Kimi siyaset erbabı sık sık ‘devlet aklından’ dem vurur.
Devlet refleksiyle yaşanılan gerçeküstü(!), son derece yıkıcı ve ülkenin geleceğinin
tahrip edildiği gelişmeler karşısında ‘devlet aklının’ bir gün gelip galebe
çalacağına, rasyonalitenin galip geleceğine olan olan inanç daha bir kuvvetlenir, kimi
çevrelerde…
Devlet aklı denilen bu refleksin kimi zaman boy göstermediği
de söylenemez doğrusu. Örneğin ‘TSK’nın son söze sahip olduğu dönem öyle bir
aşamaya ulaşır ki, bu tahakküm devletin tepelerinde tartışma konusu olur. Kürtlerin
varlığının bile şiddetle reddedildiği dönemlerde bir bakarsınız taraflar masaya
oturmuşlardır. Yakın tarihe gidilecek olursa; ‘tek partili rejim’ devletin
bekasını sağlayamayacak olduğunda ‘çok partili rejime’ geçilir. Grev hakkı ve
sendikal örgütlenme hakları tanınır.
Görünürde ve esasa ilişkin bir ‘rejim’ değişikliği olmadığı
halde ‘devlet aklı’ denilen güç harekete geçer ve o zamana kadar uyguladığı
temel politikalardan vazgeçer. Tabii böylesi önemli sıçramaların yaşanabilmesi
bir çok etkene bağlıdır. Başta bu değişiklik arzusunun toplumsal bir talep
haline gelmesi ve devletin kapısına dayanması gerekir. Yani süreç ‘alttakilerin’
değişim taleplerine ne kadar etkin bir şekilde sahip olduğu ve bu kuvvetli kitlesel
taleplerin egemen sınıfların dayanışmasını ne ölçüde etkileyebildiği ile
ilgilidir. İşte o zaman potansiyel bir güç olarak ‘uykuda’ olan devlet aklı harekete
geçer, bu temel politikalarda ısrar edildiği takdirde ‘devletin bekasının’
tehlikede olduğunu farkeder ve devletin varlık temelini sarsmayacak
değişikliklere razı olur. Eğer ‘devlet
aklı’ bütün uyarıcı etkenlere rağmen harekete geç(e)mezse, ya devrimler olur ya da devlet
bir egemen kliğin elinden diğerine-genellikle zorla- geçer.
Sadede gelmeden önce devletin ‘akılsızlığının’ esas, ‘akıllılığının’
ise tali ve arızi olduğunu belirtmek gerekir. Bunun neden böyle olduğuna
ilişkin sorunun cevabını ise devletin varoluşuna içkin tarihsel süreçlerde
bulabiliriz. Bu yazının konusu bu değil…
SURİYE’YE ASKERİ MÜDAHALE!
Devlet, konjonktürel olarak ona hakim olan sarayın kararı
ile TSK’nı Suriye topraklarına soktu. Bir açıdan bakıldığında devlet ‘akılsızlığının’
yeniden galebe çaldığı söylenebilir. Çünkü
bu süreç bir çok açıdan uzun vadede 16. Türk devletinin sonunu hazırlayacak
gelişmelerin fitilini ateşleyebilir. Ve
görünen o ki, devlete hakim olan muktedirler ve devletin temel unsurları bu
macerayı bir çeşit oy birliği ile destekliyorlar. Üstelik toplumsal refleksler
açısından bakıldığında bu müdahaleye yönelik muhalefetin de son derece marjinal
olduğu söylenebilir. Tam tersine toplumsal refleksin de devlet tarafından
müdahale lehinde oluşturulduğu/manipüle edildiği söylenebilir.
Bırakın bir çok diğer son derece önemli saiki bir kenara, bu
ülkede ciddi bir nüfus potansiyeline sahip ve bin yıldır sarsıntılarla da olsa bir
şekilde sürdürülen Kürtlerle Türklerin kardeşliği sona erebilir-maazallah- ve
korkulan gerçekleşir; ülke bölünür! Suriye müdahalesinin en çok endişelenilmesi
gerek çıktısı, maalesef bu olabilir.
İktidar öteden beri sahip olduğu bölgesel hegomonya
arzularından vazgeçmiş değil. Tam tersine harekatın her günü yeni hedeflere-en
son Rakka- talip olunduğu açıklanarak bu arzunun ne kadar kuvvetli olduğu
özellikle vurgulanıyor. Bizatihi bu hegemonal hedeflerin ifade ettiği potansiyel
tehlikeler bir yana, harekatın hiç saklanma ihtiyacı duyulmadan açıklanan hedeflerinden
birinin Kuzey Suriye Kürt kantonları olması bir çeşit akıl tutulmasına işaret
ediyor. İktidar ‘Kobani eylemleri’ diye
tarihe geçen kalkışmadan hiçbir ders almışa benzemiyor. Daha ötesi bu bir
taraftan darbelenen Kürtlerin ‘bu taraftan’ tepki verebileceği görmezden
geliniyor. Üstelik 35 yıldır savaşan silahlı güçlere ve kuvvetli siyasi ve
sosyal örgütlenmelere sahip Kürtler görmezden geliniyor.
Devlet Kürtlerin silahlı güçlerine, siyasi oluşumlarına,
sivil toplum kurumlarına ve yerel yönetimlerine karşı 7 Haziran’dan beri yıkıcı
bir savaş sürdürüyor. Kimse inkar edemez ki, bütün bu süreçte yaşananlar ortak
duygulanımları ve birlikte yaşama arzularını dinamitliyor. Üstelik Kürtlerin
silahlı örgütü olan PKK’nın da birlikte çözüm imkanları arayışını terk ederek
daha bölgesel çapta ve Kürtler açısından meselelere baktığının işaretlerinin
çoğaldığı bir dönemde. Ve bölgesel çapta Kuzey Suriye’de dahil bütün bölge
Kürtlerinin son derece örgütlü olmanın gücünü tattığı ve uluslar arası arenada
itibar sahibi olmalarının olanaklarına özgüvene sahip olduğu bir dönemde.
Devlet ya bin yıllık kardeşlik efsanesine çok fazla inanç
besliyor, ya Kürtler arasındaki çelişkilere fazlasıyla bel bağlıyor, ya müttefiklerine,
ya da kendi ezici gücüne ve baskıcı tarihine çok fazla güveniyor.
‘Savaş istemiyoruz, Barış istiyoruz’, ‘Yurtta da barış,
bölgede de barış’ çığlığı toplumsallaşmadıkça ve yaygınlaşmadıkça ülkemiz
tehlikeli bir girdaba sürüklenmekten kurtulamayacak. Ancak bu şiarın kısa ve orta
vadede baskın hale gelebileceğinin işaretleri de ufukta görünmüyor, maalesef!
Cengizhan Güngör
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder