27 Nisan 2016 Çarşamba

LAİKLİK İLKESİNİ ANAYASADAN ÇIKARMA FİKRİ ASLINDA NE ANLAMA GELİYOR?

Meclis başkanının bu önerisi ne bireysel, ne tesadüfi, ne de zamansız! Meclis başkanı iktidar mahfillerinde planlanan bir projenin açılış vuruşunu yaptı. Merak etmeyiniz, devamı da gelecek…
Proje en özet haliyle: kaçınılmaz görünen  anayasa referandumuna giden önümüzdeki birkaç ayı  müslümanlar, müslümanlığa karşı olanlar-siz bu başlığın altını din düşmanları, ateistler….vb bir çok sıfatla doldurabilirsiniz- arasındaki bir cepheleşme süreci haline getirmek. Bu süreç projenin kısa vadeli hedefi, tabii ki! Diyelim ki bu kısa vadede projeyi uygulama imkanını bulamadılar. Tabii ki vazgeçecek değiller.
Aslında onların derdi anayasada laiklik ibaresinin geçip geçmemesi de değil. Siz anayasaya öyle anlayışlar yerleştirirsiniz ki kırk yerde ‘laiklik’ ifadesi de geçse hiçbir anlamı olmayabilir. Hatta aslına bakarsanız; iktidar tekeli onlarda olduğu sürece anayasada belirlenen laiklik anlayışıyla hiçbir problemleri de olmayabilir. Sonuç olarak onların iktidara gelişleri bu ‘laik’ anayasa altında gerçekleşmedi mi? Anayasada ifadesini bulan ‘laiklik’ anlayışı-siz buna laiklik der misiniz, bilemem- sonuç olarak dinin devletleştirilmesi değil midir? Eğer siz devleti tekelinize almışsanız, bu şekilsel laiklik kavramıyla ne derdiniz olabilir? Karışık mı oldu, açayım…
Erdoğan yönetimindeki oligarşik iktidar; hedeflediği başkanlık rejimi çerçevesinde anayasayı oluştururken sünni- islami referansları politikleştirerek anayasanın özüne yerleştirmek istiyor. Dini kuralların-Erdoğan’ın anladığı anlamda- anayasanın ruhuna nüfuz ettirilmesini istiyor. İlla bu amacın ‘devletin dini islamdır’ ya da ‘toplum nizamında dini kurallar esas alınır’ şeklinde formüle edilmesi gerekmez.   Siz öyle bir şekilde anayasa hazırlarsınız ki, ona uygun atılacak her türlü adım ya da yapılacak düzenleme dini referanslar dikkate alınmadan yapılamayacak hale gelir. Peki neden özü itibarıyla dini referansları temel alan ya da dini referansları toplumsal düzenlemenin her adımında dikkate almak zorunda bırakan bir anayasaya ihtiyaçları var?
İktidar
Hiçbir iktidar, ne kadar güçlü ve etkin ordu, polis, istihbarat, yargı ve kamuoyu oluşturma araçlarına sahip olursa olsun salt bu araçlarla iktidarda kalamaz. Ha keza hiçbir iktidar üretim ilişkileri düzleminde yarattığı ekonomik gücü ile de kalıcı iktidarın koşullarını yaratamaz. Onun en az bunlar kadar hatta bunlardan daha önemlisi ‘ideolojik hegemonya’ya ihtiyacı vardır. Bu anlamda Erdoğan’ın oligarşik iktidarı güçlü bir ideolojik araca sahip, politikleştirilmiş islamın bir mezhebi esas alan yorumu. Üstelik bu ideolojik avadanlık tarihsel olarak muhalefeti ya da karşıtlığı ezmekte son derece işlevsel olduğunu defalarca kanıtlamış. Devletin müslüman olmayan azınlıkları tasfiyesinde, bağımsızlık isteyen gençlerin çivili sopalar ve kamalarla bertaraf edilmesinde, hak arama mücadelelerinin vahşice bastırılmasında, özgürlükçü aydınların saf dışı bırakılmasında…vb. Bu anlamda politikleştirilmiş islam, tarihsel olarak, ‘din elden gidiyor’ sloganlarıyla sözümona laik olan muktedirlerin elinde kitlelerin iktidar çıkarları için seferber etmede ve örgütlemede militan bir ol oynamıştır. Bu kadrolar içinde yetişmiş politik kişilikler şimdi iktidarda ve onlar  bu politikleştirilmiş islamın  toplumsal nizamın harcı olmasını istiyorlar…
Bu noktada denilebilirki, ‘zaten 14 yıldır yapılan bu değil midir?’ Doğrudur, ‘yapılanların’ en önemli ayaklarından biri budur, 14 yıldır! Dindar ve kindar nesiller yaratmak, bu amacın vakıflar, yurtlar, kurslar, evler, okullar ve müfedatın yeniden düzenlenmesi gibi araçlarını yaygınlaştırmak güçlendirmek ve etkinleştirmek. Devletin eğitim kurumlarını buna göre şekillendirmek. Daha da önemlisi  bu kurumları ve dini faaliyetleri fiziken daha büyük ve gösterişli ibadethaneler açarak görünür kılmak. Peki yetmiyor mu, yetmiyor…
Neden yetmiyor?
Çünkü  iktidarı hem çok güçlü hem çok güçsüz… Güçlü yanları hepimizin malumu iktidar tekeline sahip. Diğer iktidar odaklarını-ordu ve diğer sermaye çevrelerini- çeşitli tedbirler ve açılımlarla bir anlamda yedeklemiş, hatırı sayılır bir sermaye birikim yaratmış, güçlü ve yaygın kamuoyu oluşturma araçlarına sahip,  daha da önemlisi hala %50 seçmen desteğine sahip.  Kolluk elinde, istihbaratı tekelleştirerek eline geçirmiş… Tek başına iktidar… Kayyum sistemini hem muhalefeti susturmak hem de sermaye birikimi için fütursuzca kullanıyor.
Ancak rahat değil, tedirgin. İki büyük travma yaşadı, ödü koptu. Gezi ve 17-25 Aralık… Kürtleri dize getiremedi yedekleyemedi… Ahlaki inanırlılığı büyük ölçüde deforme oldu. Ve büyük bir beceri(!) ile son derece anlamlı bir kitleselliğin nefret objesi haline gelmeyi başardı. Ne kadar son zamanlarda bu durumu değiştirmek için çaba harcasa da dünya çapındaki hegemonlarla ve komşularıyla başı dertte; ‘değerli yalnızlık’! Ve bu iktidar kendi altında fay hatlarına sahip ve bu fay hatları devamlı enerji biriktiriyor…
Bu koşullarda ihtiyacı olan şey,  ideolojik hegemonya aracı olarak politik islama en temel toplumsal sözleşme olan anayasa içinde yer açmak, bu anlamda politik islamı temel sözleşmenin ruhuna yedirerek onu anayasal statüye kavuşturmak… İktidarını kalıcılaştırmanın yolunu bu şekilde sağlayabileceklerini öngörüyorlar… Ve bunun formülünü arıyorlar… Bir yandan başkanlık rejiminin esaslarını, diğer yandan politik islami referansların yol göstericiliğini anayasal çerçeve haline getirmek. Proje budur.
Buraya kadar ifade edilenler; iktidar muhalifi çevrelerin demokrasi, eşitlik ve özgürlük programlarının en önemli ayaklarından birinin güncelleştirilmiş deyimiyle ‘laiklik’ için mücadele olduğunu temellendirmek amacına yönelikti. Tabii ki, diğer en önemli ayak barış mücadelesi olmaya devam ediyor.
İhtiyacımız korunması değil, kazanılması gereken bir laiklik olduğu!
Ancak başka bir yazının konusu olabilecek olduğunun kaydını düşerek korunulması gereken bir ‘laikliğimizin' değil, kazanılması gereken bir laikliğimiz’ olduğunu unutmamalıyız. Kemalizmin bize bıraktığı ‘laiklik’ mirası sakattır. Dinin devletleştirimesi esasına dayanmaktadır, Ordunun ve bürokrasinin payandası olduğu bir garabettir.  Bu garabet bir yandan derinden politik islamın devlet eliyle toplumun dokularına nüfuz etmesini teşvik ederken, diğer yandan muhalefeti ezmekte bir avadanlık olarak devletin bir parçası olma sonucunu yaratmıştır. Laiklik kavramımızın içini dolduralım ve Evren paşa ve Çevik Bir laikliğinden kendimizi arındıralım.

Son not; Kürt siyasi hareketi karşıtlığı temelinde ve onların duyarlılıklarına rağmen 'laiklik' için mücadele olmaz…

21 Nisan 2016 Perşembe

AKP’NİN YENİ MÜTTEFİKİ! YENİ KUTSAL İTTİFAK!


AKP’nin kankalık düzeyinde teklifsizce kurup geliştirdiği; ‘ne istediler’ de vermedik vecizesiyle derinliğine nüfuz edebildiğimiz, birçok büyük operasyonları birlikte planlayıp uyguladıkları cemaatle kurulan koalisyon, hepimizin gözü önünde çatırdayarak çöktü. Bu çöküşün sancıları emniyet, yargı, medya alanları ve ekonomik birimler üzerinde  bizzat CB yönetiminde bir huruç karekatı olarak sürüyor. Görünen o ki, bu savaşta saray inisiyatifi ele geçirdi, eski ‘kankanın’ kolu kanadı kırıldı, büyük ölçüde etkisizleştirildi. Gerçi savaş henüz sonuçlanmış değil, devam ediyor, ancak ‘günün’ galibinin saray olduğunu söylemek yanlış olmaz…

Hakkını teslim etmek gerekir; saray, bu huruç harekatını büyük bir ‘maharetle ve hiçbir kural tanımadan’ sürdürüyor. Maharetle diyoruz, çünkü, bizzat hapislere doldurduğu ve çoğunu ‘proje davalarla’ yıllarca hapis cezalarına çarptırdığı silalı-silahsız muhalif unsurların vebalini eski müttefikine-cemaate- ciro etmeyi becerdi. Bununla da kalmadı, bu eskinin AKP karşıtı muhalif unsurlarını-ki onlar bu memlekette önemli bir güç odağıdırlar, devletin eski sahipleri olarak- yedeklemeyi başardı. Önce cemaate karşı, bir süredir de Kürtlere ve geçekten demokratik muhalefete karşı. Bu çevreler kendilerini yıllarca hapislerde yatıran ve ağır hapis cezalarına çarptıran ve sonra da ustaca bir manevrayla ‘biz yapmadık, cemaat yaptı’ diyerek zorunlu olarak bu yönelimden çark eden AKP’nin safsatalarına inandılar ya da inanmış görünüyorlar. Daha da çok serbest bırakılmalarının diyetini ‘devletin ali menfaatleri’ni düstur edinmiş kişilikler-kurumlar olarak AKP’ye ve saray’a ödüyorlar. 

Hiçbir kural tanımadan diyoruz, çünkü saray komutasında yürütülen operasyonlar, tıpkı  Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde yapıldığı gibi hiçbir evrensel ya da yerel hukuk kuralı tanınmadan uygulanıyor. Şimdi cemaate karşı ve daha da önemlisi aynı zamanda demokratik muhalefete karşı. Görünen o ki, ‘ergenekoncuların ve balyozcuların’ kahir ekseriyeti, kendilerine uygulanana tıpatıp  benzer hukuk dışı süreçlere şimdi maruz kalanlara karşı hiçbir empati duymuyor ve yapılanlara hiçbir itirazı yok. Tam tersine hararetle destekliyorlar.

Bu sürecin öne çıkan karakteristiklerinden biri askeriyenin bir süredir kısılmış sesinin yeniden çıkmaya başlamış olmasıdır. Bilindiği gibi özellikle 90 yıllık cumhuriyet tarihinin temel iktidar odağı, kimi zaman doğrudan iktidarı üstlenerek bizzat, çoğu zamanda sütre gerisinden hep cihet-i askeriye olmuştur. Cihet-i askeriye daha çok Kürt kalkışmasını ne pahasına olursa olsun halletme ortak zemininde Saray ve AKP hükümeti ile yeni bir müttefik olarak anlaşmış görünüyor. Ki bu ortak zemin, eşyanın tabiatı gereği silahı elinde tutanın sesinin süreç içerisinde daha güçleneceği bir zemindir. Başka bir deyimle savaş hali, askeriyenin eski mutlu günlerine dönüş umudunu diri tutmasına; bir çok tasfiye ile darbeler alan muktedir yapısını, yaralarını sararak yeni bir düzlemde yeniden inşa etmesine vesile olabilecek gibi görünüyor. Bu durum aynı zamanda, askeriye ile devletin yeni sahipleri ya da sahiplerinden biri olmak için 14 yıldır çırpınan islamcı oligarşi arasında yeni bir kalıcı ittifak koşullarının hem uzlaşma hem de çatışmalar içeren konjonktürel  hesaplaşması daha bir süre devam edecek anlamına geliyor. Geçmiş 14 yıllık süreçte yaşananlar, islamcı oligarşi açısından iktidarını sağlamlaştırdıkça geleneksel devlet politikalarıyla uzlaşma yönünü bütün barizliğiyle açığa çıkardı. Bu yönüyle bugün iktidar kaynaklı uygulamaların ’12 Eylül’ rejimi uygulamalarıyla karşılaştırılıyor olması tesadüf değildir. Aynı zamanda askeriyede ‘devletin ali menfaatleri’ temel alındıkça, ‘vatan sınırlarının tehikede’ olduğu koşullarda, hele hele saray olgarşisinin fetihçi ve savaşçı özellikleri devam ettiği sürece,  islamcı ideolojiyle ve onların temsilcileriyle birlikte iktidarı paylaşmayı içine sindirebileceğinin bir çok işareti şimdiden görülmektedir. Bu anlamda askeriye eski askeriye değildir. Kaldı ki yeni iktidar sahiplerinin dayandığı %50’lik oy desteğinin dikkate alınmamasının mümkün olmadığı koşullarda. Üstelik şehirlere bile tanklarla girme imkanını buldukları bir konjonktürde. Ve nitekim ciheti askeriye de artık operasyonlarını tekbirler eşliğinde ve esedullah timleriyle birlikte yapma noktasına geldi.

Tabii ki, yeni ittifakın tesis edilmesi ve kalıcı hale gelmesi süreci çatışmalarla dolu gelişmeler ve gerilemelerle sürecek. Nitekim islamcı  iktidarın keskin nişancı tetikçileri, ön cephe savaşçıları, piyonlar genel kurmaya yönelik salvo atışlarını ‘cemaate karşı tavır alınmadığı’ noktasından başlattılar. Sarayın 30 Ağustosta askeriye içinde yeni tasfiyelere gideceği psikolojik terörü ile birlikte.


Bu savaşçı, fetihçi kutsal ittifakı dağıtacak olan açıktır ki, başta sosyalistler olmak üzere bütün demokratik muhalif güçlerin; Kürt halkının özyönetim mücadelesini, işçi ve emekçilerin hak ve örgütlenme mücadelelerini, gençlik ve kadın mücadeleleri ile birleştirme becerileri olacaktır. Gün özgürlük ve demokrasi için ve seküler yaşam alanlarımızı korumak için ve barış için direnme günüdür. Özellikle barış, çünkü bu muktedirlerin ittifakı, içte ve dışta savaş zemininde güçlenmektedir.

12 Nisan 2016 Salı

TÜRKİYE, NEREYE DOĞRU? BU TERAZİ BU SIKLETİ ÇEKER Mİ?


AKP’nin hedefi, Erdoğan’ın bir zamanlar sarfettiği sözlerine bakarsak, 2071’i öngörüyor. Ne kadar arzulu, hırslı olursa olsun her şeyden önce doğanın acımasız yasalarının kişisel ikbalinin o tarihlere ulaşmasına meydan verip vermeyeceğinden bağımsız olarak; bu perspektifle,  gerçekleştirmek istediği sünni-muhafazakar ve faşizan rejimin kurumlaşmasından ve geleceğe kalmasından ve bir yandan da taraftarı konsolide etmek bakımından bir propaganda sloganı olarak dem vurduğu açık… Bırakın 2071 hedefini, daha güncel 2023 eşiğine ulaşılıp ulaşılamayacağı başlı başına tartışılmaya değer bir konu.

AKP ve Dış politika…
Bu açıdan çeşitli alanlardaki AKP potansiyelinin başlıklar halinde de olsa tahlil edilmesi gerekiyor. Malumu ilan ederek başlamak gerekirse AKP ‘dış’ müttefiklerinden büyük ölçüde izole olmuş durumda. Şimdiki başbakanın  bir süre önce veciz bir şekilde ifade ettiği gibi Türkiye ‘değerli bir yalnızlık’ içerisinde. AB troykası ‘mülteci santajı’ ile marke edilmiş olsada mevcut gidişata ilişkin hoşnutsuzluklar  resmi gayrı resmi yollardan sık sık dile getiriliyor. Bu alanı izleyenlerin kolayca farkedecekleri gibi, batı emperyalistleri açısından AKP dış politikası sabitinden kurtulmuş bir mayın olarak  hegomonya alanları denizinde ‘tehlikeli’ bir biçimde dolaşmaktadır. Ancak batının iktidara yönelik rezervlerininve itirazlarının tamamen kendi emperyal çıkarlarına bağlı olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Bu anlamda bu itirazlar henüz bu iktidardan vazgeçtikleri anlamına gelmiyor.
Kala kala ortada teklifsiz dostlar(?) olarak Suudiler, Katar ve Bahreyn kalmış durumda. Azarbeycan bile İsrail’le geliştirdiği sıkı ilişkiler ve mutlaka hesaba katılması gereken Rusya faktörü dolayısıyla ‘teklifsiz dostlar’ arasında sayılabilir mi, bilmiyorum. Bölge başta olmak üzere hırsı boyundan büyük, aynı zamanda hiçbir rasyonel hesaba dayanmayan yayılmacı dış politikanın fiyaskoyla sonuçlandığı herkes tarafından görülüyor. Şimdi gelinen noktanın birkaç yıl öncesine kadar neredeyse baş düşman ilan edilen israil ve Mısır’la ilişkilerin gayrı resmi olarak yeniden inşa edilmesi çabaları olması durumu yeterince açıklıyor sanırım.

AKP ve iç politika…
AKP itidarının bizzat Erdoğan tarafından belirlenen mevcut iç siyasetine baktığınızda tuhaf bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. 41 milletvekili fazlalığıyla-salt çoğunluk bakımından- tek başına iktidar olan bir partinin, üstelik diğer partilerin biraraya gelme yeteneği geliştirseler bile salt çoğunluğun çok altında kaldığı koşullarda bu ölçüde saldırgan bir politika izlemesi; tuhaf(!) olan bu. Üstelik en kötü şartlarda sahip olduğu, bütün iç-dış dost ve düşmanlarının dikkate alması gereken %50’lik kitle desteğine rağmen.  Denilebilir ki, parlamento çoğunluğu son tahlide bir şey ifade etmez. Nitekim en son 28 Şubatta ve bir çok örnekte bunu yaşadık…
Ancak yine takdir edilmelidir ki, durum önceki örneklerinden çok farklı, artık… Tamamen denetim altına alınmış bir İstihbarat teşkilatı ve kolluk-polis- gücü… Diğer yandan ‘cemaat’ yerine bir koalisyon ortağı olarak ikame edilmiş ordu. ‘Cemaat’le benzeştirme yapılması, yeni ortağın, içinde yapılan bütün tasfiyelere rağmen pek de istikrarlı bir müttefik-ortak- sayılmayacağına dair bir şerh düşme kaygısıyladır.  Bugün bu koalisyonun esas itibarıyla Kürt politikası ve bunun bölgesel tehlikelerinin zemininde vücut bulduğunu ve bu zemin kadar güçlü ya da zayıf olduğunu belirtmek gerekir. Bütün iktidar tepelerinden seslendirilen ‘kahraman ordumuz’ edebiyatına rağmen, en azından yandaş kalemşörlerden beslenen güvensizliği anlamak mümkündür.
Yargı, son birkaç yılda pervasızca sürdürülen tasfiyeler sonucu büyük ölçüde ‘cemaatten’ arındırılarak sayıca çok etkin olmamakla birlikte ‘ulusalcı’larla da ittifak yapılarak denetim altına alınmıştır. Öyle ki artık neler yapılması, kimlerin hangi suçlardan soruşturmaya uğraması ya da tutuklanması gerektiğine iktidarın en tepesi alenen karar vermektedir. Acıklı olan bu yönlendirmelerin yargı düzeyinde karşılık bulmasıdır.
Ekonomi  son derece kırılgan bir yapıya sahip olsa da-sıcak ve kaynağı büyük oranda belirsiz para girişine dayanması bakımından- kredilendirme yoluyla kitleleri kendine bağlayarak sürdürülebilir durumda görünüyor. AKP iktidarı dayandığı sermaye kesimlerini hızla geliştirip güçlendirirken, kendisine yönelik tereddütlü yaklaşımlara sahip ‘İstanbul sermayesini de’ yedeklemiş görünüyor. Ha keza yazılı ve görsel basın-eğer bir oranla ifade etmek gerekirse- %95 ele geçirilmiş durumdadır. Diğer kısmı ise büyük bir tehdit ve baskı ortamında varlık ve yokluk savaşı vermektedir. Yazılı ve görsel basının büyük  çoğunluğu tetikçilik yapma düzeyinde bir ‘yandaşlık’ potansiyeli gösterirken, diğer ‘güçlü’ kesimi de diz çöktürülmüş, teslim alınmıştır.
Sendikalar alanında AKP TÜRK-İş’i -doğası gereği- iktidara yedeklemiş, DİSK, KESK ve kimi diğer sendikalar dışında güçlü bir hakimiyet alanı oluşturmuştur.
YÖK vasıtasıyla akademiya bürokrasisinde birkaç üniversite dışında  tam bir hakimiyet alanı oluşturmuştur.

AKP,  iç politikada  zaaflı alanlar…
Çok açıktır ki, bu başlıkta öncelikle üstesinden gelinemeyen ve yok edilemeyen Kürt siyasi direnişinden söz etmek gerekir… Bu satırların sahibi 7 Hazirandan beri  sürdürülen yoketme ve imha politikalarının esas hedefinin ‘terörizm ve teröristler’ başlığı altında; ‘başkanlık rejimi’ hedeflerini suya düşüren HDP olduğu kanaatindedir. Ama görünen odur ki, bu amansız imha politikaları ve HDP’yi siyaset alanından tasfiye etme çabaları sonuç vermemektedir. Nitekim son olarak ‘dokunulmazlıkların kaldırılması’ gibi son derece netameli –AKP içi bakımından- bir noktaya gelinmiş olması açısından HDP hala başkanlık rejimi hayallerinin önünde ciddi bir engel olarak durmaktadır. Ve üstelik her ne kadar Türkiye sathına anlatılması bakımından zaaflı bir durum ifade etse de- orta vadede- tutarlı, demokratik bir alternatif rejim önerileri paketine sahip olarak.
CHP bütün politik zaaflarına-devlet partisi olma anlamında- ve ciddi siyasi yönelim eksikliklerine-Kürt sorununa mesafeli yaklaşımları- rağmen nicelik olarak en güçlü ve ciddi bir muhalif güç olarak AKP tarafından etkisizleştirilememiştir. Çok açıklıkla görünen odur ki, CHP Kürt sorunu ile içsel bir bütünleşme sağlayabilse ortaya çıkacak sinerji  AKP iktidarı için en hayati tehlikeyi oluşturacaktır. Ancak iktidarın ‘terörizm ve teröristler’ başlığı altında sürdürdüğü amansız kampanya, devlet kurucusu reflekslerinden bir türlü kopamayan CHP’yi paralize etmektedir.
Etkililik bakımından Cumhuriyet başta olmak üzere, Birgün, Evrensel… vb. basın organları, ve sayıları çok az olan görsel medya ve internet medyası gerçekten kahramanca ve tavizsiz  bir mücadele vermektedir. Mali ve cezai akılalmaz saldırılara rağmen sindirilememektedirler. İktidar tarafından sosyalist kişi ve partiler, kadın hareketleri, başta Disk ve KESK olmak üzere sendikalar ve odalar ve sivil toplum kuruluşları, barış ve demokrasi talep eden akademisyenler, gazeteciler ve aydınlar,  gençler, demokratlar etkisizleştirilemiyor.
Ezilen işçi ve emekçilerin kitlesel hareketliliği henüz AKP iktidarını tehdit edecek boyutlarda değil . 12 Eylül döneminde başlatılan ve halihazırdaki iktidar tarafından sürdürülen sendikasızlaştırma, ezilen sınıf ve tabakaların örgütsüzleştirilmesi çabaları hala etkisini koruyor. Buna rağmen kimi sınıf hareketliliklerinin son dönemlerde görülüyor olması önemli ve umut verici gelişmeler. Kaldı ki, iktidarın servet dağıtma politikaları çerçevesinde sürdürdüğü doğa tahribatına yönelik talan projeleri kitlesel tepkilere maruz kalıyor. Nükleer santrallere, Hes ve termik santrallere karşı yürütülen etkili mücadeleler hem döneme özgü demokratik, örgütlü inisiyatifleri ortaya çıkarıyor hem de kitlesel tepkiyi üretiyor.
AKP iktidarı açısından zaaflı alanlara işaret ederken AKP içindeki kopuş potansiyellerine işaret etmemek olmaz. Bel bağlanacak olup olmaması tartışmalarından bağımsız olarak AKP içindeki fay hatlarını dikkate almamak rasyonel bir tutum değil. Ne zaman fiile dönüşeceği belli olmasa da, bu fay hatlarının ciddi enerji biriktirdiği günlük basından bile takip edilir hale geldi. Bu fay hatlarının harekete geçmesinin önünde Erdoğan hem bir engel, hem de bir tetikleyici rol oynuyor. En ince ayrıntıda bile gündem belirleyen ve tüm yetkiyi elinde toplayan ‘başkan’ kaynaklı agresif politikalar hem sindirici, hem de kaynayan kazanın altındaki ateşi harlayıcı bir rol oynuyor. Bu cümleden hareketle AKP ve bir zamanlar sahip olunan ‘dava’, iktidar alanını hızla daraltan ve oligarşik yapılanmayı geliştiren Erdoğan ve yakın çevresi tarafından araçsallaştırılmaktadır.  Ve bu durum her geçen gün daha da görünür olmaktadır. Bu alanın harekete geçmesinin bir diğer önemli boyutu da İktidardan nemalanan sermaye çevrelerinin giderek artan zenginleşme sürecinin akamete uğraması ihtimali olduğunun altını çizmek gerekir.

Neden ‘tuhaf’
Demokratik ve sosyalist direniş odaklarına rağmen, iktidarını tehdit eden güncel bir tehlike olmadığı halde, iktidarının sahip olduğu güçlü avantajlara rağmen Erdoğan’ın şahsında iktidar neden agresif politikalarında her an ‘el yükseltmekte’dir? Başka bir deyimle bu avantajlara rağmen neden ‘rahat’ değildir?
Bunun esasta birbirini besleyen iki nedeni var; bir ve en önemlisi siyasette ‘tam tekel’ peşinde olması. Başka bir deyimle  iktidar sahiplerinin hedefinin despotik ve totaliter bir rejim inşa etmek  olması. İkincisi gezi direnişi, Kürt direnişi, 17-25 Aralık soruşturması teşebbüsleri,..vb gibi kalkışmaların etkisini hala üzerlerinden atamamış olmaları.

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...