28 Eylül 2016 Çarşamba

HARUKİ MURAKAMİ VE ZAMANIN RUHU


“İnsanlar kötüydü, kitaplara sığındım...”
Cemil Meriç

Murakami okuyorum, bir süredir.  Hani şu bir süredir batıda da son derece popüler olan Japon yazar. Çağdaş edebiyatın en çok söz edilen yazarlarından biri, bugünlerde. Yazdıkları büyük ilgi görüyor, Japonya’da da, batıda da... Hatta nobel adaylığından söz edilir oldu.

Dört kitabını okudum, şu ana kadar... Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları, Yaban Koyununun İzinde, Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında, Sputnik Sevgilim..

Doğrusunu söylemek gerekirse adam beni de kucakladı. İlgiyle okudum. Okuduğum kitapları mı, öyleydi bilmiyorum, roman kahramanları en fazla kırklı yaşlarda... Çocukluklarından, daha da çok ergenlik yaşlarından başlayarak bu yaş grubunu; bunalımlarıyla, yalnızlıkları ve dertleriyle bir çeşit otopsi masasına yatırıyor. Herkes kendinden, o yaş dönemlerinden bir şeyler bulabilir. Bu anlamda evrensel... Heyecanla ve merakla okuyor, insan ruhunun derinliklerinde dolaşıyorsunuz. Son derece kolay anlaşılır ve okunur bir uslupla insana dair kuvvetli mesajlar veriyor.

Ancak bana batan bir şeyler var, kitaplarında; neler mi onlar?

-Sanki özel olarak 'entelektüel batılı okur' hedef alınarak yazılmış, gibiler... Bu özellik bazen çok göze batar hale de geliyor. Hani 'ben de-tabii ki kahramanlarım da- sizden biriyim' der, gibi. Kahramanları-ki onlar Japon- birer seçkin batı kültürü uzmanları ve hayranları...Batının klasik, modern edebiyatına hakimler… Batının klasik müziğini, jazz, blues, soul, rock'nroll vb müzik akımlarını neredeyse bir uzman derecesinde biliyorlar ve sanki sadece onları dinliyorlar, takip ediyorlar... Piyano eğitimi almışlar ve  Nat King Cole'un bir parçasına meftunlar, Mozart'a hastalar, Brahms, Schubert ve Bach hayranılar. Onlar ‘BMW’nin koltuğuna kurulup Schubert’in Winterreise’nın tadını çıkarırlar’.

-Kahramanlar 'bira' içmiyor, Amstel, Heineken..vb ünlü markalar içiyor. Neden özellikle markalarıyla söz edilir, bilemedim. Şarap, viski...vb bütün içki türlerinde son derece bilgililer, yüksek beğeni düzeylerine sahipler. Hangi şarap'ın, hangi yılın hasadının en iyi kalitede olduğunu bilirler. Su değil, Perriere içerler...Polo tişört ve bilmem ne marka pantolon ya da etek giyerler. Batılı markalar bunlar. Toyota'nın, BMW'nin, Citroen'ın, Alfa Romeo'nun bilmem hangi model arabalarına binerler...

Dolayısıyla kitaplarında biraz kaba bir-eskilerin deyimiyle malumat füruş'luk- çok bilmişlik-batı kültürüne dair- var, sırıtıyor...

Hayır, hayır! ‘Japonsun, sen Japon kal’ mantığına sahip değilim. Ya da ‘bize Japon’u anlat, folklorunu anlat’ sığlığında da değil… Ha keza Murakami’nin tasvir ettiği kahramanlardan Japonya’da yüzbinlerce de olabilir, vardır. Aslında sorun, bir yanıyla Japon yer ve kahraman isimlerini kitaplarından çıkarsanız, bir batılı yazardan farkının kalmayacak olması, Yani, sorun Murakami kitaplarının sayfalarından kaba bir batı hayranlığının sızıyor olması. Sorun, bence burada. Aslına bakarsanız bu bir ‘hayranlık’ olarak da nitelendirilmemeli, belki,  Çünkü kurgusal, bir amaca yönelik olarak yapılandırılmış güzellemeler bütünü. Murakami, batılı okura sanki şöyle der gibidir; ‘şimdi ben size ‘bizi’ anlatsam, en fazla egzotik merakları olanlarınızın ilgisini çekebilirim, oysa benim derdim başka’.

Bu dert, amaç nedir mi, diyorsunuz, batıda da tanınır olmak, bu anlamda daha geniş bir şöhret alanına sahip olmak, daha çok kazanmak ya da nobel’e doğru adım atmak. Ya da bunların hepsi...

Ne zaman ki, roman, edebiyat her ne ise o, ticaretin ve dolayısıyla bir endüstri olarak pazarlamanın metaı haline geldi; edebi kaygılar yanında, pazarlama ve kârın yazarlar tarafından dikkate alınması kaçınılmaz(?) oldu. Hani ‘zamanın ruhu’ dedikleri.

Kapitalizm ve piyasa biraz zor da olsa ve nihayetinde bu kutsal ve kendine özgü insanlık değerlerinin son kalesini de kuşatmış bulunuyor. Son sığınağımız edebiyat da elden gidiyor mu?

11 Eylül 2016 Pazar

ALTAN BİRADERLER VE HAZİN SON…



Bence ayrı ayrı değerlendirilmeyi hakediyorlar…
A. Altan...
Bir dönemin muktedirlerinin hazırladığı proje gazeteciliğinin-rakibi saf dışı etme projesi- genel yayın yönetmeni. Yönetmenliğine AKP destekçiliğiyle başladı. 'Askeri vesayete(!)' karşı mücadele de bugünün saray iktidarına, o zaman şartsız kayıtsız omuz verdi. Gözü öylesine kararmıştı ki ya da öylesine bir gazetecilik(!) şehvetine kapılmıştı ki kendisine bavullarla gelen uydurma bilgi ve belgeleri yayınlayarak devasa bir komplonun tetikçisi oldu. Birçok insanın mağduriyetine yol açan sürecin köşe taşlarının döşenmesine yardımcı oldu.
Ta ki, gazetesinin 'gerçek' sahibi o günkü iktidarla boğaz boğaza gelene kadar. O andan itibaren sert muhalefet yürütmeye başladı. Çok geçti. İnandırıcılığını tamamen yitirmişti. İtibarını sıfırlamıştı.
En büyük hassasiyeti olduğunu iddia ettiği askeri vesayetin temel direği şahsiyetler, kendi gazetesinin destek verdiği davaların bir bir çökmesiyle serbest kaldılar. Uydurma delillerle ve aleni hukuksuzluklarla açılan davalarda bir çok masum insanla aynı torbaya doldurulan gerçek darbeci ve kontracılar da 'aklanmış' olarak tahliye oldular. Askeri vesayete karşı mücadele niyetiyle hararetle destek verdiği, görmezden geldiği hukuksuzluklar ve  provokatif yayıncılık nedeniyle gerçek suçlular da 'ak'landılar. Tam tersi askeri vesayet şimdi eskisinden daha güçlü. Bu da onun ilahi cezası, kişisel azabı herhalde... İşin acıklı tarafı odur ki; bir zamanlar hararetle desteklediği saray iktidarı askeri vesayetle bütünleşti.
Benim için bu hazin deneyden çıkardığım iki hisse şu: En büyük tehlike, kötülük diye bellediğiniz hedefe karşı mücadelede her türlü aracı mübah, her türlü provokasyonu göz yumulabilir, her türlü haksızlığı, hukuksuzluğu 'ayrıntı' görürseniz, her türlü ortaklığı içinize sindirebilirseniz; sonuç olarak o kötülüğü güçlendirmiş, o tehlikeyi büyütmüş olursunuz. Bugün olan budur. Hedefinizi gerçekleştirmek için başvurduğunuz araçlar, sandığınızın aksine, hiç de önemsiz ve tali değildir. Makbul ve doğru olmayan araçlar sizi hedefinize ulaştırmaz. Ya da araçlarınızın niteliği sizin hedefinize ulaştıktan sonra nasıl bir kimlik kazanacağınızın da işaretlerini verir.  
İkincisi, gazetecilik halkın doğru bilgilendirilmesidir ve bu meslekte ne olursa olsun gerçekler esas alınır. Gazeteci için en tehlikeli alan bir yandan kimi iktidar sahiplerinin maddi çıkarlarının genişletilmesi mücadelesi(!) vermekse; diğer yandan muktedirler arasındaki çatışmaların koç başı rolü oynamaya soyunmaktır.
M. Altan…
Onun temel hassasiyeti ‘ne olursa olsun AB üyesi olmak’ noktasında düğümleniyordu. Onun için bu ideal, memleketi her türlü ‘dertten’-askeri vesayet dahil- kurtaracak(!) bir mahiyet arzediyordu. Bu amaca müthiş bir tutkuyla bağlıydı. Her konuşması ve hatta paragrafının ana teması AB üyeliğiydi. İlginçtir bu tutkusu onun aynı zamanda aşil topuğuydu, tam da oradan yakalandı. Sonradan saray iktidarı haline gelen AKP hükümetinin ilk yıllarında, AB’ye üye olmak için gösterdiği çabalar(!) ve azim(!) M. Altan’ı mest etmişti. O da böylece ‘politik’ kariyerine ‘AKPperverlikle’ başladı, diğer kardeşi gibi… İktidar sahipleri AB üyeliği hedeflerinden uzaklaştıkça o da muhalif olarak konumlandı. Gezi direnişinden sonra kendisine sunulan her türlü olanağı sert bir muhalefet yürüterek kullandı.  
Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, M. Altan saf kötülüğün ‘aleti’ olmadı. Bir tertibin ve provokasyonun içinde yer almadı. Belki onun için günün moda deyimi ‘kandırılma’ ve iyi niyetlerinin kurbanı olma sıfatı kullanılabilir.
Bu son cümle, diğer kardeşin bilinçli bir kişisel seçim ve iradeyle iktidar sahipleri çatışmasının ve provokasyonun aleti olduğu iddiası taşımaz. Bunu nacizane ben bilemem. Olsa olsa ve sadece yayın politikasıyla yüzlerce masum insanın-ve dolayısıyla yakınlarının çektiği acıyla- mesleğinden olmasıyla, yıllarca hapiste kalmasıyla, hapishanede ölmesiyle, intihar etmesiyle oluşan ‘saf kötülüğün’ müsebbiplerinden biri olduğu anlamını taşır.
Sonuç olarak…
Altan kardeşlerin birlikte yola çıktıkları arkadaşları Yıldıray Oğur, Melih Altınok, M. Esayan..vb’nin demir attıkları zavallı ve sefih konum dikkate alındığında; onların vardığı yer yine de bir ‘olumluluk’ olarak işaretlenebilir. Bu da benim ‘saflığımın’ yolaçtığı bir not düşme kaygısı olsun.
Cengizhan Güngör

8 Eylül 2016 Perşembe

EY ‘DEVLET AKLI’ GELDİYSEN MASAYA VUR ve SURİYE ÇIKARTMASI!


Kimi siyaset erbabı sık sık ‘devlet aklından’ dem vurur. Devlet refleksiyle yaşanılan gerçeküstü(!), son derece yıkıcı ve ülkenin geleceğinin tahrip edildiği gelişmeler karşısında ‘devlet aklının’ bir gün gelip galebe çalacağına, rasyonalitenin galip geleceğine olan  olan inanç daha bir kuvvetlenir, kimi çevrelerde…

Devlet aklı denilen bu refleksin kimi zaman boy göstermediği de söylenemez doğrusu. Örneğin ‘TSK’nın son söze sahip olduğu dönem öyle bir aşamaya ulaşır ki, bu tahakküm devletin tepelerinde tartışma konusu olur. Kürtlerin varlığının bile şiddetle reddedildiği dönemlerde bir bakarsınız taraflar masaya oturmuşlardır. Yakın tarihe gidilecek olursa; ‘tek partili rejim’ devletin bekasını sağlayamayacak olduğunda ‘çok partili rejime’ geçilir. Grev hakkı ve sendikal örgütlenme hakları tanınır.

Görünürde ve esasa ilişkin bir ‘rejim’ değişikliği olmadığı halde ‘devlet aklı’ denilen güç harekete geçer ve o zamana kadar uyguladığı temel politikalardan vazgeçer. Tabii böylesi önemli sıçramaların yaşanabilmesi bir çok etkene bağlıdır. Başta bu değişiklik arzusunun toplumsal bir talep haline gelmesi ve devletin kapısına dayanması gerekir. Yani süreç ‘alttakilerin’ değişim taleplerine ne kadar etkin bir şekilde sahip olduğu ve bu kuvvetli kitlesel taleplerin egemen sınıfların dayanışmasını ne ölçüde etkileyebildiği ile ilgilidir. İşte o zaman potansiyel bir güç olarak ‘uykuda’ olan devlet aklı harekete geçer, bu temel politikalarda ısrar edildiği takdirde ‘devletin bekasının’ tehlikede olduğunu farkeder ve devletin varlık temelini sarsmayacak değişikliklere razı olur.  Eğer ‘devlet aklı’ bütün uyarıcı etkenlere rağmen harekete  geç(e)mezse, ya devrimler olur ya da devlet bir egemen kliğin elinden diğerine-genellikle zorla- geçer.

Sadede gelmeden önce devletin ‘akılsızlığının’ esas, ‘akıllılığının’ ise tali ve arızi olduğunu belirtmek gerekir. Bunun neden böyle olduğuna ilişkin sorunun cevabını ise devletin varoluşuna içkin tarihsel süreçlerde bulabiliriz. Bu yazının konusu bu değil…

SURİYE’YE ASKERİ MÜDAHALE!
Devlet, konjonktürel olarak ona hakim olan sarayın kararı ile TSK’nı Suriye topraklarına soktu. Bir açıdan bakıldığında devlet ‘akılsızlığının’ yeniden  galebe çaldığı söylenebilir. Çünkü bu süreç bir çok açıdan uzun vadede 16. Türk devletinin sonunu hazırlayacak gelişmelerin fitilini ateşleyebilir.  Ve görünen o ki, devlete hakim olan muktedirler ve devletin temel unsurları bu macerayı bir çeşit oy birliği ile destekliyorlar. Üstelik toplumsal refleksler açısından bakıldığında bu müdahaleye yönelik muhalefetin de son derece marjinal olduğu söylenebilir. Tam tersine toplumsal refleksin de devlet tarafından müdahale lehinde oluşturulduğu/manipüle edildiği söylenebilir.

Bırakın bir çok diğer son derece önemli saiki bir kenara, bu ülkede ciddi bir nüfus potansiyeline sahip ve bin yıldır sarsıntılarla da olsa bir şekilde sürdürülen Kürtlerle Türklerin kardeşliği sona erebilir-maazallah- ve korkulan gerçekleşir; ülke bölünür! Suriye müdahalesinin en çok endişelenilmesi gerek çıktısı, maalesef bu olabilir.

İktidar öteden beri sahip olduğu bölgesel hegomonya arzularından vazgeçmiş değil. Tam tersine harekatın her günü yeni hedeflere-en son Rakka- talip olunduğu açıklanarak bu arzunun ne kadar kuvvetli olduğu özellikle vurgulanıyor. Bizatihi bu hegemonal hedeflerin ifade ettiği potansiyel tehlikeler bir yana, harekatın hiç saklanma ihtiyacı duyulmadan açıklanan hedeflerinden birinin Kuzey Suriye Kürt kantonları olması bir çeşit akıl tutulmasına işaret ediyor.  İktidar ‘Kobani eylemleri’ diye tarihe geçen kalkışmadan hiçbir ders almışa benzemiyor. Daha ötesi bu bir taraftan darbelenen Kürtlerin ‘bu taraftan’ tepki verebileceği görmezden geliniyor. Üstelik 35 yıldır savaşan silahlı güçlere ve kuvvetli siyasi ve sosyal örgütlenmelere sahip Kürtler görmezden geliniyor.

Devlet Kürtlerin silahlı güçlerine, siyasi oluşumlarına, sivil toplum kurumlarına ve yerel yönetimlerine karşı 7 Haziran’dan beri yıkıcı bir savaş sürdürüyor. Kimse inkar edemez ki, bütün bu süreçte yaşananlar ortak duygulanımları ve birlikte yaşama arzularını dinamitliyor. Üstelik Kürtlerin silahlı örgütü olan PKK’nın da birlikte çözüm imkanları arayışını terk ederek daha bölgesel çapta ve Kürtler açısından meselelere baktığının işaretlerinin çoğaldığı bir dönemde. Ve bölgesel çapta Kuzey Suriye’de dahil bütün bölge Kürtlerinin son derece örgütlü olmanın gücünü tattığı ve uluslar arası arenada itibar sahibi olmalarının olanaklarına özgüvene sahip olduğu bir dönemde.

Devlet ya bin yıllık kardeşlik efsanesine çok fazla inanç besliyor, ya Kürtler arasındaki çelişkilere fazlasıyla bel bağlıyor, ya müttefiklerine, ya da kendi ezici gücüne ve baskıcı tarihine çok fazla güveniyor.

‘Savaş istemiyoruz, Barış istiyoruz’, ‘Yurtta da barış, bölgede de barış’ çığlığı toplumsallaşmadıkça ve yaygınlaşmadıkça ülkemiz tehlikeli bir girdaba sürüklenmekten kurtulamayacak. Ancak bu şiarın kısa ve orta vadede baskın hale gelebileceğinin işaretleri de ufukta görünmüyor, maalesef!

Cengizhan Güngör

2 Eylül 2016 Cuma

CHP TAKINTISI(!) YA DA LAF OLA TORBA DOLA(MI?)…



“…CHP, sosyal demokrat kimlikli bir parti olarak; Çoğulculuk ve katılımcılığı, İnsan Haklarını, özgürlük ve hukuk devleti kurallarına sahip çıkmayı, Azınlık haklarına saygıyı, Eşitlik ve adalet ilkelerini, Dayanışmayı, Barış ve hoşgörüyü, Emeğin önceliği ve bütünlüğünü, Çevrenin ve doğanın korunmasını, Yani sosyal demokrasinin çağdaş evrensel değerlerini her koşul ve ortamda sahiplenir, politikalarında rehber olarak değerlendirir….
Parti programından


Arkadaşlarım diyorlar ki, ‘kardeşim sana ne, neden CHP yönetimi ile uğraşıp duruyorsun. Sen sosyalist bir adamsın. Sen ‘size’ bak. Ayrıca bu bir devlet partisi, kurucu parti. Ondan ne beklenebilir ki?’.

Haklılar mı, değiller mi?

Yukarıdaki parti programından aldığım pasaja bakarsanız, demokratların, sosyalistlerin bu partiden bir takım beklentileri olması doğal görünüyor. İddialı hedefler. Bu pasajdan öte daha iddialı hedeflerin belirlendiği CHP metinlerine de rastlamak mümkün kuşkusuz. Kaldı ki, içinde, tabanında binlerce demokratı barındıran bir parti. Parti meclisinde, milletvekilleri arasında birçok tutarlı demokrat var.

Diğer taraftan ‘devlet kurucusu’ bir parti, evet! Genetik kodları ‘ne olursa olsun aslolan devletin bekası’ anlayışı tarafından şifrelenmiş. Bu da doğru. Geleneksel olarak diğer sosyal demokrat partiler gibi ‘işçi hareketleri temelinde yükselmiş/oluşmuş bir parti’ değil. İşçi hareketiyle anlamlı bağları olan bir parti değil.

Meselenin farklı cephelerini yansıtan bu değerlendirmeler bir bütün olarak CHP’nin fotoğrafını yansıtıyor, kuşkusuz. Bu çelişkili bir manzara. Uzlaşmaz çelişkilerin partisi…

İyi de bu çelişkiler bir sosyalist olarak benim çelişkilerim değil ki. CHP’nin çelişkileri. Dolayısıyla diyorum; sosyalistlerin CHP’yi-bir kitle partisi olarak- etkilemeye çalışmasından daha doğal ne olabilir? Tabii ki, kendi özgün programlarından taviz vermeden, kuyrukçuluk yapmadan.

Peki umutsuz bir çaba mı? Hem evet, hem hayır! 60’lı yılların sonunda başlayan ve 70’li yıllar boyunca devam eden CHP’nin ‘değişim’ sürecine bakarsanız, CHP’nin daha ‘iyi’ zamanlarını da gördük, deyip umutlanabiirsiniz; ya da çeşitli dönemlerdeki kritik çıkışlarını dikkate alarak… Son zamanlarda yeniden nükseden ‘genel kurmay brifinglerine yönelik hassasiyetlerini’ dikkate alarak da umutsuzluğa kapılabilirsiniz, tabii ki…

CHP’nin YAKALANDIĞI AMANSIZ ‘KÜRT KAPANI’…
HDP ile birlikte fotoğraf vermeme kaygısı, bu partiyi felç ediyor. ‘Terörizmle anılmak ve bölücülük’ propagandalarına karşı bütün demokratik duyargaları etkisizleşiyor bir tür zombi haline dönüşüyorlar. Yumuşak karınları burası… Aşilin topuğu gibi. Devlet refleksi ve muktedirler buradan yakalandığında CHP ökseye yakalanmış kuş gibi. ‘İçindeki devlet’ şahlanıyor.

Bu nedenle, Kürt illerinin yerle yeksan edilmesi ona tesir etmiyor, sivillerin ölmesi, hukuksuz gözaltılar, kayıplar, kitlesel göçler onu ırgalamıyor. Dış ses ‘ama hendek kazmışlar, ama silahları var’ deyince iş bitiyor. ‘Nedeni, niçini’ artık onları ilgilendirmiyor. ‘İyi de bu yaşlı amca ve teyzenin bu sabi sübyanın ne günahı vardı’ diyemiyor. Barış için imza veren akademisyenler, aydınlar olmadık hakaretlere maruz kalırken, işten atılıp gözaltına alınırken yeri göğü birbirine katamıyor. Karnından konuşuyor…

ŞİMDİ DE ‘MİLLİ MUTABAKAT’ KAPANI…
‘Yahu kardeşim, sizler politik İslamcı iki hizip olarak memleketi uçurumun kenarına getirdiniz; kollayıp himaye ettiğiniz katiller sürüsü, faşistler elindeki olanaklarla halka demokrasiye saldırdı, sen ne mutabakatından söz ediyorsun’ diyemiyor. OHAL ilanını hemen destekliyor,

Onbinlerce insanın işten atılması, açığa alınması, kitlesel tutuklamalar karşısında nutku tutulmuş durumda. Memleket OHAL ilanının gerekçeleriyle hiç ilgisi olmayan Kanun Kuvvetinde Kararnamelerle yönetiliyor, CHP felç. Cılız sesler, serzenişler, sitemler… Dünyanın tanıdığı edebiyatçı Aslı Erdoğan, Yazar Necmiye Alpay tutuklu, onlarca TV kanalı, gazeteler kapatılıyor, gazeteciler tutuklanıyor, el çabukluğu marifet muhalifler bertaraf edilmeye çalışılıyor CHP ‘kem küm’…Denize düşen Saray iktidarına can kurtaran simidi oluyor. Yargı esir alınmış, medya, akademya hançerlenmiş, para militer güçler organize ediliyor, kamu alanı bırakın islamı, islamın bir mezhebi tarafından fiilen yeniden yapılandırılıyor, fiili bir başkanlık rejimi inşa edilmiş, CHP’nin haline bak.

Üstelik bütün bu tablo, 6 milyonun üstünde seçmenin oyunu alarak barajı geçip 59 milletvekiline sahip olmuş bir partinin tecridi ve dışlanmasıyla oluştu.  Anayasa komisyonuna çağırmıyorlar, Meclisi tamamen devre dışı bıraktılar ‘Efendim ama biz eleştirdik, ama biz karşı çıktık’. Yer miyiz, bilmem.

TSK iktidarın emri, bir takım evrensel hegemon güçlerin gizli açık onayıyla başka bir ülkenin topraklarına giriyor. CHP yönetimi harekatın gerçek hedeflerinin gizlendiğini bile bile rıza gösteriyor, onay veriyor…Bir savaş macerasına doğru pupa yelken… CHP yönetiminin temel sloganlarından ‘yurtta sulh, cihanda sulh’; ‘yurtta savaş, cihanda savaş’; CHP dut…

LAF OLDU, TORBA DOLDU!
Kendimizi mi yorduk, muhtemelen. Kader utansın; memleket öylesine kritik bir dönemde ve öylesine tehlikelerle dolu bir mecrada ilerliyor ki; CHP’nin o tarafta ya da bu tarafta tutum alması ülkenin kaderiyle ilgili.

Maalesef sosyalistlerin bugünkü varlığı ve etkinliği ülkeyi bu badireden kurtaracak düzeyde değil. Bu ‘hazırlıksız yakalanma’ halinin nedenlerini bulmak çok önemli tabii ki, ancak bu başka bir yazının konusu olabilir.

Şu anda temel ve acil ihtiyacımız; DEMOKRASİ CEPHESİ…
Ne dersiniz?

Cengizhan Güngör  

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...