24 Aralık 2022 Cumartesi

2023 SEÇİMLERİ, UMUT NEREDE?


Görünen o ki, oligarşik iktidar yolun sonuna dayanmış durumda. Her şey yolunda(!) giderse ceberrut iktidarın ayları sayılı. Farklı odakların gerçekleştirdiği kamuoyu araştırmalarına yansıyan sonuçlar bu tespiti doğruluyor. İktidarın prestij/güç kaybı durdurulamıyor.  ‘Her şey yolunda giderse’; evet kritik ‘şart cümlesi’ bu. Her şey yolunda gitmeyebilir, süreç doğal akışında ilerlemeyebilir. Her şeyin yolunda gitmemesi ihtimali, iktidarın çok da yabancısı olmadığımız ‘oyun’ kapasitesi ve coğrafyamızın siyasi tarihinde çokça örneklerine rastlayabileceğimiz egemenlerin provokasyon deneyimleri ile ilgili.

OLİGARŞİK İKTİDAR

Mevcut iktidar, gidişinin kaçınılmaz olduğunu anladığında hiçbir demokratik kuralla bağlı olmayan, süreci sabote edecek girişimlerde bulunma potansiyeline sahip olduğunu 20 yıllık iktidarı döneminde birkaç kez gösterdi. 7 Haziran seçimlerinde yaşadığı çarpıcı yenilgi-ki iktidarı kaybetmişti- sürecini nasıl tersine çevirdiği hatırlandığında… Hakeza 15 Temmuz darbe girişiminin sonuçlarından-etinden, sütünden, postundan- yararlanma becerisi hatırlandığında... Bu meşum ‘potansiyeli’  anlamak için çarpıcı örneklerle karşılaşmış oluyoruz.

İki unsur önemli; hala anlamlı bir seçmen desteğine sahip olduğu gerçeği akıldan çıkarılmamalı, en kötümser anket sonuçları %25’lik kemikleşme temayülü gösteren bir seçmen desteğine işaret ediyor. Bu desteğin 20 senelik iktidarın yarattığı nimetlerden yararlanan kesimler olduğu belli. Öyle ya da böyle bu desteğin bütün olup bitenlere rağmen devam ediyor olması çarpıcı bir olgu. Ayrıca emperyalist süper güçlerin uluslar arası hegemonya mücadelesinin iktidara bıraktığı ‘oyun/manevra alanı’ başka bir avantaj sağlıyor mevcut iktidara. Tabii ki muhtemel iktidar kaybı durumunda, iktidarları sürecinde yaşanan yolsuzlukların/suçların başlarına bela olabileceğini çok iyi anlıyor olmaları da başka bir direnç noktası, iktidar elitleri açısından.

ALTILI MASA

İktidarın bu reaksiyoner direnç noktalarını aşabilecek bir muhalefet potansiyeli var. Bu anlamda un var, şeker var. Fakat seçimlere birkaç ay kala genel anlamda muhalefet performansı ‘geliyor gelmekte olan’ soyutluğunda boş bir özgüvene dayanıyor. Halka sabır ve itidal tavsiye ediliyor. Sandık işaret ediliyor, her durumda … İktidarın belirlediği oyun alanının dışına çıkılamıyor. HDP/Kürt seçmeninin tayin edici gücünün farkında olduğunu hissetseler bile geleneksel devlet refleksinin dışına çıkamıyor altılı masa ya da bu masanın ana akımları. Kürt gerçeğinin üzerinden atlanıyor, iktidarın savaş politikalarının kuyruğundan ayrılınamıyor. Acemi siyasetçilerin bile gördüğü bu gerçek, altılı masa muhalefetinde şu ana kadar bir bilinç sıçramasına yol açmamış durumda. Ve maalesef bu ‘sıçramayı’ beklemekte giderek zorlaşıyor. Oysa çok açık ki, iktidarın yarattığı bu gerçek üstü HDP düşmanlığının üstesinden gelebilseler halka büyük bir umut ve özgüven aşılayacaklar. Bu iktidardan kurtulmanın yolları açılmış olacak. Altılı masa HDP kitlesinin desteğinin çantada keklik olduğunu mu düşünüyor? Eğer öyleyse-en azından şimdiye kadar ki HDP açıklamalarına ve pozisyon alışlarına bakılırsa- bu kez bağırlara taş basılmayacağı ortada. Öyle olması da eşyanın tabiatı gereği. Çok açık ve net; HDP ile öyle ya da böyle bir rezonans yakalayamazsanız şimdiye kadar olduğu gibi faşizmin kurumsallaştırılması çabalarına destek olmaya devam edeceksiniz.

EMEK VE ÖZGÜRLÜK İTTİFAKI

Emek ve Özgürlük ittifakı da bir üçüncü ittifak odağı olarak yarattığı umudu kuvveden fiile çıkarmak zorunda. Bir özne haline gelmek yolunda attığı adımları güçlendirmek zorunda. Eylemlilikler hala, esas olarak ittifakı oluşturan güçlerin tekilliklerinin ön planda olduğu bir görünüme sahip. Toplumun hücrelerine yayılmış, yerellere nüfuz ederek güçlerini birleştirmiş bir özne olarak Emek ve Özgürlük İttifakı’na ihtiyaç hava gibi su gibi. Bu ittifak ‘hadi biz de bir ittifak yaratalım’, ‘üçüncüsü de olmalı’ gibi bir nedenle doğmuş değil. Hele bir seçim ittifakı gibi algılanıyor olması da bir yandan ülke sorunlarının derinliğinin farkına varılmadığı, diğer yandan emek ve özgürlük iktidarı yaratma perspektifinden uzaklaşıldığı anlamına gelir. Oysa bu ittifak emek ve özgürlük güçlerinin yaratıcı potansiyelini/enerjisini açığa çıkarmayı hedefleyen bir yapı olarak kavranmalıdır. Bu anlamda parlamentonun, sandık beklentisinin, seçim oyunlarının alanı olmamalıdır. Emek ve özgürlük güçlerinin yeri bütün diğer alanlar yanında ve esas olarak meydanlardır. Umut meydanlardadır.

31 Temmuz 2022 Pazar

'O GİTSİN DE KİM GELİRSE GELSİN'! BARIŞ MI SAVAŞ MI?

Geçenlerde sosyal medyada bir paylaşıma denk geldim; ‘karşısındaki aday gazoz kapağı olsa hiç tereddüt etmez oyumu veririm arkadaş’ diyordu. Diyeceksiniz ki bu yaklaşım yeni değil. Evet bir dönem için önerilen siyasi tutum(!) sloganı da ‘tatava yapma bas geç’ idi. Epeyi gürültü koparmış, sağdan soldan tartışmalara konu olmuştu. Yine öneriliyor. Seçim günü yaklaştıkça daha da üst perdeden dile getirileceğe benziyor.

Aslında çok partili siyasi tarihimize genel olarak bakıldığında seçmenin oy verme tutumunun yukarıdaki slogan etrafında şekillendiği iddia edilebilir. Evet yukarıdaki haliyle bu sloganın, bu şekilde ifade edilmesi çok yakın bir tarihte gerçekleşmiş olabilir. Ancak formülasyonu, kötünün iyisini tercih etmek ya da ‘şu gitsin de, önemli olan şimdi bu’ diye içeriklendirirsek oy verme tarihselliğine bu sloganın damga vurduğunu iddia etmek pek de yanlış olmaz. Bu çerçevede oy verme dürtümüze esas olarak bir tepkiselliğin damga vurduğu söylenebilir. Bir parti iktidarından ya da adaydan çok canımız yanmıştır(!) alternatifinin ne söylediği/vaat ettiği/programı ve hatta samimiyetini sorgulamadan oy veriririz. Çoğu zaman ‘o öneriyorsa o’na veririz’ tutumu ağır basmaz mı? Ya da ‘hemşeri’ olmamız, aynı etnik kökene, aynı inançsal aidiyete bağlı olmamız tercihlerimizi belirlemez mi? Neredeyse geride bıraktığımız yarım yüzyıla bakarsak o tarihi galeride egemen figürlerin-Demirel, Ecevit, Özal, Erbakan, Erdoğan..vb- korku tünelini göreceğiz. Ve tabii ki faşist diktatörlüklerin belirlediği yıllarımıza. Yeterince ürkütücü değil mi?

‘Aman şu Kenan Evren faşizmi hele bi bitsin’ motivasyonu egemen oldu, Özal’a sarıldık. Şimdi ismi her geçtiğinde tüylerimizi ürperten ‘sarışın güzel kadın’ neredeyse umut olmamış mıydı bir dönem? Hakeza ordu/asker, kurtarıcı olmadı mı genel eğilimin gözünde? Aslında siyaset sahnesinin egemenleri de bu seçmen zaafını çok iyi biliyorlar ki, bize EKMELEDDİN’i büyük vaatlerle sundular. Kabus gibiydi değil mi, bu günlerden baktığımızda.

‘Aman kardeşim ne yapıyoruz? Bu adam ya da kadın ya da parti kimdir neyin nesidir, programı nedir, hangi sınıfı temsil eder, bizim ihtiyacımız daha yavaş bir ölüm müdür(!) yoksa ölüm(!) tehlikesini ortadan kaldırmak mıdır’ diyenler olmadı mı, tabii ki oldu. Fazlasıyla oldu. Sosyalistler, devrimciler demokratlar. Korkunç bedeller ödeyerek.

Ama biz sınıf mensubiyetimizi önemsemedik, nasıl bir dünya istediğimiz zihinsel mesaimizi meşgul etmedi. Biz kimiz, çıkarlarımız kimlerle birleşmemize, kaderimiz kimlerle hareket etmemize bağlı, düşünmedik. En basit insani haklarımız için, ideallerimiz için örgütlenmek, birlikte hareket etmek aklımıza gelmedi. Yıllardır makus bir talihin/tarihin içinde debeleniyoruz.

Yine bir yol ayrımındayız. Yine bizi ‘ölümü gösterip sıtmaya razı olmaya’ ikna etmek için kolları sıvadılar. Yine sosyalistleri, demokratik oluşumları, kimi siyasi partileri, mesela Demokrasi İttifakı’nı 6’lı masaya biat etmeye zorluyorlar. Kayıtsız şartsız. Tartışmasız. ‘Bırakın ilkelerinizi, farklı bir dünya tahayyüllerinizi bir kenara 6’lı masanın etrafında saf tutun’ diyorlar. ‘Onlar size yüz vermeseler de, sizle bir araya gelmekten köşe bucak kaçsalar da, geçmişleri ne olursa olsun, unutun’ diyorlar. ‘Şu toplum kesiminin taleplerinden köşe bucak kaçıyorlar mı, şu inanç grubunun hakları onları ilgilendirmiyor mu, LGBTi + üyelerinin, Kürtlerin, alevilerin şeytanlaştırılmasına ses çıkarmıyorlar mı’ önemsemeyin. ‘Herşeyin bir zamanı var, hele bi şu gitsin’ diyorlar.

Tarih tekerrür etmesin mi? O zaman özgürlük, eşitlik, barış ve emek eksenli taleplerimizi daha güçlü bir şekilde savunacağız. En geniş demokrasi ittifakı için kolları sıvayacağız. EMEK ve ÖZGÜRLÜK İttifakı için.






26 Temmuz 2022 Salı

TÜRKİYELİLEŞME, SİYASET-ŞİDDET, 202 İMZA VE HDP


İktidar kaynaklı son yıllara yayılan onca baskı ve yok etme çabalarına rağmen HDP’nin ülkenin demokratikleşme sürecinin kilit partisi haline gelmesinin giderek daha da görünür hale gelmesi-bir süredir azalmış/tavsamış görünen- ulusolcu/ulusalcı düşmanlığın yeniden hortlamasına yol açmış görünüyor. Alışık olduğumuz üzere bu saldırının zemini CUMHURİYET gazetesi. Bu gazetenin Barış Doster ve Zülal Kalkandelen adındaki köşe yazarları. HDP’nin iktidar kaynaklı saldırılar karşısındaki direngenliğinin, kapsayıcı demokratlığının, İstanbul belediyesi ve diğer seçimlerdeki tayin edici etkisinin ortaya çıkması bu çevrelerin yıkıcı söylemlerinin sönümlenmesine/etkisizleşmesine yol açmıştı. Görünen o ki bu çevreler ve bu çevrelerin arkasındaki çevreler(!) yeniden harekete geçme gereği duymuş görünüyorlar. Şimdilik  HDP’nin 5. Kongresinde açıklanan Danışma Kurulundaki kimi üyelerinin politik duruşları üzerinden başlatılan eleştiriler(?) seçimlerin yaklaştığı süreçte HDP karşıtlığının artacağının işareti sayılmalı. Nitekim B. Doster danışman eleştirisinden ‘etnik parti olur mu’ gibi bir provakatif aşamaya sıçramış durumda. HDP Danışma Kurulu’ndaki kimi isimler etrafında koparılmaya çalışılan fırtına beyhude bir çaba. Adı üzerinde ‘danışma’ işlevi yerine getirecek bir kurulun farklı fikir ve eğilimlere sahip insanlardan seçilmesi eşyanın tabiatı gereği. Sizin sesinize ‘uygun’ seslerin oluşturduğu kurulun danışma işlevi yerine getirmesi nasıl mümkün olabilir? Buraya kadar ulusolculuğun hezeyanları deyip geçebilirsiniz.

Ancak S. Demirtaş’ın son yazıları ve arkasından 202 imzalı Demirtaş’a destek açıklamaları HDP tartışmalarının daha geniş çevrelere ve temalara yayılarak devam edeceğini gösteriyor. ‘Siyaset alanının silahlardan arındırılması’ ve ‘Türkiyelileşmek’ kavramlarının yeniden ve ısrarla gündeme getirilmesi manidar görünüyor. Uluslararasılaşmış bir konuda bizzat silahla ve askeri yöntemlerle yok edilme tehdidiyle karşı karşıya olan bir halkın siyaset alanının sınırlandırılması(!) çabalarının/taleplerinin öncelikle izanla bir alakası olduğu söylenemez. Daha da ötesinde geleneksel akıl verme misyonunun canlılığını yitirmediğinin göstergesidir. Eğer kastedilen ülke sınırları içerisinde siyaset alanının şiddetten arındırılması ise bu talep anlaşılabilir, iyi niyetli kabul edilir ve doğrudur denilebilir. Ancak bu talebin muhatabı da ne HDP’dir ne de Kürtlerdir. Muhatap bellidir ve o hapishaneleri HDP’li hapishaneleri haline getiren, kapatma davaları açan, yüzlerce HDP’liyi uydurma davalarla siyasetten menetmeye çalışan akıldır. HDP ve hdp’liler hakkında şiddete başvurdukları şeklinde bir tek iddia ve kovuşturma yoktur. Muhatap faşist bir rejim inşa etme yolunda hızla hareket eden iktidardır. Bütün demokratik kurumları yok eden toplumun nefes alma borularını tıkayan iktidardır.

Sık sık-HDP içinden ve özellikle dışından- gündeme getirilen HDP’nin Türkiyelileşmesi kavramı da kabak tadı vermesinin yanında üzerinde durulmayı hak ediyor.  Geleneksel devlet aklının HDP’nin Türkiyelileşmesi için özel bir talebi olmadığı çok açık. Bu cephe açısından Türkiyelileşme kavramı ancak HDP’nin varoluş misyonundan vazgeçmesi ya da geçirilmesi bağlamında ifadesini bulur. Bu ülke halklarının da bu talebin sahibi olduğu söylenemez. Bu talebin hararetli savunucularının esas olarak liberal dünyanın elitlerinin olduğu görünen gerçek. Peki Türkiye gerçeği nedir ki, onun bir parçası olunacaktır. Ülke gerçekliği belli ki farklı etnisitelerden ve inanç topluluklarından, sınıflardan ve toplumsal katmanlardan oluşuyor. Peki bu gerçekliğin bir parçası olmak talebi gündeme geldiğinde HDP hangi sırada yeralır? Bu bağlamda Türkiyelileşmesi gereken siyasi konumlanışlar/düzen partileri değil midir? Bu düzlemde HDP Türkiyelidir, tartışma götürmez. Türkiyelileşme kavramının popülaritesinin HDP’nin Kürtler dışında diğer toplum kesimlerinden de çok sayıda oy alması arzusunun göstergesi olduğunu varsayarsak; bu handikapın da bir ölçüde aşıldığını söyleyebiliriz. Kaldı ki hal böyleyse sorunu Türkiyelileşme kavramı etrafında tartışmak yerine HDP’nin siyasi çalışma zaaflarında, önceliklerinde  ve yaşadığı onca baskı ve zulümde, maruz bırakıldığı yoğun karşı propagandada aramak gerekmez mi?

202 imza, HDP'ye yönelik, gerçeklerle bağdaşmayan, amacını ve haddini aşan liberal bir müdahaledir.


10 Mart 2022 Perşembe

SOSYALİZM, DEMOKRASİ, UMUT, UMUTSUZLUK…vs. ÜZERİNE!


Bir sosyalist için yakın ya da uzak geleceğe ilişkin endişeler ifade eden görüş belirtmek hiç kolay değil. Hem gelecek perspektifi olarak benimsediği, tarihten/bilimden gücünü alan bakış açısı bakımından, hem de ‘karamsarlık, umutsuzluk’ yaymanın içsel ağırlığı ya da bu tür suçlamalara maruz kalmanın kaçınılmazlığı bakımından. Her şart altında sosyalist iyimser ve umutlu olmak zorundadır.  Bir gelecek perspektifi olarak bu zorunluluk(!) anlaşılabilir. Aksi halde mücadele gücü kalmaz, atalet ve hezeyan içinde plağın dışına düşer. Tamam, ancak, bağıra bağıra ya da sesiz bir şekilde gelen bir tehlikeyi de görmemek sıkça düşülen bir hata değil midir? ‘Tehlike yaklaşıyor’ diyemezsiniz, en fazla ufukta belirsizlik var’ diyebilirsiniz. Bu içselleştirilmiş bir reflekstir. Ve çoğu zaman çarpıtılmış bir ‘halka ve tabana(!) karşı sorumluluk’ anlayışı ile yan yanadır. Sosyalist mahallemizin hangi bileşeni 12 Mart ya da 12 Eylül terör dönemlerine hazırlıklı yakalandığını söyleyebilir ki? Bu anlamda tarihe damgasını vuran en temel zaafımızın sübjektivizm olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bir çok sosyalist yapı ve katılımcılarının 11 Eylül akşamı devrim rüyaları görmediğini kim iddia edebilir?

2016’da ülkenin önündeki en az on yılı unutmamız gerektiğini iddia etmiştim, bu cümledeki sivri haliyle. Uzun vadeli bir mücadeleye hazırlanmak gerektiğini söylemiş, gözümüzü ve yönelimimizi sabırla emekçilere mağdurlara yöneltmemiz gerektiğini, bu anlamda tarihin pususuna-zinhar pasif bir beklenti anlamında değil, tam tersine aktif mücadeleyle- yatmak gerektiğini, anlık coşku ve heyecanlara kapılmamak gerektiğini, kalıcı kurumlar yaratma çabalarının önemini dile getirmiştim. O zaman kafamda dolaşan bir çok diğer argümanın yanında en net olanı 2002’den itibaren yaşanan sürecin, tarihte örneğine sık rastlanan iktidar değişikliği değil, bir REJİM DEĞİŞİKLİĞİ olduğunu düşünmemdi.100 yıllık rejim bel veriyordu. Bugün de benzer görüşteyim. Geride bıraktığımız yirmi yıl ancak, tepeden din/nas temelli bir faşizmin kurumsallaştırılması çabalarıyla karakterize edilebilir.

1922’de kurucu babalar 3 kesimi gözden çıkarmıştı, Kürtler için asimilasyon, Hristiyan azınlıklar için tasfiye ve dinin devletleştirilmesi temel strateji olarak benimsendi. Yıllar içinde bu temel stratejiye Kürtlerin nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Hristiyan azınlıklar tasfiye edildi.

Tarikatlar ve cemaatlerden oluşan dini unsurlar ise, yer altına çekilerek uzun süre bu alanda çalışmalarını sürdürdüler. Zamanla devletin açtığı alanda onunla işbirliği ederek ‘komünizme karşı mücadele’nin  neferliğini üstlendiler. Kah çatışmalı, kah ortak düşmana karşı işbirliği içinde geçen yıllarda işbirliğinin yarattığı imkanlardan da yararlanarak görünür hale geldiler, güçlendiler ve daha gür sesle iktidar talep eder oldular. Kurucu babaların topluma giydirdiği elbise zaten Kürt hareketliliği karşısında yırtılmıştı. Din temelli unsurlar bu hengame içinde neo kapitalizmden de İcazet alarak, liberaleri ve söylemlerini de yedekleyerek  2002 yılında benzeri görülmedik bir güçle iktidara yapıştılar. Eski(miş) devlet sahiplerinin yönetememe krizi de onların önünü açtı. İnişlerle çıkışlarla, tökezlemelerle, müttefik değiştirme esnekliği de göstererek geldikleri kapı din temelli faşizmi kurumsallaştırmak için her fırsatı kullanmak olarak özetlenebilir. Bu 22 yıllık süreci özetlerken süper güçler arasındaki giderek tırmanan rekabetin yarattığı olanaklardan ve bu yeni iktidar sahiplerinin bu olanaklardan azami ölçüde yararlanma becerisinden bahsetmeden olmaz. Nitekim neredeyse küresel çapta doğrudan silahların konuştuğu bir aşamaya da sürüklenme istidadı gösteren süper güçler rekabeti hala yerel muktedirlere manevra imkanı sağlamaya devam ediyor. Düşe kalka, bata çıka olsa da yeni faşizan bir rejim inşa ediliyor. İktidar zemini daralmış, toplumsal rızayı seçimlerle(meşru ve kurallı) yeniden inşa etme olanağı kalmamış bir oligarşik dikta ile karşı karşıyayız. İşledikleri suçlar da barışçı bir iktidar değişikliğine razı olacakları bir eşiği çoktan aşmış durumda. Sahip oldukları meşru gayri meşru iktidar araçları da dikkate alınması gereken unsurlar, kuşkusuz.

Muhalefet ise demokrasi kavramının içeriğini doldurmaktan aciz, ortak hedeflere yönelmek için bir alt yapı inşa etmekte başarısız. Kürt siyasi hareketi ve Kürt hak ve taleplerine duyarsız bir tarzı siyasette ısrar ediyor. İleriye doğru umutlu olabilmemizin temel saiki olabilecek olan sosyal mücadeleler ise henüz rüşeym halinde. Bu alanda son aylarda görülen kabarmanın ne kadar istikrar kazanacağı ve yaygınlaşacağı ise en iyimserimizin bile yüksek sesle, dolu dolu iddia edebileceği durumda mı, bilemiyorum. Bu paragrafta kadın mücadelesinin ihtişamına, birleşik gücüne işaret etmeden geçmek densizlik olur. Hayatlarına, varoluşlarına yönelik dört koldan saldırılara karşı muhteşem bir direniş gösteriyorlar. Bizim gözümüzü dikmemiz, kulağımızı açmamız  gereken bu mücadeleden neler öğrenebileceğimiz olmalı.

Muhalefetin, parçası olduğumuz sosyalist cenahında ise kısmi gelişmeler dışında yeni bir şey yok. Bir kısmı nasıl ayrışacağı üzerine ayrıntılı taktikler geliştirirken, diğer kısmı dükkanı güçlendirmenin peşinde. Bir kısmı da yaklaşan güzel günler hayaliyle vitrin düzenliyor.

Üstelik yaşanan bu tablo kimsenin zinhar olmaz diyemediği bir dünya savaşı ihtimali tarafından daha da karartılıyor. Özetle görünmez binbir bağla bağlı olduğumuz, bir unsuru olduğumuz dünya sahnesi de pek fazla umut vermiyor. İyi de bunları yazıp içimizi karartmanın ne alemi vardı, diyorsanız yapabileceğim bir şey yok. Ben yazıp kısa bir süreliğine kurtuluyorum.

Umut işaretleri zuhur eden sosyal kabarışın yaygınlaşması ve istikrar kazanmasında...

1 Mart 2022 Salı

DATÇA’DA ZAMAN-1 MAYIS 2060



Evimin bodrumunda bir zaman kapsülü vardı, yakın zamana kadar. İlgili olanlar bilir, ZMN-MK/1996/0.3 serisinden. Külüstür bir şeydi. Nitekim aşağıda anlatacağım yolculuktan sonra hibe ettim. Kime mi, orası ben de kalsın!

12 yıldır Datça’da yaşıyoruz eşim ve ben. Yaşamım boyunca bir merakım oldu. Nerede olsam bulunduğum yerin 50 yıl öncesini/50 yıl sonrasını merak ederim. Nitekim bir zaman makinesi edinmem de bu merakımın sonucu oldu, tahmin edebileceğiniz gibi. Nasıl diye sormayın, onu da açıklayamam. Kimi zaman çok eski ve çok daha ileri tarihlere yolculuklar gerçekleştirdim.


Bu yolculuklardan birisinde makinenin tarihini Datça’nın 1 Mayıs 2060’daki haline ayarlamıştım. Sıkıntılı birkaç dakikalık yolculuktan sonra gözümü doğal olarak tanımadığım bir yerde açtım. Muhteşem bir deniz manzarasına hakim oldukça heybetli, futuristik rüya gibi bir binanın yanındaydım. Binanın çizgileri benim hiç alışık olmadığım bir mimari yaratıcılığa yaslanıyordu. Tek kelimeyle büyüleyiciydi. Sanki havada asılı gibi bir görünümü, yumuşak çizgileriyle hiçbir geometrik biçimle ilişkilendirilemeyecek görünümü vardı. Ve bir koru tarafından sarılıp sarmalanmıştı. Girişi olduğunu tahmin ettiğim yöne doğru yürüdüm. Girişin hemen üzerinde ‘CAN YÜCEL KÜLTÜR VE SANAT MERKEZİ’ yazıyordu. Hemen tabelanın altındaki panoda yazılanlardan binanın açılış gününe denk geldiğimi anladım. Tarih de ismini taşıdığı büyük ozanla ne kadar da uyumluydu! Emekçilerin mücadele gününe denk getirilmişti açılış…

İçeri girdikten sonra ilk olarak sol tarafta bir plaket dikkatimi çekti. Plaket binayı tasarlayan ve inşa eden 4 kişilik teknik ekibin fotoğraflarını içeriyordu. 4’ü de kadındı ve doğum tarihleri 2010’lu yıllara denk geliyordu. Daha da ilginç olanı dördü’de doğma büyüme Datçalıydı. 2’si mimar, ikisi inşaat mühendisiydi. Aynı plakette inşaatın yapımında emek veren işçilerin fotoğrafları vardı. Ve işçilerin açılışın onur konuğu olduğunu sonradan fark edecektim.

Plaketin hemen karşısında ise binanın iç krokisiyle yüzyüze geldim. Oldukça uzun bir süre bu iç düzeni incelediğimi hatırlıyorum. İlk dikkati çeken biri orkestra çukurlu olmak üzere iki konser salonuydu. İkinci salon tiyatro mekanı olarak da kullanılmaya uygun bir şekilde inşa edilmişti. Büyük salonun ismi Nihat Akkaraca salonu, ikincisi ise Y. Ziya Özalp salonuydu. Diğer dikkat çekici olan 15 bin kitabın olduğu ve yüzlerce tablonun sergilendiği bir kütüphanenin/sergi salonunun varlığıydı.  Kütüphanenin ismi de İbrahim Çiftçioğlu kütüphanesiydi. Binanın iç düzeninde Etnografya müzesi  vardı ve bu salonun ismi de yine tanıdıktı, M. Akın Pilavcı Müzesi. Köy kooperatiflerinin ofisleri ve yönetim merkezleri de aynı binanın içerisindeydi. Gülümsediğimi hatırlıyorum o an, benim geldiğim zamanda köyler mahalle statüsüne geçirilmişti. Öyle anlaşılıyordu ki köyler eski statüsüne kavuşmuştu zaman içinde. Bir kat tamamen kooperatif ve köy meclislerinin ofislerine ayrılmıştı. El Zenaatları kooperatiflerinden köy kooperatiflerine, sivil toplum kuruluşlarına kadar. Aynı katta bir ortak kullanılacak bir toplantı salonuna da yer verilmişti.

Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmak üzereydim Datça Kültür Sanat Dayanışması(DKSD)’na ayrılan bölüm dikkatimi çektiğinde. Benim de 50 yıl öncesine dayanan DKSD tarihine mütevazı katkılarımı ve gönüldaş arkadaşlarımı hatırladım. Kendi gerçek zamanımızın yersiz, yurtsuz, hiyerarşisiz  bir avuç gönüllüyle büyük işler başaran öncü kuruluşu hak ettiği yeri almıştı, Datça’nın çok da uzak olmayan geleceğinde. Zaman içinde Datça’ya Batı ülkelerinden göç eden ve yerleşen Datçalılar da unutulmamış, onlar için de mekanlar tahsis edilmişti binanın içinde.

Tam karşıda 2 gün sürecek olan etkinliklerin programı vardı. Program Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Çerkesce, İngilizce ve Almanca dillerinde, çarpıcı bir görsellikle panoya aktarılmıştı. İlk gözüme çarpan Nisan Ak yönetiminde Yunanistan Filarmoni orkestrasının konseriydi. ‘Bir Delinin Hatıra defteri’ ve ‘Vişne Bahçesi’ tanımadığım genç sanatçılar ve tiyatro grupları tarafından sahneye koyulacaktı. 2. Gün öğleden sonra izleyiciler Köylülerin tiyatrosu Cevat Fehmi Başkut’un ‘Paydos’ oyununu seyretme imkanı bulacaklardı. ‘Antik Çağdan günümüze Datça’da Plastik Sanatlar’, ‘Tarih Boyunca Datça’da Edebiyat ve Şiir’, ‘Knidos Tarihi’, ‘Bir olumlu örnek olarak Datça ve Kentleşme Süreçleri’…vb. oturumlar ayrıca dikkat çeken etkinlikler olarak gözüme çarptı.  Müze 10 gün süreyle ‘Tarih Boyunca Halkların Datça’ya Göçü’ temalı bir fotoğraf ve objeler içeren sergisine ev sahipliği edecekti.

Bilenler bilir zamanda yolculuk, özellikle benim sahip olduğum aman kapsülü serisi açısından bir saatle sınırlıydı ve zaman dolmak üzereydi. Bina içinde küçük bir tur attıktan sonra yoğun kalabalık arasından dışarıya seğirttim. Çıkarken Halk meclislerinin dönem sözcüsü olduğunu kalabalığın konuşmalarından duyduğum genç bir kadın içeri giriyordu. Sanırım bizim zamanımızın belediye başkanı diye tanımladığımız makamı temsil ediyordu.

Dışarıda başka bir sürpriz beni bekliyordu. ‘DATÇA MÜZESİ’. Tahminen 3 dönüm bir alana yayılmış müstakil ve muhteşem çizgilere sahip bir tek katlı bir bina ve bahçesi. Maalesef vakit yoktu. Kapsüle girerken fark ettim ki, kendi zamanımızın metruk bir eski hükümet konağına ev sahipliği yapan ESEN Ada’da idim.

İçeri girdim ve kapsülün yolculuk tarihi ayarını 17 Şubat 2022’ye ayarladım. Karışık duygular ve hüzünlü bir duygu durumu içindeyken makine homurdanmaya başladı.

*DKSD(Datça Kültür Sanat Dayanışması) bülteni, Mart 2022

YAŞASIN HAYAT YAŞASIN SANAT!

 


"...
Sen beni sezemezsin
Dilimi ezemezsin
Nereye baksam acı
Nereye baksam acı
Kim yolcu kim hancı
Dur bakalım
…”
Sezen Aksu

Tek eksiğimiz; kültürel hegemonyayı tesis edemedik”. Belli ki zaman zaman, en tepeden, vurgulanarak dile getirilen bu söylem; kültür yaşamımızın temel direklerini oluşturan sanatçılarımızın hedef haline getirilmelerinin şifresini barındırıyor. Biat etmeyen kadın-erkek tiyatrocularımız, müzisyenlerimiz, gazetecilerimiz, bilcümle sanat-kültür erbabı bu dizginsiz saldırılardan nasibini aldı, almaya da devam ediyor. Tek tek saymaya kalksak bu sayfa yetmez. Hatırlarsınız ilk önemli saldırı dalgası gezi direnişini bir şekilde ziyaret eden, destek ifade eden müzisyenlere, sinemacılara, tiyatroculara yönelik olarak yandaş basının kampanyası halinde ve ciddiye alınması gereken tehditler olarak ortaya saçıldı.

Biz bu yaşanılanları ilk defa deneyimlemiyoruz kuşkusuz. Otokratların ortak özelliği sanat-kültür düşmanlığı. 12 Eylül cunta lideri Picasso’nun eserine bakarak ‘bu da sanat mı’ demişti, Faşist cunta dönemi binlerce yazar, tiyatrocu, sinemacı, müzisyenin ve diğer sanat dünyası mensuplarının içeri atılmasına, tiyatroların kapatılmasına sahne oldu. Sonra ‘tükürürüm ben bu sanatın içine’ diyen küçüklü büyüklü muktedirlerle tanıştık.

22 yıllık iktidar dönemi de bir yandan belediyeler ve çeşitli yandaş kurumlar aracılığıyla nemalandırarak, diğer yandan saraylarda taltif ederek biat etmiş bir sanatçılar lobisi oluşturmaya çalıştı. Sonuç çok açık yaşandı, hüsran! Olmuyordu, olamıyordu. Çünkü onlar kültür sanat dünyasının doğası gereği özgür, muhalif bir özü olduğunu bilmiyordu. Satın alınarak, taltif edilerek, olmadı tehdit edilerek, baskı uygulanarak ‘kültür dünyası’ hegemonyası kurabileceklerini sandılar.

Konu sanatçılar olunca son 2 yıldır müzisyenlerimize pandemi bahane edilerek yaşatılanlar mutlaka vurgulanmayı hak ediyor. Mekanlar kapatıldı, bir kısım müzisyen gülünç desteklerle yetinmek zorunda bırakıldı. Sonuç enstrümanların satışa çıkarılması, olmadı meydanlarda yakılması ve intiharlar… Son yayınlanan yasak genelgesiyle de eğlence dünyasının kapılarına kilit vurulmasının yolu açıldı. Birçok müzisyenin ekmek kapısı mekanlar borç-harç içinde yaşamına devam etmeye çalışıyor.

Sanat ve sanatçıya yönelik tehdit, en son cami mikrofonundan cami cemaatine hitap ederek ‘gerekirse dil koparma’ söylemiyle eşik atladı. Bu eşik öyle bir eşik ki, bu rekor öyle bir rekor ki, egale edilmesi bile mümkün görünmüyor. Hele de bu tehdidin sonsuz yetkilere sahip bir kişiden ülkenin en tepesinden geliyor olması başka bir vahim boyut.
Sanat, sanatçı doğası gereği özgürdür, muhaliftir. Diz çöktürülemez, zincirlenemez. Olsa olsa biat etmeleri için baskı uygulayanların ‘gidişlerini’, unutulmaları sürecini hızlandırır.

Sezen Aksu son sözü söylemiş aslında: “Kim hancı, kim yolcu/Dur bakalım”.


*DKSD(Datça Kültür Sanat Dayanışması) Bülteni ocak 2022 sayısında yayınlandı...


‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...