12.03.2016
"Yalova’da
altı liseli kız, evini bastıkları kız arkadaşlarının alnına rujla TC yazıp
eline bayrak vererek çektikleri resimleri sosyal medya da paylaştı.”
Gazeteler
Ölümün,
öldürmenin ve şiddetin bu ölçüde sıradanlaştığı, kanıksandığı başka bir çok
ülke adı ve hatta kıta -Afrika- adı telaffuz etmek mümkün kuşkusuz.
Suriye, Irak, Pakistan diye başlayıp devam edebilirsiniz. Uluslar topluluğu
içerisinde de bayağı anlamlı bir sayıya ulaşabilirsiniz, sonuç olarak. Bu küçük
gezegenimizin geleceği açısından kaygı verici bir durum, tabii ki. Çok açık ki,
bir yanda bu ülkeler ve bu ülkelerde yaşayan ve en temel insani ihtiyaçlarını
karşılayamayan milyarlarca insan, öte yanda refah adacıkları… Bu terazinin bu
sıkleti daha ne kadar kaldırabileceğini düşünüp kaygılanmamak elde değil. Bu
anlamda dünyamızı bir ‘barbarlık’ çağının beklediği kehanetleri ya da
öngörüleri pek de haksız sayılamaz. Haksız sayılamaz çünkü; refah adacıklarında
hüküm süren egemen sistem kar hırsıyla mefluç ve daha da ötesinde buralarda
yaşayan milyarlarca insan öteki dünyanın milyarlarına ve onların acılarına
karşı kapılarını kapatmış, duvarlar örüyor.
Açık
ki, küçük gezegenimizin küçük ve güzel ülkesi Türkiye bu feci akıbetten ayrı
düşünülemez kuşkusuz. Bugün için farklı olan ülkenin egemen siyasetinin
benzeri çok az görülen bir şekilde bu felakete koşar adım gidiyor olması… Büyük
bir aymazlıkla, gözü dönmüşlükle ve hızla. Sanki gezegenimizin feci akıbetini
de çabuklaştırmak ister gibi..
Bu
ülke doksan küsür yıllık cumhuriyet tarihinde bir çok badireden geçti, biliyoruz.
Katliamlar, askeri darbeler, büyük kitlesel kırımlar, etnik temizlik ..vb.
Ama hiçbir dönemde bu ölçüde umutsuz, bu ölçüde endişeli, bu ölçüde
çaresiz insanların ülkesi olmamıştı. Egemen iktidarın ondört yıllık iktidarının
sonuçları olarak ülkemizin üzerinde kesif kara bulutların dolaştığını söylemek
abartılı olmaz, sanırım.
Hayır
devletin özellikle Kürt il ve ilçelerinde yürüttüğü katliam ve yıkım
politikalarından söz etmiyorum, sadece. Ya da en küçük bir hak arama çabasının
gaza, copa ve plastik mermiye boğulmasından da. Ha keza devlet yetkililerinin
Yüksekova’da başlatacakları operasyon öncesi-en iyimser ihtimalle birkaç yüz
kişinin öleceği- törenle kurban kesmeleri hoyratlığından da. Mesela
mültecilerin üzerinden ‘biz enayi miyiz, otobüse-trene koyar göndeririz’li
kirli pazarlıklardan da; operasyonların yüzlerce insanın ölümü sonucunda
bitirilip ilçelere, mahallelere bayrak asarak vatan topraklarının
kurtarıldığını iddia eden zavallılıklardan da, söz etmiyorum.
Gazetecilerin, siyasilerin, seçilmişlerin tutuklanmalarından da. ‘Vatan
haini akademisyen’ söylemlerinden de… Çalanlardan, çırpanlardan ve egemenlerin
dahil olduğu yolsuzluklardan da… Muktedirlerin büyük bir maharetle, pişkinlikle
ve kolaylıkla söylediği yalanlardan da. Savaş uçurumunun hemen kenarına
getirilmiş olmamızdan da.
Ülke
doğasının sorumsuzca madenler ve HES’lerle doldurulmasından da, böylece
derelerin yokedilip bütün güzelliklerin acımasızca talan edilmesi ve para
hırsına kurban edilmesinden de. Açılması için start verilen nükleer
santrallerden de. Çürümüş bürokrasiden, hiçbir güvenilirliği kalmamış yargıdan
da. Tamamen rant kapısı haline gelmiş inşaat sektörünün iğrenç ve estetik
yoksunu ‘mahalleleri, şehirleri soylulaştırma’ girişimlerinden de. Hallaç
pamuğu gibi atılan ve ‘imamhatipleştirilen’ eğitim sisteminden, iğdiş
edilen üniversitelerimizden de.
RUHLARIMIZ
YARALANIYOR
Ben
bütün bunlar gözünün önüde cereyan ederken insanlarımızın ruhunda meydana gelen
derin ve sağaltılması son derece güç tahribattan söz ediyorum. Elinden bir şey
gelmemenin, bitimsiz çaresizliğin, kesif bir umutsuzluğun yarattığı köşesine
çekilme halinden, yurdu terketme eğilimlerinden söz ediyorum. Ben giderek
yayılan ‘öleceğiz madem yiyelim badem’ umursamazlığından söz ediyorum.
Travmatik gelişmelerle dolu dönemler, aynı zamanda ahlaki olarak ve değerler
sistemleri açısından kesinlikle kabul edilemeyecek bir çok gelişmenin rutin ve
sıradan hale gelişinin ve bütün bu olup bitenlerin hazmedilmesi(!)
kabullenilmesi(!) ve içselleştirilmesi(!) süreçlerinin ruhlarda yarattığı güce
tapınıcılıktan, sinizmden, içine kapanma ve ‘etliye süylüye karışmama’
eğiliminden söz ediyorum. Birden bire patlayan öfkelerimizden, şiddet dolu
parlamalarımızdan söz ediyorum.
İnsanlar,
ne kadar çok ve uzun süreli değerler ve inanç sistemleri açısından kabul
edilemeyecek şeylere maruz kalırlarsa ve muhatap olurlarsa, o ölçüde ve zamanla
değer sistemlerini sorgulamaya başlıyorlar ve en azından onları ruhlarının
derinliklerine gömerek vasata uymaya başlıyorlar. Ben bundan söz ediyorum. Ben
artan kadın cinayetlerinden, artan tecavüz vakalarından, birbirimize
uyguladığımız vahşetten, dizginsiz çoğalan ırkçılıktan, hızla yükselen
muktedirin düşmanı işaret eden parmağı ile özdeşleşme eğilimlerinden söz
ediyorum.
Komşunuzun-ya
da kendinizin- uğradığı haksızlıklara ses çıkaramamanın ya da çıkarmamanın ve
bu sürecin uzamasının giderek ‘komşunuzun-ya da bizzat kendinizin- bu
haksızlıkları hakettiği’ inancına evrilmesi kaçınılmaz olmasa bile sık
rastlanan bir vakalar değil midir? Hatta giderek bu haksızlıkların faillerinin
arasına katılma eğilimlerinin başlaması görülmedik sonuçlar mıdır?
Çok
mu karamsarım? Umarım öyledir. Ve gerçeklik benim algıladıklarımın tam tersi
yöndedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder