine, aynı mezheplere bağlı insanların toplu halde birbirini katletmesine bırakın engel olabilmeyi; bu süreçte insanları bu kıyımın bir parçası yapmak noktasında, hemen hemen aynı referanslarla  bir motivasyon unsuru olarak gayet elverişli bir araç işlevi görmüştür.
Ha keza İrlanda'da katolik ve protestanlar olarak insanları cephelere ayıran ve onlarca yıla yayılan ve binlerce insanın ölümüne neden olan savaşın ve şiddetin devamının ve esenliğinin(!) kuvvetli dinsel motifler taşıdığı bir gerçek. Ha keza Bosna'lı Müslümanların neredeyse toplu kıyımında dinsel motiflerin son derece önemli bir rol oynadığını görmemek mümkün mü? Savaşın asıl nedeninin emperyalist devletlerin nüfuz bölgeleri paylaşımı iddiası, yukardaki cümlede ifade edilen gerçeği değiştirmez.
İsrail saldırganlığının da bir başka boyutta Museviliği çıkış noktası olarak aldığı herhalde inkarı mümkün olmayan bir gerçeklik olarak ortaya çıkıyor.
Budizm, Şintoizm, Sikh ve benzeri Asya inanç sistemleri de öteden beri ve yakın zamanlarda bir çok kıyımın ortaya çıkışında kuvvetli motivasyon unsuru oldular. Bu alanda mebzul miktarda örneğin olduğu başka bir gerçek.
Uzunca bir süredir, neredeyse rakipsiz olarak müslümanlığın, şiddet noktasında kuvvetli ve etkin bir motivasyon unsuru olarak araçsallaştırıldığına şahit oluyoruz. Emperyalistler arasındaki nüfuz bölgeleri paylaşım savaşlarının petrol bölgelerinde yarattığı yıkıma karşı, 60'lı 70'li yıllardaki seküler hareketlerin önderlik ettiği direnişin yerini 20-30 yıldır islamı temel edinen çeşitli odakların aldığı görülüyor. Afganistan, Pakistan, Hindistan hala dinsel  görünürde ya da temelde dini şiddetin vukubulduğu bölgeler.
Görünen o ki, hiçbir dini inanç sistemi iddia edildiği gibi özü ve esası itibariyla barışçı değil. Bazı kuvvetli barış mesajları taşıyor olmaları, onları şiddetin motivasyonunda hala önemli rol oynadıkları gerçeğini değiştirmiyor. Daha 2001 yılında 11 Eylül sonrası konuşmasında Bush'un 'haçlı savaşlarına' atıfta bulunmasını unutan oldu mu?
Bütün dini inanç sistemlerinin, emperyalist paylaşım ve nüfuz bölgeleri savaşlarının gerekçelendirilmesinde ve insanların mobilize edilmesinde kuvvetli referans noktaları ve potansiyel taşıdıkları maalesef çağımızın gerçeği.
Cengizhan Güngör 

Erdoğan ve Alperenleri... Diriliş 2... Nereden nereye

12 yıllık Akp iktidarı dönemi egemen sınıfların ve onların askeri ve sivil güçlerinin her alanda kıyasıya mücadelesine sahne oldu. 1923'de kurucu babaların çerçevesini çizdiği ve yeni devletin zihniyetini oluşturan resmi müktesebat, başka bir deyimle resmi ideoloji bir çok badireden geçerek geldiği 2000'li yılların başında artık S.O.S vermeye başlamıştı.
1923 kurucu toplumsal sözleşme, başta Müslüman olmayan azınlıkları ve Kurtuluş savaşı sırasındaki müttefiki Kürtleri dışlayarak oluşturuldu.  Aynı zamanda İslamı devletleştirerek, yani Müslümanlığı devlete bağımlı hale getirerek çeşitli yapılanmalar -cemaat, tarikat, dergah..vb- içerisinde İslamı bir yaşam tarzı haline getirmiş kesimleri de dışladı.
Müslüman olmayan azınlıkların hiçbir şansları olmadığı daha baştan belliydi ve onlara yönelik çok daha erken dönemlerde başlayan tasfiye, yıkım, kıyım ve göçe zorlama girişimleri Türkiye Cumhuriyetinin ilk 30 yılında nispeten sorunsuz olarak başarıyla(!) sonuçlandırıldı.
90 yıldır statükoya karşı kanla ve canla direnen Kürtler müesses nizamın temellerinde gedikler açtılar. En azından artık varlıkları(!) tartışılmıyor. Ve yeni ve demokratik bir toplumsal sözleşme talep ediyorlar.
90 yıllık Cumhuriyet tarihinin en güçlü muhalif kesimlerinden İslamcı çevreler siyasetten ve iktidar alanlarından dışlanmanın yarattığı tepkiyle, bir yandan geleneklerini  konuşturarak, diğer yandan her kritik dönemde geliştirdikleri esnek, pragmatik ve uzun döneme yayılan ince taktiklerle bir çok 'yıkım' döneminden başarıyla ve güçlenerek geçtiler. Yeni Türkiye Cumhuriyetinin egemenlerinin ihtiyacı olduğu her kritik dönemeçte sadık bir müttefik olarak fedakarca(!) devlet düşmanlarına(!) karşı vaziyet alabilme kabiliyetleri de uzun vadede onları güçlendiren çok önemli etkenlerdendi.  ABD emperyalizmine karşı mücadele eden bağımsızlıkçı güçlerin, işçi emekçi hareketlerinin ve devrimci gençlerin üzerine yalın kılıç(!) dalabilme becerilerinden söz ediyorum. Soğuk savaş olarak adlandırılan ve oldukça uzun bir döneme yayılan bu ittifak ve geleneksel islami vasattan aldıkları güç, aynı zamanda devlet bürokrasisi içerisinde güçlenmelerinin de olanaklarını yaratıyordu. Ha keza Kürt direnişine karşı TC egemenleriyle  kayıtsız şartsız yaptıkları ittifak da onları zaman içerisinde müesses nizamın neredeyse ilan edilmemiş bir ortağı konumuna zaten getirmişti. 1990'ların ikinci yarısına girerken.
Bu tarihlerde devletin asli sahibi olduklarını düşünen ve 23' sözleşmesinin sadık takipçisi devlet muktedirleri zeminin ayakları altından kaydığını farkettiklerinde son bir hamle ile yani 28 Şubatla tehlikeyi savuşturmayı denediler. Çok geç kaldıkları birkaç sene içerisinde anlaşılacaktı. Müthiş bir kıvraklıkla şapkasını yani Fazilet Partisini siperde bırakarak yenilenen(!) siyasi İslamın hınzır kadroları AKP adıyla kaleye arkadan dolanarak girmeyi başarmıştı. Siyasi islamın yenilenmiş(!) kadroları bu tarihi başarıyı kendi kişisel becerileri ve öngörüleri kadar, bayağı bir ekonomik güç haline gelmiş 'anadolu sermayesinin de' desteği ile çok daha önemlisi de 2001 ekonomik krizinin, aslında korkunç yıkımının yarattığı koşullara borçluydular.  AKP'yi tek başına iktidara getiren koşulları sayarken, kuşkusuz  30 yıldır amansız bir şekilde devam eden Kürt direnişinin bir türlü alt edilememesinin  'yüce devletin' kendi ideolojisi konusunda da kafa karışıklığına düşmesinin, başka bir deyimle temellerinin zayıflamasının rolünü de unutmamak gerekir.
Erdoğan ve kurmayları iktidara geldikleri 2002 Kasım'ından bugüne kadar,  gerek devletin eski sahiplerine karşı, son olarak da bir çok badireyi onun olanakları ile aştığı eski müttefikleri ve yeni 'paralel' düşmanlarına karşı bir çok cephe savaşından güçlenerek çıktılar.  Kürt direnişi ve 2013 Gezi Direnişi dışında ciddi, sarsıcı, kitlesel bir toplumsal muhalif duruşun olmadığı koşulların Erdoğan hükümranlığının tesisinde kolaylaştırıcı rol oynadığını belirtmek gerekir.  Son derece yıpratıcı  bir 'paralelle' savaştan da galibiyetle çıktıkları söylenebilir. Öncelikle inisiyatifi ellerine geçirdiler ve moral üstünlük sağladılar. Artık onlar, yeni cumhuriyetlerinin kurumlarını oluşturmaya girişiyorlar, kadrolarını yaratmayı planlıyorlar, derinlikli bir stratejiyle ve özgüvenle. İslam-Türk sentezi ideolojisiyle ve polis devleti kurumlarıyla..
Evdeki hesap çarşıya uyacak mı? Zor soru. Birçok handikap var. Gezi dalgası büyük ölçüde geri çekilmekle birlikte içten içe hareketli. Kürt direnişi uluslararası prestij kazanarak daha da güçlendi. Dış politika zorlu sorunlar ve çıkmazlarla karşı karşıya. Muhalefet toparlanıyor. Sosyal hareketlilik uç veriyor.  Eski rejim sahipleri operasyon güçlerini büyük ölçüde yitirdiler, ama....
Çoğulcu parlamenter sisteme geçildikten sonra bu kadar uzun süreli ve kesintisiz tek parti iktidarı yok. Üstelik son derece net seçim galibiyetleriyle iktidarını 12 yıldır sürdürüyor. Oy oranları da parlamenter sistem tarihimizin pek rastlanır ölçülerinde olmadı, geçirdikleri 9 seçim boyunca. En son cumhurbaşkanlığı seçimleri dikkate alınacak olursa %50’nin biraz üstünde bir oy oranına sahipler. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin baz alınmasında bir sakınca yok, bence… Çünkü AKP demek Erdoğan demek… Bu nedenle AKP’den çok ‘Erdoğan ve Alperenleri ya da kurmayları’ demeyi tercih ediyorum. Özellikle en büyük ve ilan edilmemiş ortakları ‘paralel’den kesin kopuştan sonra, bu nitelendirme daha da anlam kazanır oldu. Son derece kritik kimi eşiklerin aşılmasında Erdoğan’ın kişisel duruşunun tayin edici olduğu bugün daha iyi biliniyor.
Erdoğan ve kurmayları karşılaştıkları hemen bütün badireleri büyük bir ustalıkla atlatmayı becerdiler, on iki yıl boyunca… Kimi liberal kişiliklerle ve eski rejim siyasileriyle kurdukları ortaklıkla, hemen bütün siyasi İslamcı güç odaklarını da etrafında toplayarak, AB’yi ve ABD’yi de arkalarına alarak ‘demokrasi ve özgürlükler’ içi boş söylemiyle, eski rejimin, artık her tarafından dökülen 1923 sözleşmesinin ve 80 yıllık müesses nizamın asker ve sivil sahiplerine ölümcül bir darbe vurdular. Ordunun belkemiğini teşkil ettiği ve etraflarında kimi sivil bürokratların ve cumhuriyetçi, laikperest  aydınlar ve ciddi bir kitle bulunan muhalefeti; özellikle bugün kıyasıya bir savaşa tutuştukları cemaat yapılanmasının yargı ve emniyetteki gücü aracılığıyla daha çok gayrımeşru yöntemlerle altettiler.  Bu operasyon sırasında silahlı, silahsız bütün cumhuriyetçi muhalif önderleri ve derin yapılanmaları bir araya toplayıp yıllarca hapislerde tutmayı becerebildiler.  Bu başarı da(!) rejimin her bakımdan yıpranmışlığı kadar AB ve ABD desteğinin de rolünü teslim etmek gerekir. Ordu ve üniversitelerin elden gittiği(!), medya ve aydın desteğinin zayıfladığı koşullarda ‘ulusalcı’ muhalefetin operasyon(!) gücünü kaybettiği açık. Bu hesaplaşmanın nihai sonuca ulaştığını söylemek mümkün değil.  Ancak Hükümetin ‘cemaate’ bütün sorumluluğu yıkarak onun yöntemleriyle amansızca  başlattığı saldırı karşısında ‘ulusalcı muhalefetin’ paralize olduğu da açık. Bu durumun en uç ‘ulusalcı’ muhalif unsurlarda AKP’ye karşı hayırhah bir tutuma yol açtığı gözleniyor. CHP’nin yeni yönetimiyle saf halindeki ulusalcı muhalif çizgisinden uzaklaşması ve hatta içindeki kimi saf halli ulusalcıları da dışlaması ‘ulusalcı’ muhalif cephenin aleyhine önemli bir gelişme oldu bu süreçte. Ha keza bir dönem neredeyse yayın organları olarak nitelenebilecek ‘Cumhuriyet’ gazetesinin de daha dengeli bir söyleme geçmesi ve daha gerçekçi bir muhalif çizgi arayışı içine girmesi bir başka aleyhte duruma işaret ediyor.  2007’ye kadar bayağı bir sesi çıkan ve gövde gösterileriyle Erdoğan ve kurmaylarının iktidarını zorlayan en saf haliyle ‘ulusalcı’ muhalefet artık bir iktidar alternatifi olarak görünmüyor.
Erdoğan ve alperenlerinin en şanslı(!) oldukları alanın iktidarları boyunca çok ciddi toplumsal kalkışmalara muhatap olmamaları olduğu söylenebilir. Tekel direnişi ve özelleştirmelere karşı kimi yerel direnişler dışında kitlesel kalkışmalarla karşı karşıya kalmadılar. Hele hele emekçi sınıfların üretimden gelen güçlerini kitlesel olarak kullanmaya kalkışmaları anlamında… Ta ki, Gezi isyanına kadar… 2013 Haziranı 20 gün boyunca milyonlarca insanı özellikle gençleri ve kadınları Türkiye’nin bütün önemli kentlerinde sokaklara ve meydanlara çıkararak iktidarın yüreğini ağzına getirdi. Muktedirlerin ödünü kopartacak, kendine özgü isyan dinamikleri de geliştirerek birden bire patlayan Gezi isyanı Türkiye toplumsal kalkışmalar tarihinde çok özgün bir iz bırakarak sönümlenmişe benziyor. Erdoğan ve alperenleri Gezi karşısında kısa süreli yaşadıkları kilitlenme ve ne yapacağını bilememe halinden sıyrılmayı becerdiler. Ve hemen kelimenin tam anlamıyla bir taarruz başlatarak her cephede hiçbir kural tanımayan bir saldırganlıkla ‘Gezi’nin üstüne çullandılar. Medya organlarını emniyet güçlerini ve askeri olanakları sonuna kadar seferber ederek…  Bir yeraltı nehrinin hiç beklenmedik bir anda ve Türkiye’nin kalbinde bütün ihtişamıyla ortaya çıkışına benzeyen bu dalga yeniden yatağına çekilmişe benziyor. İktidar bu deneyimden kuvvetli dersler çıkarmışa benziyor. Artık hiçbir şekilde en masum, en demokratik bir araya gelişlere bile müsaade etmeyeceğini gazla, panzerle, copla, toplu tutuklamalar ve yüksek hapis cezalarıyla karşılık vereceğini her geçen gün fiilen gösteriyor.
Erdoğan ve kurmaylarının eski iktidar ortakları olan cemaatle savaşlarında da hem maddeten hem de moral olarak üstünlüğü ele geçirdikleri de görülüyor. Artık inisiyatifi ele almış gibiler. Son derece ciddi yolsuzluk ve rüşvet iddialarına rağmen-bu iddialardan sonra geçirdikleri iki seçimin sonuçlarından da güç alarak- güçlerini ve cephelerini tahkim ederek yine hem ideolojik, hem de fiilen hiçbir kural tanımayan bir taarruz başlatmış görünüyorlar.  Ve bütün işaretler bu taarruzun bütün cephelerde kesintisiz devam edeceğini gösteriyor. Cemaat bir yalnızlık içine itilmişe benziyor.
Bütün bu egemenler arasındaki ve muhalefet güçleriyle iktidar arasındaki amansız, kıyasıya mücadelenin Erdoğan ve kurmaylarının aynı zamanda, geçici yol arkadaşlarından kurtulma, ideolojik olarak arınma ve aslına dönme süreci olarak ortaya çıktığını görmek ve bu tespitin altını kalın çizgilerle çizmek gerekiyor. Ortaya daha da netleşerek çıkan bu ideolojik omurganın islam(sünni)-Türk sentezi olduğu açıklık kazanıyor. Onlar artık gemileri yaktılar. İktidardan gidiş süreçlerinin hiç de yumuşak geçişlerle olmayacağına inanıyorlar. Ve bütün yasal düzenlemeleri, yeni kurumlar ve eğitim sistemini bu anlayışla yapılandırıyorlar. Bu anlamda sorun onlar açısından çoktan beri aynı zamanda bir kişisel-ailesel- davasal esenlik sorunu haline gelmiş görünüyor.  İktidar odağının algısı bu, gerçeğin bu olup olmamasından da bağımsız olarak.
HDP ve BİRLEŞİK HAZİRAN HAREKETİ…
CHP’nin kafa karışıklığını iç sorunlarını dikkate alarak ve bu sorunların da aslında başka süreçler sonunda geriletilebileceğini hesaba katarak geriye dinamizmlerini muhafaza eden  yapılanmalar olarak; kimi sosyalistlerin, sosyalist yapılanmaların demokratik, sivil kurumların ve Kürt siyasi hareketinin bünyesinde olduğu HDP ve toparlanmaya çalışan, her ne kadar kitleselliği işin başında olmalarından dolayı henüz umut vermeyen kimi aydınların ve sosyalist yapılanmaların oluşturduğu Birleşik Haziran Hareketi(BHH) kalıyor…
Bu iki yapılanma, kısa ve orta vadeli muhtemel bazı gelişmelerin ışığında ayrı ve kapsamlı bir analizi hak ediyor. Ancak özellikle BHH açısından kimi zorluklar ve engeller taşısa da bu iki yapılanmanın aralarında gerçekleştireceği birliktelik Türkiye siyasetinin kaderini değiştirecek bir sinerji yaratabilir. Bu iki yapılanmanın birlikteliğinden başka bir alternatif yoktur. BHH’nin şansı da bu birliktedir. Bu sinerji CHP’yi de daha net bir muhalif odak olarak ortaya çıkaracaktır. Kitlesel muhalaefeyin de önünü açacaktır.
Bir ekonomik krize, batıyla AKP çelişkilerine ya da AKP içindeki bölünmelere bel bağlayan tutum beyhudedir. Hele Abdullah Gül’e…
Cengizhan Güngör


‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...