3 Ağustos 2024 Cumartesi

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

 


“….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur.

“…Solun /solcuların konuşma ve gündemleri niçin hiçbir ilgi ve merak uyandırmamaktadır….

“…Önce gönüllere dokunmaktan ümitli ve coşkulu bekleyişlere vesile olmakta düşmüş , uzaklaşmış bir sol zaten ölü sayılmaz mı?...”

“…Hakikatin bilgisine eksiksiz bir biçimde sahip olduğu inancında ve varolan toplumsal maddi gerçekliği o bilgiyle uyumlu hale getirmek üzere hiçbir engel ve sınır tanımama tavrında dile gelen tuhaf bir tatmin , bir tür kendini tatmin hali bu….”

“…Sol kibir de benzer biçimde epistemolojik bir çerçevenin, teorik/politik bir vasatın ürünü değil midir zaten…”

https://birikimdergisi.com/haftalik/11804/sol-kibir-uzerine

Bu yazarak düşünme denemesi Erdoğan Özmen hocanın bir yazısını temel alıyor.

Erdoğan hoca genel ve herkesin meşrebine göre çerçevelendirebileceği bir ‘sol’ yerine, daha somut bir ‘sol’ tanımı üzerinden tezini temellendirseydi çok daha anlamlı ve öğretici bir tartışmaya yol açabilirdi. Söylediğim şeyin, önerdiğim tercihin çok riskli olduğunu, öyle yapsaydı böylesine önemli bir tartışmanın polemikler yoluyla heba olmasına yol açabileceğinin de farkındayım. Çok kuvvetle muhtemeldir ki hoca da bu saikle daha somut bir tanımdan kaçınmış. Ancak hocanın fikirlerini belirsiz bir ‘sol’ kavramının üzerinden tartışmasının da en azından yeterince bir ilgiyi tetiklemeyeceğini düşünüyorum. Daha da ötesi bir kısım ‘sol’ reaksiyoner bir tutumla, biz o ‘sol’ değiliz rahatlığıyla savuşturacaktı, diğer kısmı da biz değiliz ama ‘onlar’ öyle rahatlığıyla... Ancak her tarafa çekilebilir bir ‘sol’ tanımı üzerinden ya da kastedilen sol tanımı netleştirilmeden yukarda alıntılanan sert fikirler ve benzer daha birçoğu art arda sıralanınca ‘iyi de bu geniş yelpaze ne kadar bu sıfatların içine oturuyor, oturtulabilir’ sorusu kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor.

Bu sıfatları özetleyecek olursak; ‘güçsüz, biçare ve zavallı sol’, ‘hiçbir şekilde merak uyandırmayan gündem sahipleri’, ‘ölü sol’, ‘hakikatin bilgisine sahip olma mutlak inancı, tuhaf bir tatmin, bir tür kendini tatmin hali’, ‘bu teorik/politik vasatın ürünü kibir’.

Baştan belirtmeliyim ki bu tanımlamaların bütününü içine alan genel bir SOL’dan bahsetmek ne kadar mümkündür hiç emin değilim. Peki hocanın bu sert ifadelerinin her yönüyle ve her sol için tamamen geçersiz olduğu söylenebilir mi, tabii ki hayır… Yukarıda hocanın ‘sol’ tanımından çıkardığım çevrelerin her biri tamamen ya da konjonktürel olarak bu zaaflarla malul olmuştur, olmaktadır denilebilir. İşte burada da benim önemli gördüğüm bir temel eksikliğe denk geliyoruz; varılan tespitlerin tanımlanan zaafların yakın tarihi-mesela 1989 sonrası- gerçekliklerin, politik ve sosyolojik analizi temelinden yoksun oluşu. Yine denilebilir ki, Hocanın uzmanlık alanı psikoloji/Davranış Bilimleri. Doğrudur ve zaten söylemek istediğim de odur. Uzmanlık alanının sınırları ve bu sınırlar içinde kalma ısrarı bu tür iddialı tanımları, sert ifadeleri tartışmalı kılıyor. Sol dediğiniz, bir uzmanlık alanının dar sınırları etrafında analiz edilebilecek ve buradan yola çıkarak bu tür köşeli sonuçlara ulaşılabilecek bir kategori değil diye düşünüyorum.

Hocanın bahsettiği ‘sol’dan ben, chp’den, liberallerden, en radikal birim ve inisiyatiflere kadar çok geniş bir yelpazeyi çıkarsıyorum. Kendisi bir çerçeve çizmediği için belki de benim bu çıkarsamam da yanlış. Ama benim hocanın ‘sol’ ifadesinden anladığım bu ve bu konuda yapacağım bir şey yok.

Bir iki notumu paylaşmadan önce kendimi içinde gördüğüm ‘sol’un bir tanımını yapmam gerekiyor. Ben sınıfların mücadelesinin insanlık tarihinin itici gücü olduğuna inanıyorum. Sınıfların, ezen ezilen yöneten yönetilen ayrımının, kafa ve kol emeğinin, baskı ve sömürünün ortadan kalktığı, savaş baltalarının sonsuza kadar toprağa gömüldüğü, eşitlik ve özgürlük ideallerinin galebe çaldığı büyük uyum dünyası(komünizm) safındayım. Şu kısa tanım bile, ayrıntı ifade etmem gerekmeksizin belirtmeliyim ki, 35 yıldır alaycı bir ‘kibir/yok sayma/hala mı…’ suçlamalarına maruz kalıyor. Rahatlıkla söylenebilir ki bu çizginin sahipleri 35 yıldır varlıklarını, iddialarının geçerliliğini kanıtlamaya ve kendilerine bir alan açmaya çalışıyorlar. Marksistim demek hele hele Marksist Leninistim demek alaycı bir kibirle karşılaşıyor. Tarih sonlanmıştı. Artık büyük uzlaşma ve empati çağı açılmıştı. 90’lı yılları 2000’li yılların başlarını hatırlayınız.

1989 duvarın yıkılışından sonra maruz kaldığımız ve 35 yıldır amansızca devam eden bu topyekun saldırı karşısında ‘kendi hakikatine bağnazca inanmak, onlar/ötekiler diye tanımladıklarına su geçirmez bir karşı tavır, egemen sistemin yıkılmazlığına olan çaresiz bir kabullenme’ eğiliminin uç vermemesi düşünülemezdi, herhalde. Bir tür savunma refleksi…

Kapitalist sistemin kendisini tahkim ettiği bu dönemde bile sosyalistler ciddi, derslerle dolu girişimlere önayak oldular. Teorik bir yenilenme ve gelişme dönemi yaşadılar, örneğin(Kuruçeşme ile başlayan süreci kastediyorum). Hala farklı farklı sosyalist sektörlerde değişik şekillerde devam ediyor. Hakeza bir araya gelemez denilenlerin bir araya geldiği küçümsenmeyecek sürelerde, küçümsenmeyecek izler bıraktıkları bir deneyim yaşadık. Kürt siyasi hareketinin sol bir programla ve kimi sosyalist güçlerle siyasi arenada yer aldığı ve kimsenin inkar edemeyeceği başarılarla mücadelesini bugüne kadar sürdürdüğü bir gelişme, bu 35 yıllık sürecin başat çizgilerinden biri oldu. Ve tabii ki GEZİ… Muktedir sistemin hala korkusunu yaşadığı Gezi. Geçerken, birkaç yıldır demokrasi adına CHP şahsında yaşanan başarıların sol programın zemininde güç bulduğunu/aldığını belirtmeden olmaz. Sosyalist birikim hala uzun yılların tozlarını üzerinden-zorlu ve çok yönlü bir mücadele içinde-atmaya çalışıyor.

Sosyalist 'sol'cuların da, onlar hakkında analiz yapanların da bu mücadelenin 'ultra' maraton mücadelesi olduğunu bilince çıkarmaları gerekli, sanırım.

28 Mayıs 2024 Salı

DKSD, FESTİVAL, ‘POETİKA’…


Cengizhan Güngör
Datça Kültür Sanat Dayanışması(DKSD)’nın, 2024 yılı Can Yücel Kültür Sanat Festivali bir-iki gün önce başarılı bir şekilde tamamlandı. Emeklere sağlık. Festival artık gelenekselleşmiş görünüyor. Bu Datça’mız için önemli bir kazanç. Belli ki maya tuttu ve bu süreç gelecek yıllarda da devam edecek.

Bu yılın festivalinde önemli olduğunu düşündüğüm kimi ayırt edici özellikler var. Birincisi festival ‘Cumhuriyet Meydanı’nın kavurucu sıcağından Kentpark’a taşınarak daha izlenebilir hale geldi. İkincisi festival bir tema etrafında(GÖÇ) yapıldı. Üçüncüsü neredeyse tamamının yenilendiği KOORDİNASYON kurulu tarafından gerçekleştirilen ilk festival. Karşılaştığım beklenmedik kişisel aksilikler dolayısıyla ancak bir kısmını yerinde, çoğunu ise sosyal medyadan izleyebildiğim festival etkinlikleri ya da bütünü hakkında bir eleştiri de bulunma hakkını kendimde bulmuyorum. İşin bu kısmını arkadaşlar radikal bir biçimde yaparak gelecek seneler için dersler çıkaracaklardır, eminim.

‘Teşekkür’ mesajı hipokrit bir metin olmuş. Üzüldüm.

Ben DKSD’nın geleceği açısından daha genel bir nokta/gelecek üzerinde durmak istiyorum. Biliyorsunuz Datça’nın demografisi son 3-5 yılda büyük ölçüde ve hızla değişti. Bu süreç artan bir hızla devam edecek gibi görünüyor. Maddi sorunu olmayan ve aynı zamanda eğitimli/eğitimsiz bir kesim Datça’ya akıyor. Kültür/sanat alanındaki kendi beklentileri ve beğenileriyle. Bir kere bu karşı konulamaz bir süreç. Datça daha geriden olmakla birlikte ‘Bodrumlaşma’ya doğru evriliyor. DKSD’nın bu süreç içerisinde kendi toprağından da güç alan ilkelerini, halkçı yaklaşımlarını muhafaza edebilmesi gerekiyor. Elitist, Datça halkından ve gençlerinden kopuk kültür/sanat anlayışları baskın hale gelebilir. Gerçi DKSD bagajı, birikimleri ve ilkeleri itibarıyla benzer gelişmelere hazırlıklı.

Ne demek istiyorum; DKSD faaliyetlerini kalıcı olmasına özen göstererek, düzenli planlamalarla köylere ve gençlere taşımalı. Konser yapılacaksa oralarda, tiyatro okulu olacaksa oralarda, seramik atölyeleri, fotoğrafçılık kursları, belgeselcilik eğitimi, kitap okuma grupları, resim atölyeleri…vb. araçlarla çepere yönelinmeli. Bunları söylerken geçmiş dönemlerde hep konuştuğumuz, bizzat alanlarının uzmanları tarafından önerilmiş ve sorumluluk almaya hazır olduklarını ifade eden bir birikime inanarak söylüyorum. Hem potansiyel, hem de elini taşın altına koymaya hazır birçok sanatçının varlığından cesaret alarak söylüyorum. Koşullara uygun periyodlarda kalıcı organizasyonlarla. Kent merkezine sıkışıp kalınmamalı.  Bunları söylerken kent merkezini ya da orada yapılan etkinlikleri küçümsediğim anlamı çıksın istemem. Tam tersine.

Bir yanlış anlamaya meydan vermemek açısından belirtmek ihtiyacı duyuyorum. Söylediklerim, bir toplum kesiminin-son yıllarda Datça’ya göç eden ve etmeye de devam eden- beğenilerinin, beklentilerinin hesaba katılmaması gerektiği anlamını da içermez. DKSD seçici ve halkçı bir düzlemde bu kesimlerin beklentilerini de karşılamalı tabii ki. Siz karşılamazsanız onlar kendilerine bir yol bulur, bulacaktır da zaten. Ben sadece DKSD’nın önündeki ELİTİST bir kültür/sanat anlayışına evrilme tehlikesine işaret ediyorum, belki de bir kuruntu olarak. Bakınız Bodrum ve Marmaris’teki olumsuz gelişme ve örnekler.

DKSD imeceyi esas alacak ve ücretsiz etkinlikler yapacak derken Datça’nın özgünlüğünden güç alıyordu. Datça Bodrum’a Marmaris’e benzemesin derken kasıt salt betonlaşma, doğanın tahribi kaygısı taşımıyordu. Aynı zamanda Datça’nın yüz yıllar öncesine dayanan gelenek ve göreneklerinin, kültür, sanat ve sosyal yaşamının betonlaşmaması, tahrip edilmemesi, gelecek nesillere kendi özgünlüğü içinde aktarılması kaygısı taşıyordu. Taşımalıdır. Datça ‘başka’dır, başkalığından, özgünlüğünden güç alarak bu devasa gelişmenin içinde yer almalıdır. Soru şudur; kent merkezli kolonyalistlerin(!)/yeni göçmenlerin ihtiyaçları mı yolumuzu belirleyecek, yoksa Datça özgünlüğüne ayağını basan halkçı, sentezi hedefleyen harmanlanmış bir kültür, sanat faaliyeti mi?

‘Geçmiş olsun’ diyebilirsiniz, ‘ne özgünlüğü, özgünlük mü kaldı’ diyebilirsiniz, ‘bunlar kuruntu’ da diyebilirsiniz. ‘hadi canım sende’de diyebilirsiniz. Ama ‘biz deneyeceğiz, denemeliyiz’de diyebilirsiniz. Seçim DKSD emektarlarının. Gelecek festivallerde daha kapsayıcı ve Datça’nın yerelliğini de harekete geçirmiş festivallerde buluşmak üzere. DKSD emekçilerine kolay gelsin.


13 Mayıs 2024 Pazartesi

'TEMATİK SOHBETLER(1-2)' Hakkında,

 

-Datça Muçep çok olumlu bir girişim başlattı. Hele Datça’nın eylemliliğe koşullanmış bir ilçe olduğunu dikkate alırsak. Soluklanma aralarını fikir tartışmaları ve bu yolla birbirimizden öğrenme toplantılarına ayırmak öteden beri özlemini duyduğum bir şeydi. Sevinçle karşıladım ve her iki toplantıya da katıldım.

-‘Antroposen çağı’ toplantısı daha önce belirttiğim moderasyon sorunları dışında, genel hava olarak insan fıtratında cisimleşmiş kimi özelliklerin, yaşadığımız ekolojik yıkımda ve yaklaşan ekolojik kıyametteki rolünü irdelemek üzerinde yoğunlaştı. Gerçi birçok kez temel nedenin kapitalizm olarak ifade edildiğine şahit olundu. Ama bu temel neden bir kenar süsü olarak kaldı. İrdelenmedi. Bir ‘ön kabul’ olarak değinilip geçildi. Ne kapitalizmin bir sistem olarak ekolojik yıkımın esas sebebi olduğu gerçeği, ne de savaşlar, sömürü, dikta rejimlerinin üreticisi olduğu gerçeği tartışılabildi. Ne de ona karşı nasıl mücadele edileceği. Eğer amaç bu değildi denilecekse de; o zaman temel neden olarak gördüğümüz kapitalist sistemin bütünlüklü olarak değerlendirilmesine birkaç paragraf ayırmak gerekmez miydi? Bense, özetin özeti olarak insanın daha çok tüketime koşullanmış, israfa ve ekolojik yıkıma destek mahiyeti taşıyan yanlarının özel vurgu yapılacak bir tayin edicilik taşımadığını düşünüyorum. Daha da ötesinde bu tür özelliklerimizin de binlerce yıllık sınıflı toplumun yan çıktısı olduğu kanısındayım. Kısaca ekolojik yıkımın, büyük bir ihtimalle türümüzün yok olması ile de sonuçlanacak bu sürecin nedeninin, kar-daha fazla kar amacına bünyesel olarak koşullanmış; bu amaçla savaşları, katliamları, soykırımları, dikta rejimlerini araç olarak gören kapitalist-emperyalist sistemin olduğundan eminim.

-İkinci toplantının ise bende bir dejavu hissi uyandırdığını itiraf etmeliyim.1980’de sosyalizm gemisi 12 Eylül faşist darbesinin kayalıklarına çarptığı tarihi dönemeçten itibaren aralıksız maruz kaldığımız bir söylem silsilesi/manzumesi. ‘Düşünmediniz ve hala düşünmüyorsunuz’, ‘uzlaşmadınız ve hala uzlaşmıyorsunuz’, ‘sekterdiniz, dogmatikdiniz ve hala öylesiniz’, ‘farklılıklara tahammülsüzdünüz, empati duygunuz gelişmemişti ve hala öylesiniz’; ikinci toplantıyı da bu özetle ifade edersem haksızlık etmemiş olurum, umarım. Bu özelliğin toplantının ruhuna da ters düştüğü kanısındayım; adeta kafamıza kafamıza vura vura binlerce defa çeşitli kollardan, yıllardır dile getirilen söylemlere bir kere daha tanık olduk. Zinhar geçmişte ya da şimdi bu tür olumsuz özelliklere sahip olmadığımızı iddia ediyor değilim. Geçmişte belki de ayırdedici özelliklerimizdi bu olumsuzluklarımız. Ama el insaf 45 yıl geçti bu travmanın üzerinden ve biz çok tartıştık, hala tartışıyoruz. Yüzlerce makale, kitap ve broşür yayınlandı. Bırakın bunları olgular üretildi. Bir arada olmaz denilenler bir araya geldi. Birlikte çalışamaz denilenler bir arada  çalışır oldular. Desteklenemez denilen siyasi oluşumlar desteklenir oldu. Çok uzağa gitmeye gerek yok, Datça örneği bile yeterince öğretici. Datça ile ilgili ölçek sıkıntısı yaşıyorsak kafayı kaldırıp etrafa ve olanca çeşitliliği içinde dünyaya bakmak yeter. Umutla izlediğimiz Kadın Hareketi, Kürt hareketi, LGBTİ hareketi, emin olun tek tek kadın-erkek sosyalistlerin ve sosyalist oluşumların elinin değdiği-ürettiği, yarattığı demiyorum- oluşumlardır. Emin olunuz sosyalistlerde de kafa var, onlar da aralıksız düşünüyorlar. Peki tamam mıdır, arındık mı, artık ‘ol’duk mu? Kesinlikle hayır. Daha katedilmesi gereken çok yol var. Kökleşmiş ve bünyeye nüfuz etmiş zaaflarla maluluz. Mücadelenin tabiatı da bu değil midir? Marilyn Monroe’ya atfedilen bir söz duymuştum, ‘tam finişe vardığını düşündüğün anda hayat yeniden başlar’. Özetle 1. ve 2. toplantıda zihniyet dünyamızın ve birikimlerimizin ayrımcılığa uğradığı kanısındayım. Yaşadığımız dönemin son derece girift, başedilmesi zor güçlüklerini sosyalist deneyler ya da sosyalistlerin hataları üzerinden tartışarak çözemeyiz.

Bu bitimsiz mücadeleden her dönemeçte olumluluklarımıza dayanarak çıkacağız. Hiçbir zaman ‘unutmayacağız’ birikimimize sahiplenerek kendimizi yenileyeceğiz. Daha işin başındayız. Prometheus’un kararlılığı, Sisyphos’un inadıyla.

Emeği geçenlerin eline koluna sağlık.

2 Nisan 2024 Salı

31 MART ZAFERİ(!) VE HAYAL DÜNYASI

DEMOKRATİK İRADE




Havaya girip hayal dünyasına balıklama dalmakta üstümüze yok. Umuda ve iyiliğe o kadar susamışız ki bir gelişme ayaklarımızı yerden kesiveriyor. Hayır, 31 Martta demokrasi güçlerinin kazandığı zaferi, faşist kurumsallaşmanın aldığı darbeyi küçümsemek niyetinde değilim. Şimdiye kadar türlü şekillerde toplumsal rıza ile meşruiyet üreterek, kritik dönemeçlerde de provokatif ve hukuksuz müdahalelerle hakimiyetini sürdüren 22 yıllık zorba iktidar, ülke halklarından tarihinin en sert tepkisini gördü. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin seçim zaferiyle tek başına iktidar çoğunluğunu kaybeden iktidar ‘istikşafi’ görüşmelerle muhalefeti kuyruğuna takmayı becerebilmiş savaş ortamının derinleşmesiyle 1 Kasımda da yeniden iktidar olanağını yakalayabilmişti. 2023 başkanlık seçimlerinde de çeşitli hukuk dışı ve gayrı meşru yollarla ikinci vartayı da kıl payı atlatabilme becerisini(!) gösteren iktidar, en büyük darbeyi de 3 gün önce yerel seçimler dolayımında toparlanan demokrasi güçlerinden aldı. Coştuk, eğlendik, meydanları doldurup seçim zaferini kutladık. Bir yandan da gözümüzü kulağımızı ‘balkona’ yönelttik. Neyse ki(!) reis Ilımlı(!) bir konuşma yaptı. Rahatlamıştık. Öyle ki konuşmanın arasındaki canalıcı 2 cümleye de fazla takılmadık. Reis ‘teröristana’ karşı savaş da ısrarlı olduklarını sınırlarımızın ötesinde 30 km’lik bir güvenli bölge inşasına hızla devam edeceklerini; emekçiler açısından yoksulluk ve hak kayıplarının derinleşerek süreceği anlamına gelen Orta Vadeli Programın kararlılıkla devam edeceğini söylüyordu.

Derkeeeen YSK Van belediye başkanlığı mazbatasını %27 oy alan AKP’li adaya veriverdi. Eeee şimdi ne olacak? Kürtler protestolar yapacak, Kürt siyasetçiler sert açıklamalar yapacak, belki bir iki gün mecliste sabahlanacak  ülkenin batısından da kimi sosyalistler ve demokratik kurumlar sert demeçler yayınlayacak, ama nihayetinde KAYYUM uygulamaları yeni biçimlerde büyük bir ihtimalle de sayıları artarak devam edecek. Özgür Özel’de bu irade gaspını ‘kınayacak’. Sen sağ ben selamet.

Yıllardır en başta Kürt siyasi hareketi ve kimi sosyalistler, demokratlar ‘Kürt sorunu hallolmadan, Kürtlerin hakları teslim edilmeden demokrasi hayal edilemez diyorlardı. Ne oldu? Hevesleri kursakta bırakacak çabuklukta, bu gerçeklik bir kez daha sağır kulakların duyabileceği, kör gözlerin görebileceği şekilde ortaya seriliverdi. Demek ki neymiş elinde çekiç olan her ‘sorunu’ çivi olarak görürmüş, zorbalık öyle kolay kolay egemenlik alanını gönül rızasıyla elindeki bütün olanakları kullanmadan terk etmezmiş. Daha da önemlisi Kürt sorunu da dahil her türlü hak arama mücadelesi kitleselleşmeden, hemen bütün iyi insanların meselesi haline gelmeden, benimsenmeden demokrasi bir hayalmiş.

Yoksa kayyumun sapı, üzümün çöpü varmış, 47 bin seçmen kaydırılmış da ne olmuş, önemli olan 4 büyük ilin başkanlıklarını ve birçok belediyeyi kazanmış olmakmış, belediye meclislerinde de çoğunluk, hatta birinci parti olmakmış. Önemli olan buymuş. Bizden uzaktaymış, hayırlısı olsunmuş! Zaten sınırın da dışındaymış! Daha da önemlisi biz SINIF MÜCADELESİ yapıyormuşuz, her tür milliyetçiliğe prim vermezmişiz!

Alışılagelene devam, rutine devam, ne yaptıysak onu yapmaya devam. Zinhar parlamentodaki varlığımızı tartışma konusu yapmayız, gelen hazine yardımlarından vazgeçemeyiz. Yok öyle demeyelim, haksızlık olur; ‘halkın kürsülerini terk etmeyiz’ diyelim.

Eğlenmeye, halaya devam. Demokrasi ufukta belirdi.

Cengizhan Güngör

27 Şubat 2024 Salı

DEM’in KENDİ ADAYLARIYLA SİYASET MEYDANINA ÇIKMASI(?)

Cengizhan Güngör

DEM Parti’nin kendi adaylarıyla yerel seçimlere katılacağını duyduğum ilk anda-Kürt olmayan bir sosyalist olarak- İÇİM CIZ etti. Nedenini tahmin edebilirsiniz. Bu tutumun AKP adaylarının-özellikle İstanbul başta olmak üzere metropollerde- seçimleri kazanmasına yol açması ihtimaliydi. Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi halinde demokratik süreçlerin son derece olumsuz bir şekilde etkileneceği  bir ön kabul olarak ortada duruyordu. Sonra bu refleksimin nedenleri üzerinde ETRAFLICA  düşündüm/okudum. Partinin neredeyse kuruluşundan itibaren varoluşunun önemli bir parçası olan ‘ittifaklar siyasetini’ terk ediyor olmasının kuvvetli nedenleri olmalıydı. DEM’in önceli HDP, Kürt siyasi hareketinin merkezinde olduğu sosyalist oluşumların ve kalabalık bir demokratik kitle örgütlerinin bileşeni olduğu bir yapılanma olarak vücut bulmuştu. Aslında ‘ittifak kavramı’ HDP’ye içkin bir kavram olarak şekillendi, bir bakıma. Nitekim bu bir anlamda müttefikler partisi diye adlandıracağımız parti o dönemden itibaren birçok siyasi başarıya imza attı. Yüzde on barajını aşarak meclise girmesi ve 7 Haziran 2015’de AKP iktidarının çoğunluğu kaybetmesine yol açması; 2019’da İstanbul başta olmak üzere birçok büyük şehirde belediyelerin CHP’nin eline geçmesinde özgün ‘ittifak’ politikasıyla rol oynamış olması altı çizilmesi gereken demokrasi adına önemli başarılardır. Nitekim 2023 genel seçimlerinde de -aynı teklifsiz olarak nitelendirilebilecek- ‘ittifak’ tutumunu devam ettirdi.

Peki o gün ve o günden sonra ne olmuştu da PARTİ TUTUMUNU DEĞİŞTİRMİŞTİ?

-Partinin zirve noktası yüzde onüç olan seçim başarısı bu seçimlerde yüzde sekizlere gerilemişti.

-Özellikle partinin merkezi oluşumu Kürt siyasi hareketinin tabanı, yani Kürtler, bu gerilemenin nedenlerini bir boyutuyla ittifak siyasetine çıkarmış gibi görünüyor. Nitekim iki ayrı anket-birinde yüzde 61, diğerinde yüzde yetmiş- parti tabanının ayrı adaylar gösterilmesini talep ettiğini gösteriyordu. Anketler bir yana kendi adaylarıyla seçime girme kararının ve belirlenen adayların o cenahta heyecanla karşılaşmış olduğu gerçeği de ortada.

-Yapılan özeleştiri toplantılarında özellikle bölgede, partinin gerek vekil adayı belirlenmesinde, gerekse Kürt meselesini gündemine alma noktasında halktan koptuğu yönündeki eleştiriler daha sonra parti metinlerine de yansıdı.

-İttifak siyasetinin, güçlerinin ve ağırlıklarının çok üstünde bir oranda müttefiklerin yararına çalıştığı düşüncesi eleştirilere/değerlendirmelere yansıdı. Nitekim kimi sosyalist partilerin barajı açmak için partiyi kullandığı algısı hakim oldu.

-Bir bütün olarak siyasi arenada ittifak arayışından uzaklaşma ve kristalize olma eğilimi hakim oldu. Hem sosyalist odaklarda, hem de diğer muhalif partilerde. İrili ufaklı her organizma kendi adayını çıkardı.

-Eşbaşkanlar, Parti Meclisi ve MYK büyük ölçüde değişti.

Benim açımdan SONUÇ:

-Şimdiye kadar sürdürülen politikayı ‘ittifak siyaseti’ olarak nitelendirmek siyaseten doğru değil, bence. İttifak iki ya da daha fazla özne arasında aktedilmiş bir sözleşmeye/anlaşmaya dayanır. Oysa Partiye dayatılan bir ‘hep destek, tam destek’ tutumuydu. Bir bağımsız parti açısından ANA MUHALEFETİ DESTEKLEME SİYASETİ ilanihaye sürdürülebilecek bir tarz-ı siyaset olamaz. Eşyanın tabiatına aykırı. Varlık iddianıza aykırı. Hele bu kazanacak muhalif adayı destekleme politikası tek taraflı ve bir tarafın verdiği tavizler üzerine kuruluysa. Nitekim 2019’da demokratik kazanımlar açısından hayati bir sonuç doğuran kazanma ihtimali olan muhalif adayı destekleme tutumu, İstanbul ve Ankara metropolleri dikkate alındığında biri Kürt lafını ağzına almaktan korkan, diğeri ise Kürt düşmanlığı ile öne çıkan iki muhalif adaya metropollerin başına geçme imkanı sağladı. Ve ne acıdır ki Kürt meselesi karşısında muhalif partilerin tutumunda ne söylem düzeyinde, ne de pratikte bir gelişme ortaya çıktı. Bu süreçte Demirtaş ve Yüksekdağ olmak üzere yüzlerce Kürt ve farklı milliyetlerden HDP’li siyasetçi hapiste. Binlerce gözaltındaki, ya da tutuklu ya da hükümlü HDP üyesi, taraftarları da cabası. Hiçbir muhalif liderden ya da siyasetçiden DEM’e ve DEM’lilere yönelik bir anti demokratik baskılara dikkate değer bir tepki görülmüyor. Bırakın tepkiyi, genel olarak DEM adını ağızlarına almaktan, onunla temasa geçmekten imtina eden bir muhalefetle karşı karşıyayız.

-Bir siyasi partinin kendi adayları ile seçime katılmak istemesi prensip olarak karşı durulacak bir tavır değil. Her siyasi parti gibi DEM’inde kendi adaylarıyla seçimlere girmesi hakkıdır. Hele kitlesi yüzlü sayılarla ifade edilen muhalif politik oluşumların kendi adaylarıyla seçimlere katıldığı koşullarda. Kaldı ki yinede bu dönemde birlikte hareket etme arayışını sürdürmeye gayret etti.

-Görünen o ki; DEM, yönelimini tamamen, kaybettiği SEÇMEN DESTEĞİNİ KAZANMAYA yönelik bir strateji belirlemiş. Oy oranının yüzde sekizde kalması ya da anlamlı bir sıçrama yapmaması DEM için bir KABUS, anlaşılan. Oylarını maksimize etmeyi ve en azından yüzde ona ulaşmayı hedeflemiş görünüyorlar. Bu seçimin iktidar değişikliğine doğrudan yol açabilecek bir seçim olmamasından da bu yeni politika için cesaret devşirmiş görünüyorlar.

Peki dikkat çekilecek/ELEŞTİRİLECEK noktalar nelerdir?

-Bu yeni sürecin DEM’i, içine ve salt Kürdi duyarlılığa hapsetme tehlikesi içermesi. Ülkenin genel sorunlarından-faşist baskılar, emek sömürüsü, işsizlik, derin yoksulluk, ekolojik yıkım, cins kırım, göçmen düşmanlığı...vb.- uzaklaştırması, ülke sosyalistlerinden adım adım uzaklaştırma tehlikesi barındırması.

-DEM’i ve Dem’li sosyalistleri de içine alan bir genel zaaf olarak da, kitlelerin ‘SEÇMEN’ olarak algılanıyor olmasından, siyasetin 'SANDIK' ve ‘OY’a indirgenmesi  eğiliminden bir tehlike olarak bahsetmeden olmaz. ‘SINIF’ kavramı sanki tedavülden kalkmış gibi.


19 Aralık 2023 Salı

YEREL SEÇİMLER ve DATÇA!


 

Cengizhan Güngör

Yaklaşan yerel seçimlerin çok önemli bir siyaset alanı açacağını ve bu alanı özgürleştirici bir etki yaratacağını tespit etmek gerekiyor. İktidarı değiştirecek bir sonuç üretmeyecek olsa bile genel seçimler kadar önemli. Kaldı ki yaratacağı sonuçlar açısından genelde ne tür gelişmeleri tetikleyebileceği de yurttaşların ve yurttaş inisiyatiflerinin, ülke çapında, bu seçimlerin önemine uygun bir performans gösterip göstermediklerine de bağlı olacak.

Yerel seçimlerin önemi kaç belediyenin muhalif ya da iktidar güçleri tarafından kazanılacağından ibaret değildir. Şimdilerde egemen olan anlayış maalesef bu. Yaklaşım bu olunca siyasi arena ‘kimi destekler ve onun için oy toplama(!) çalışması yaparsak iktidarı zayıflatabiliriz’ kısır döngüsüne kilitleniyor. O zaman da bağımsız, özgür, demokrat  siyasi hattın zayıflaması sonucu ortaya çıkıyor. Dikkatiniz, seçilmesi mümkün görünen muhalif adaylar arayışıyla sınırlanıyor. Bu tutumun varacağı sonuçta siyasi çalışmanın bir adaya ya da partiye eklemlenme faaliyeti haline dönüşüyor olması. ‘Seçilmesi mümkün parti kimi aday gösterecek, parti meclisine kimler girecek’le başlanan çalışma genel seçimler hüsranını tekrarlama tehlikesi taşır.

Oysa bütün siyasi oluşumlar, demokratik kurumlar ve bütün yurttaşlar açısından nasıl bir kentte yaşamak istediğimizi belirlememiz gerekiyor. Bu konuda fazlasıyla ülke içi deneyime, ilkeler bütününe, literatüre-dağınık ya da bütünleşik olmasa da- sahibiz. Ayrıca uluslar arası sözleşmeler, bildirgeler, anlaşmalar açısından da zengin bir birikim var. Yapılması gereken, dolayısıyla, bu genel sınırları çok belli olan talep ve beklentilerin yurttaş inisiyatiflerinin kolektif çalışmaları ile her yerelin koşullarına tercüme edilerek bir talepler bütünü olarak özetlenerek belgelenmesi. Tabii ki daha sonraki adım da, yoğun bir siyasi kampanya ile bu taleplerin el birliği ile yereldeki yurttaşlara ulaştırılması olmalı.

Bu çerçevede Datça Demokrasi Platformu(DDP) zaten başlattığı çalışmaları hızlandırmalı ve bir ‘Datça Yerel Yönetim Bildirgesi’ hedefine yoğunlaşmalıdır. Bu bildirge bir yanıyla yerel kamu yönetiminin hangi çalışma prensipleriyle çalışması gerektiğini(katılımcı ve gerçekten demokratik ve aşağıdan yukarı mahalle meclislerine ve demokratik kitle örgütlerine dayanan), diğer yandan somut talepleri(örneğin kentsel dokuyu vahşi bir şekilde tahrip eden yapılaşmaya karşı önlemler, kent içinin trafiğe kapalı hale gelmesi, tarımı destekleyici çabalar…vb) içeren bir muhteva taşımalıdır. Bu amaç yerel siyasi parti örgütlerinin olduğu kadar, yerel demokratik kitle örgütlerinin de aktif katılımıyla ve birlikte çalışmasıyla gerçekleşebilir. Bu çalışma sırasında yerel belediyelerin son derece sınırlı olanaklara sahip olması, merkezi iktidarın yoğun baskısı altında olması..vb kısıtlardan da azade olmak gerek. Oto kontrolden kaçınmak gerek. Aksi reele hapsolmak sonucunu doğurur. Bu çalışma yerelden hareketle ideal bir kent tasarımı oluşturma çabasıdır. 

Datça Demokrasi Platformu'nun bir aday/adaylar önermesi ya da desteklemesi çok bileşenli platform yapısının doğasına aykırıdır. DDP'nun rolü Datça Kent Bildirgesi bağlamında yaşanabilir, dayanışmacı, demokratik, özgürlükçü bir kent tasavvuru ortaya koymasıyla sınırlı olmalıdır. 

Ülkemizin koşulları iktidarın merkezden yerellere kaydırılmasını zorunlu kılıyor. Barışçı, demokratik eşitlikçi, inanç ve etnik çeşitliliklerin yerel belediye yapılanması üzerindeki örgütlü gücünün etkisi ulusal çaptaki demokratik gelişmelerin de itici gücü olacaktır. Bu çok yönlü ve zorunlu bir mücadeledir. Bir ayağı ülke genelini diğer önemli ayağı da yerellerdeki çalışmaları kapsayan bir çalışma.


4 Aralık 2023 Pazartesi

KİTAPTAN DA ÖTE!

 

Cengizhan Güngör

5 aydır bir kitapla cebelleşiyorum(!). Bir kitap okuma eylemini  ‘cebelleşme’ diye nitelendirmemin nedenleri var; bir yanıyla kitabın 926 sayfadan mürekkep kapsamı, diğer yanıyla içeriği itibarıyla benzeri çalışmalardan ayrılan son derece yoğun oluşu. Yazar kitap için 5 yıl emek harcamış. Sayfalar arasında ilerledikçe bu süreçte, yazarın binlerce belge ve kitap okuyarak/tarayarak ortaya çıkardığı bir eserle karşı karşıya olduğunuzu fark ediyorsunuz. Gıpta edilesi entelektüel bir emek ürünü ve şaşırtıcı bir titizlik bu kıymetli eserin harcını oluşturuyor. Tanıl Bora’ya bu el ve zihin işi yoğun emeği için şükran borçluyuz.

Evet, Tanıl Bora’nın CEREYANLAR üst başlığı ve TÜRKİYE’DE SİYASİ İDEOLOJİLE R alt başlığı ile ülkemizin fikir hayatına kazandırdığı kitabından söz ediyorum. Kitap 2017 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkmış. 2023 yılına gelindiğinde benim okuduğum baskı 9. baskı. Kitabın benim için şaşırtıcı olan bir yanı da bu. Böylesine yoğun bir içeriğe sahip bir kitabın 6 yılda 9 baskı yapabilmiş olması. Genel geçer kitap okuru profilinden hareket ederek bu durumu değerlendirecek olursak, bir istisna ile karşı karşıya olduğumuz açık. Tabii benim bu şaşkınlığım kitabın tükenen 8 baskısının en azından önemli bir bölümünün okunduğu varsayımına dayanıyor. Aslında inkar edilemeyecek bir boyutu da kitabın; bir REFERANS kitabı, bir çeşit ANSİKLOPEDİ özelliği taşıması. Benim yaptığım gibi baştan sona kadar okumasanız da, sık sık rafından indirip başvurma ihtiyacı duyacağınız bir yapıt olma özelliği taşıması.

11 bölümden oluşuyor. ‘GEÇ OSMANLI ZİHNİYET DÜNYASI’ ile başlayan kitap, 11. Bölüm olarak KÜRT ULUSAL HAREKETİ’ ile sonlanıyor. Arada MODERNLEŞME, BATI VE BATICILIK, KEMALİZM, MİLLİYETÇİLİK, MUHAFAZAKARLIK, İSLAMCILIK, LİBERALİZM, SOL, FEMİNİZM gibi bölümler var. Bütün bölümler, her bölümün alt başlıklarını da kapsayan bütünlüklü bir çalışma. Ve her bölüm, o bölüm içinde örnek olarak zikredilecek çok sayıda alıntılarla destekleniyor. Tanıdığım, tanımadığım, ilk kez adını duyduğum çok sayıda müelliften yapılan alıntılarla dolu.

Bugünü anlamak, geleceğe dönük çıkarımlar yapabilmek, tasavvurlarınızın ayaklarının yere basabilmesi bakımından kütüphanenizin raflarında bulunması gereken bir kitap. İhtiyaç anında indirip okumak konforu bile bu kitabı bulundurmayı gerekli kılar.

*Tanıl Bora, Cereyanlar ve Türkiye'de Siyasi İdeolojiler, İletişim Yayınları. 

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...