12 yıllık Akp iktidarı dönemi egemen sınıfların ve onların askeri ve sivil güçlerinin her alanda kıyasıya mücadelesine sahne oldu. 1923'de kurucu babaların çerçevesini çizdiği ve yeni devletin zihniyetini oluşturan resmi müktesebat, başka bir deyimle resmi ideoloji bir çok badireden geçerek geldiği 2000'li yılların başında artık S.O.S vermeye başlamıştı.
1923 kurucu toplumsal sözleşme, başta Müslüman olmayan azınlıkları ve Kurtuluş savaşı sırasındaki müttefiki Kürtleri dışlayarak oluşturuldu. Aynı zamanda İslamı devletleştirerek, yani Müslümanlığı devlete bağımlı hale getirerek çeşitli yapılanmalar -cemaat, tarikat, dergah..vb- içerisinde İslamı bir yaşam tarzı haline getirmiş kesimleri de dışladı.
Müslüman olmayan azınlıkların hiçbir şansları olmadığı daha baştan belliydi ve onlara yönelik çok daha erken dönemlerde başlayan tasfiye, yıkım, kıyım ve göçe zorlama girişimleri Türkiye Cumhuriyetinin ilk 30 yılında nispeten sorunsuz olarak başarıyla(!) sonuçlandırıldı.
90 yıldır statükoya karşı kanla ve canla direnen Kürtler müesses nizamın temellerinde gedikler açtılar. En azından artık varlıkları(!) tartışılmıyor. Ve yeni ve demokratik bir toplumsal sözleşme talep ediyorlar.
90 yıllık Cumhuriyet tarihinin en güçlü muhalif kesimlerinden İslamcı çevreler siyasetten ve iktidar alanlarından dışlanmanın yarattığı tepkiyle, bir yandan geleneklerini konuşturarak, diğer yandan her kritik dönemde geliştirdikleri esnek, pragmatik ve uzun döneme yayılan ince taktiklerle bir çok 'yıkım' döneminden başarıyla ve güçlenerek geçtiler. Yeni Türkiye Cumhuriyetinin egemenlerinin ihtiyacı olduğu her kritik dönemeçte sadık bir müttefik olarak fedakarca(!) devlet düşmanlarına(!) karşı vaziyet alabilme kabiliyetleri de uzun vadede onları güçlendiren çok önemli etkenlerdendi. ABD emperyalizmine karşı mücadele eden bağımsızlıkçı güçlerin, işçi emekçi hareketlerinin ve devrimci gençlerin üzerine yalın kılıç(!) dalabilme becerilerinden söz ediyorum. Soğuk savaş olarak adlandırılan ve oldukça uzun bir döneme yayılan bu ittifak ve geleneksel islami vasattan aldıkları güç, aynı zamanda devlet bürokrasisi içerisinde güçlenmelerinin de olanaklarını yaratıyordu. Ha keza Kürt direnişine karşı TC egemenleriyle kayıtsız şartsız yaptıkları ittifak da onları zaman içerisinde müesses nizamın neredeyse ilan edilmemiş bir ortağı konumuna zaten getirmişti. 1990'ların ikinci yarısına girerken.
Bu tarihlerde devletin asli sahibi olduklarını düşünen ve 23' sözleşmesinin sadık takipçisi devlet muktedirleri zeminin ayakları altından kaydığını farkettiklerinde son bir hamle ile yani 28 Şubatla tehlikeyi savuşturmayı denediler. Çok geç kaldıkları birkaç sene içerisinde anlaşılacaktı. Müthiş bir kıvraklıkla şapkasını yani Fazilet Partisini siperde bırakarak yenilenen(!) siyasi İslamın hınzır kadroları AKP adıyla kaleye arkadan dolanarak girmeyi başarmıştı. Siyasi islamın yenilenmiş(!) kadroları bu tarihi başarıyı kendi kişisel becerileri ve öngörüleri kadar, bayağı bir ekonomik güç haline gelmiş 'anadolu sermayesinin de' desteği ile çok daha önemlisi de 2001 ekonomik krizinin, aslında korkunç yıkımının yarattığı koşullara borçluydular. AKP'yi tek başına iktidara getiren koşulları sayarken, kuşkusuz 30 yıldır amansız bir şekilde devam eden Kürt direnişinin bir türlü alt edilememesinin 'yüce devletin' kendi ideolojisi konusunda da kafa karışıklığına düşmesinin, başka bir deyimle temellerinin zayıflamasının rolünü de unutmamak gerekir.
Erdoğan ve kurmayları iktidara geldikleri 2002 Kasım'ından bugüne kadar, gerek devletin eski sahiplerine karşı, son olarak da bir çok badireyi onun olanakları ile aştığı eski müttefikleri ve yeni 'paralel' düşmanlarına karşı bir çok cephe savaşından güçlenerek çıktılar. Kürt direnişi ve 2013 Gezi Direnişi dışında ciddi, sarsıcı, kitlesel bir toplumsal muhalif duruşun olmadığı koşulların Erdoğan hükümranlığının tesisinde kolaylaştırıcı rol oynadığını belirtmek gerekir. Son derece yıpratıcı bir 'paralelle' savaştan da galibiyetle çıktıkları söylenebilir. Öncelikle inisiyatifi ellerine geçirdiler ve moral üstünlük sağladılar. Artık onlar, yeni cumhuriyetlerinin kurumlarını oluşturmaya girişiyorlar, kadrolarını yaratmayı planlıyorlar, derinlikli bir stratejiyle ve özgüvenle. İslam-Türk sentezi ideolojisiyle ve polis devleti kurumlarıyla..
Evdeki hesap çarşıya uyacak mı? Zor soru. Birçok handikap var. Gezi dalgası büyük ölçüde geri çekilmekle birlikte içten içe hareketli. Kürt direnişi uluslararası prestij kazanarak daha da güçlendi. Dış politika zorlu sorunlar ve çıkmazlarla karşı karşıya. Muhalefet toparlanıyor. Sosyal hareketlilik uç veriyor. Eski rejim sahipleri operasyon güçlerini büyük ölçüde yitirdiler, ama....
Çoğulcu parlamenter sisteme geçildikten sonra bu kadar uzun süreli ve kesintisiz tek parti iktidarı yok. Üstelik son derece net seçim galibiyetleriyle iktidarını 12 yıldır sürdürüyor. Oy oranları da parlamenter sistem tarihimizin pek rastlanır ölçülerinde olmadı, geçirdikleri 9 seçim boyunca. En son cumhurbaşkanlığı seçimleri dikkate alınacak olursa %50’nin biraz üstünde bir oy oranına sahipler. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin baz alınmasında bir sakınca yok, bence… Çünkü AKP demek Erdoğan demek… Bu nedenle AKP’den çok ‘Erdoğan ve Alperenleri ya da kurmayları’ demeyi tercih ediyorum. Özellikle en büyük ve ilan edilmemiş ortakları ‘paralel’den kesin kopuştan sonra, bu nitelendirme daha da anlam kazanır oldu. Son derece kritik kimi eşiklerin aşılmasında Erdoğan’ın kişisel duruşunun tayin edici olduğu bugün daha iyi biliniyor.
Erdoğan ve kurmayları karşılaştıkları hemen bütün badireleri büyük bir ustalıkla atlatmayı becerdiler, on iki yıl boyunca… Kimi liberal kişiliklerle ve eski rejim siyasileriyle kurdukları ortaklıkla, hemen bütün siyasi İslamcı güç odaklarını da etrafında toplayarak, AB’yi ve ABD’yi de arkalarına alarak ‘demokrasi ve özgürlükler’ içi boş söylemiyle, eski rejimin, artık her tarafından dökülen 1923 sözleşmesinin ve 80 yıllık müesses nizamın asker ve sivil sahiplerine ölümcül bir darbe vurdular. Ordunun belkemiğini teşkil ettiği ve etraflarında kimi sivil bürokratların ve cumhuriyetçi, laikperest aydınlar ve ciddi bir kitle bulunan muhalefeti; özellikle bugün kıyasıya bir savaşa tutuştukları cemaat yapılanmasının yargı ve emniyetteki gücü aracılığıyla daha çok gayrımeşru yöntemlerle altettiler. Bu operasyon sırasında silahlı, silahsız bütün cumhuriyetçi muhalif önderleri ve derin yapılanmaları bir araya toplayıp yıllarca hapislerde tutmayı becerebildiler. Bu başarı da(!) rejimin her bakımdan yıpranmışlığı kadar AB ve ABD desteğinin de rolünü teslim etmek gerekir. Ordu ve üniversitelerin elden gittiği(!), medya ve aydın desteğinin zayıfladığı koşullarda ‘ulusalcı’ muhalefetin operasyon(!) gücünü kaybettiği açık. Bu hesaplaşmanın nihai sonuca ulaştığını söylemek mümkün değil. Ancak Hükümetin ‘cemaate’ bütün sorumluluğu yıkarak onun yöntemleriyle amansızca başlattığı saldırı karşısında ‘ulusalcı muhalefetin’ paralize olduğu da açık. Bu durumun en uç ‘ulusalcı’ muhalif unsurlarda AKP’ye karşı hayırhah bir tutuma yol açtığı gözleniyor. CHP’nin yeni yönetimiyle saf halindeki ulusalcı muhalif çizgisinden uzaklaşması ve hatta içindeki kimi saf halli ulusalcıları da dışlaması ‘ulusalcı’ muhalif cephenin aleyhine önemli bir gelişme oldu bu süreçte. Ha keza bir dönem neredeyse yayın organları olarak nitelenebilecek ‘Cumhuriyet’ gazetesinin de daha dengeli bir söyleme geçmesi ve daha gerçekçi bir muhalif çizgi arayışı içine girmesi bir başka aleyhte duruma işaret ediyor. 2007’ye kadar bayağı bir sesi çıkan ve gövde gösterileriyle Erdoğan ve kurmaylarının iktidarını zorlayan en saf haliyle ‘ulusalcı’ muhalefet artık bir iktidar alternatifi olarak görünmüyor.
Erdoğan ve kurmayları karşılaştıkları hemen bütün badireleri büyük bir ustalıkla atlatmayı becerdiler, on iki yıl boyunca… Kimi liberal kişiliklerle ve eski rejim siyasileriyle kurdukları ortaklıkla, hemen bütün siyasi İslamcı güç odaklarını da etrafında toplayarak, AB’yi ve ABD’yi de arkalarına alarak ‘demokrasi ve özgürlükler’ içi boş söylemiyle, eski rejimin, artık her tarafından dökülen 1923 sözleşmesinin ve 80 yıllık müesses nizamın asker ve sivil sahiplerine ölümcül bir darbe vurdular. Ordunun belkemiğini teşkil ettiği ve etraflarında kimi sivil bürokratların ve cumhuriyetçi, laikperest aydınlar ve ciddi bir kitle bulunan muhalefeti; özellikle bugün kıyasıya bir savaşa tutuştukları cemaat yapılanmasının yargı ve emniyetteki gücü aracılığıyla daha çok gayrımeşru yöntemlerle altettiler. Bu operasyon sırasında silahlı, silahsız bütün cumhuriyetçi muhalif önderleri ve derin yapılanmaları bir araya toplayıp yıllarca hapislerde tutmayı becerebildiler. Bu başarı da(!) rejimin her bakımdan yıpranmışlığı kadar AB ve ABD desteğinin de rolünü teslim etmek gerekir. Ordu ve üniversitelerin elden gittiği(!), medya ve aydın desteğinin zayıfladığı koşullarda ‘ulusalcı’ muhalefetin operasyon(!) gücünü kaybettiği açık. Bu hesaplaşmanın nihai sonuca ulaştığını söylemek mümkün değil. Ancak Hükümetin ‘cemaate’ bütün sorumluluğu yıkarak onun yöntemleriyle amansızca başlattığı saldırı karşısında ‘ulusalcı muhalefetin’ paralize olduğu da açık. Bu durumun en uç ‘ulusalcı’ muhalif unsurlarda AKP’ye karşı hayırhah bir tutuma yol açtığı gözleniyor. CHP’nin yeni yönetimiyle saf halindeki ulusalcı muhalif çizgisinden uzaklaşması ve hatta içindeki kimi saf halli ulusalcıları da dışlaması ‘ulusalcı’ muhalif cephenin aleyhine önemli bir gelişme oldu bu süreçte. Ha keza bir dönem neredeyse yayın organları olarak nitelenebilecek ‘Cumhuriyet’ gazetesinin de daha dengeli bir söyleme geçmesi ve daha gerçekçi bir muhalif çizgi arayışı içine girmesi bir başka aleyhte duruma işaret ediyor. 2007’ye kadar bayağı bir sesi çıkan ve gövde gösterileriyle Erdoğan ve kurmaylarının iktidarını zorlayan en saf haliyle ‘ulusalcı’ muhalefet artık bir iktidar alternatifi olarak görünmüyor.
Erdoğan ve alperenlerinin en şanslı(!) oldukları alanın iktidarları boyunca çok ciddi toplumsal kalkışmalara muhatap olmamaları olduğu söylenebilir. Tekel direnişi ve özelleştirmelere karşı kimi yerel direnişler dışında kitlesel kalkışmalarla karşı karşıya kalmadılar. Hele hele emekçi sınıfların üretimden gelen güçlerini kitlesel olarak kullanmaya kalkışmaları anlamında… Ta ki, Gezi isyanına kadar… 2013 Haziranı 20 gün boyunca milyonlarca insanı özellikle gençleri ve kadınları Türkiye’nin bütün önemli kentlerinde sokaklara ve meydanlara çıkararak iktidarın yüreğini ağzına getirdi. Muktedirlerin ödünü kopartacak, kendine özgü isyan dinamikleri de geliştirerek birden bire patlayan Gezi isyanı Türkiye toplumsal kalkışmalar tarihinde çok özgün bir iz bırakarak sönümlenmişe benziyor. Erdoğan ve alperenleri Gezi karşısında kısa süreli yaşadıkları kilitlenme ve ne yapacağını bilememe halinden sıyrılmayı becerdiler. Ve hemen kelimenin tam anlamıyla bir taarruz başlatarak her cephede hiçbir kural tanımayan bir saldırganlıkla ‘Gezi’nin üstüne çullandılar. Medya organlarını emniyet güçlerini ve askeri olanakları sonuna kadar seferber ederek… Bir yeraltı nehrinin hiç beklenmedik bir anda ve Türkiye’nin kalbinde bütün ihtişamıyla ortaya çıkışına benzeyen bu dalga yeniden yatağına çekilmişe benziyor. İktidar bu deneyimden kuvvetli dersler çıkarmışa benziyor. Artık hiçbir şekilde en masum, en demokratik bir araya gelişlere bile müsaade etmeyeceğini gazla, panzerle, copla, toplu tutuklamalar ve yüksek hapis cezalarıyla karşılık vereceğini her geçen gün fiilen gösteriyor.
Erdoğan ve kurmaylarının eski iktidar ortakları olan cemaatle savaşlarında da hem maddeten hem de moral olarak üstünlüğü ele geçirdikleri de görülüyor. Artık inisiyatifi ele almış gibiler. Son derece ciddi yolsuzluk ve rüşvet iddialarına rağmen-bu iddialardan sonra geçirdikleri iki seçimin sonuçlarından da güç alarak- güçlerini ve cephelerini tahkim ederek yine hem ideolojik, hem de fiilen hiçbir kural tanımayan bir taarruz başlatmış görünüyorlar. Ve bütün işaretler bu taarruzun bütün cephelerde kesintisiz devam edeceğini gösteriyor. Cemaat bir yalnızlık içine itilmişe benziyor.
Bütün bu egemenler arasındaki ve muhalefet güçleriyle iktidar arasındaki amansız, kıyasıya mücadelenin Erdoğan ve kurmaylarının aynı zamanda, geçici yol arkadaşlarından kurtulma, ideolojik olarak arınma ve aslına dönme süreci olarak ortaya çıktığını görmek ve bu tespitin altını kalın çizgilerle çizmek gerekiyor. Ortaya daha da netleşerek çıkan bu ideolojik omurganın islam(sünni)-Türk sentezi olduğu açıklık kazanıyor. Onlar artık gemileri yaktılar. İktidardan gidiş süreçlerinin hiç de yumuşak geçişlerle olmayacağına inanıyorlar. Ve bütün yasal düzenlemeleri, yeni kurumlar ve eğitim sistemini bu anlayışla yapılandırıyorlar. Bu anlamda sorun onlar açısından çoktan beri aynı zamanda bir kişisel-ailesel- davasal esenlik sorunu haline gelmiş görünüyor. İktidar odağının algısı bu, gerçeğin bu olup olmamasından da bağımsız olarak.
HDP ve BİRLEŞİK HAZİRAN HAREKETİ…
CHP’nin kafa karışıklığını iç sorunlarını dikkate alarak ve bu sorunların da aslında başka süreçler sonunda geriletilebileceğini hesaba katarak geriye dinamizmlerini muhafaza eden yapılanmalar olarak; kimi sosyalistlerin, sosyalist yapılanmaların demokratik, sivil kurumların ve Kürt siyasi hareketinin bünyesinde olduğu HDP ve toparlanmaya çalışan, her ne kadar kitleselliği işin başında olmalarından dolayı henüz umut vermeyen kimi aydınların ve sosyalist yapılanmaların oluşturduğu Birleşik Haziran Hareketi(BHH) kalıyor…
Bu iki yapılanma, kısa ve orta vadeli muhtemel bazı gelişmelerin ışığında ayrı ve kapsamlı bir analizi hak ediyor. Ancak özellikle BHH açısından kimi zorluklar ve engeller taşısa da bu iki yapılanmanın aralarında gerçekleştireceği birliktelik Türkiye siyasetinin kaderini değiştirecek bir sinerji yaratabilir. Bu iki yapılanmanın birlikteliğinden başka bir alternatif yoktur. BHH’nin şansı da bu birliktedir. Bu sinerji CHP’yi de daha net bir muhalif odak olarak ortaya çıkaracaktır. Kitlesel muhalaefeyin de önünü açacaktır.
Bir ekonomik krize, batıyla AKP çelişkilerine ya da AKP içindeki bölünmelere bel bağlayan tutum beyhudedir. Hele Abdullah Gül’e…
Cengizhan Güngör
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder