24 Mart 2016 Perşembe

Asıl şimdi HDP!

17.03.2016 

HDP’nin kısa tarihi, bu kısa zamana sığdırılmış politik başarılar kadar ve hatta ondan daha fazla kendisine yönelik dizginsiz ve benzeri görülmedik saldırıların tarihidir. Bizzat ‘en yukarının’ yönlendirdiği ve komuta ettiği saldırılar çok yönlü bir şekilde sürdürüldü, sürdürülüyor. Bir yandan seçmen yoğunluğu olan şehir kasaba ve mahalleler yıkılırken, parti binaları bindirilmiş kalabalıklar ya da çeteler  tarafından tahrip edilirken, partili siyasiler, belediye başkanları  gözaltı ve tutuklamalarla karşı karşıya. İktidar medyası da benzeri görülmedik bir itibarsızlaştırma, kriminalize etme çabalarını hiçbir etik kaygı taşımadan akıl almaz provokasyonlarla sürdürüyor.  Gelinen noktada merkez medyada diz çökmüş ve kampanyaya destek verir hale gelmiştir. Ve büyüklü küçüklü, hala 

HDP’nin sesini duyuran medya da saldırıların hedefindedir. Artık sıra HDP milletvekillerinin pratikte zaten olmayan ‘dokunulmazlıklarını’ kaldırıp onları içeriye tıkma noktasına geldi. Bir adım sonrası HDP’nin kapatılması.

Bütün bunların nedeni, birazcık siyasi gelişmeleri takip edenler açısından son derece açık olsa gerektir; çünkü HDP başkanlık hülyalarının resmiyet kazanmasını, inanılmayacak bir seçim başarısı göstererek engellemiştir.  Ve bu başarıyı kısa süre içinde korkunç baskı ve provokasyonlara rağmen iki kez yakalamıştır  Bugün aynı zamanda resmiyet kazanmış bir başkanlık rejimi altında değilsek, bu ülkenin devrimci, demokrat ve barışçı güçlerinin teveccühü sayesinde HDP’dir.

Bu saldırıların sonuçlarının sınırlı da olsa kimi sol entelijansıyada da etkisini gösterdiğine şahit oluyoruz. El çabukluğu marifet PKK ile HDP’yi eşitleyen saldırılardan da etkilendiği görülen bu çevreler, şimdi ‘HDP’nin şiddetle’ arasına sınır çekmesi gerektiğini vaaz eder oldular. Defalarca her şiddet eyleminin arkasından ve önünden şiddete karşı  en yetkili ağızlardan lanetleyen tepkiler gösteren HDP, bir basiretsizlik ve genel ortamdan  etkilenmenin örneği olarak hedef alınır oldu.

NEDEN HALA HDP?
-Yaşadığımız karanlık dönemin, devletin ısrarlı ve  inatçı tutumu sayesinde Kürt sorununun barışçıl bir şekilde çözülmesinin önünün tıkandığı koşullarda vücut bulduğu görülüyor. Bu bakımdan hala Kürt sorununun demokratik ve barışçıl bir şekilde çözümünün, bir siyasi oluşum olarak tek aktörü HDP olduğu için. Diğer muhalefet partisi CHP hala memleket gerçeklerinden uzak , terörle terörize edilmiş bir şekilde iki sandalyede birden oturuyor. Bu durumu en son Rıza Türmen; ‘hem solcu hem ‘ulusalcı’ olunamaz diye izah etmişti. CHP bir yandan incir çekirdeğini doldurmaz iç sorunlarla mefluç, diğer yandan teröre karşı mücadeleyi AKP ve MHP ile ortak bidiri yayınlamaktan ibaret gören bir anlayışa sahip. Bu anlamda ‘ciğeri kedilere emanet etmiş’ durumda.

-HDP konusunda tereddüt yaşayan demokratlar kendilerine şu soruyu sormalılar; HDP’nin baraj altında kaldığı koşullarda ya da dokunulmazlıkların kaldırılarak HDP’nin kapatıldığı koşullarda, kanlı şiddet eylemleriyle boğulduğumuz bu kabus ne hal alacaktır? Başka bir deyimle, sorunların çözümünün artık ‘şiddetle’ olacağına inanmış ve bu inançla akıl almaz şiddet yöntemlerine başvuran güçler ve yöntemleri daha bir meşruiyet(!) kazanmayacak mıdır? Şiddetle sorunları çözmeyi hedefleyen güçlerin etkisizleştirilmesinin de HDP’nin güçlenmesinden geçtiği açık değil midir?

-Devlet, İşid, TAK ve diğer Kürt silahlı hareketlerinin yarattığı şiddet ortamının Kürt sorununun kadük hale getirilmiş ve varlığı bile inkar edilerek eskiye dönülmüş olduğu koşullarda; birbiriyle ilintili bir şekilde Kürt sorunundan ve devletin Suriye politikalarından beslendiği çok açıktır. Başkanlık merkezli Suriye politikaları bölgesel hegemonya arzularıyla başlatılmış ve fakat dönüp dolaşarak Kürt sorunuyla bütünleşir hale gelmiştir. Bu demektir ki barış ve demokrasi istiyorsak, savaşaın içine itilmek istenmiyorsak HDP’ye omuz vermeye devam edilmelidir.

-Bir yandan devlet destekli, diğer yandan İŞİD kaynaklı ve diğer yandan silahlı Kürt hareketinin oyuncuları olduğu şiddet ortamı siyasal alanı alabildiğine daraltmaktadır. Başkanlık bizzat tecrübeyle gördüğü kendisine dokuz puan kazandıran şiddet ortamından nemalanmaktadır. Bu ortamda parlamentonun alanı da daraltılmaktadır. HDP’ye sahip çıkılması gereğinin bir temeli de budur.

-HDP’nin terörle ve şiddet ortamıyla ilişkili olduğu iddiaları muktedirlerin ürettiği ve ellerindeki bütün araçlarla sürdürdükleri bir dezinformasyondur. İktidar sahipleri HDP’yi bu yolla elimine etmeyi düşünmektedirler. HDP’nin ‘aşil topuğunun’ burası olduğunu varsaymaktadırlar. HDP’nin, Türkiye’nin en temel sorunu olan  ve başka bir dizi sorunununda kaynağı olan Kürt sorunundaki hassasiyetleri, iktidar sahipleri tarafından istismar edilmektedir.  Bu propaganda boşa çıkarılmalıdır.

Özetle, terör tanımının muhalif olan herkesi kapsayacak şekilde genişletilmesi çabalarına, parlamento ve siyaset alanının etkisizleştirilmesi girişimlerine, medya organlarının tepesinde sallanan kayyum atamalarına, akademisyenlerin, gazetecilerin ve aydınların sırf barış istedi diye içeri atılmalarına, en basit hak arama çabalarının gaz ve gözaltılarla karşılanarak ‘sokak muhalefetinin’ yokedilmesine, yani faşizmin kurumsallaşmasına dur demek istiyorsak, barış istiyorsak, terörden arınmış bir Türkiye istiyorsak bugün, HDP’nin daha da güçlenmesi gerekmektedir.

İktidar sahipleri hedefe HDP’yi koymuşlardır. Bu çok açıktır!  Hedef ‘terör örgütleri’ olduğu kadar ve belki de ondan daha fazlası olarak HDP’yi yok etmektir. Bu durum bile ‘aslı şimdi HDP’ gerekliliğine yeterli açıklama olmaktadır.

#VEKİLİMEDOKUNMA

Bu güzel ülke intihar ediyor!

12.03.2016 

"Yalova’da altı liseli kız, evini bastıkları kız arkadaşlarının alnına rujla TC yazıp eline bayrak vererek çektikleri resimleri sosyal medya da paylaştı.”
 Gazeteler

Ölümün, öldürmenin ve şiddetin bu ölçüde sıradanlaştığı, kanıksandığı başka bir çok ülke adı ve hatta kıta -Afrika- adı  telaffuz etmek mümkün kuşkusuz. Suriye, Irak, Pakistan diye başlayıp devam edebilirsiniz. Uluslar topluluğu içerisinde de bayağı anlamlı bir sayıya ulaşabilirsiniz, sonuç olarak. Bu küçük gezegenimizin geleceği açısından kaygı verici bir durum, tabii ki. Çok açık ki, bir yanda bu ülkeler ve bu ülkelerde yaşayan ve en temel insani ihtiyaçlarını karşılayamayan milyarlarca insan, öte yanda refah adacıkları… Bu terazinin bu sıkleti daha ne kadar kaldırabileceğini düşünüp kaygılanmamak elde değil. Bu anlamda dünyamızı  bir ‘barbarlık’ çağının beklediği kehanetleri ya da öngörüleri pek de haksız sayılamaz. Haksız sayılamaz çünkü; refah adacıklarında hüküm süren egemen sistem kar hırsıyla mefluç ve daha da ötesinde buralarda yaşayan milyarlarca insan öteki dünyanın milyarlarına ve onların acılarına karşı kapılarını kapatmış, duvarlar örüyor.

Açık ki, küçük gezegenimizin küçük ve güzel ülkesi Türkiye bu feci akıbetten ayrı düşünülemez kuşkusuz.  Bugün için farklı olan ülkenin egemen siyasetinin benzeri çok az görülen bir şekilde bu felakete koşar adım gidiyor olması… Büyük bir aymazlıkla, gözü dönmüşlükle ve hızla. Sanki gezegenimizin feci akıbetini de çabuklaştırmak ister gibi..
Bu ülke doksan küsür yıllık cumhuriyet tarihinde bir çok badireden geçti, biliyoruz. Katliamlar, askeri darbeler, büyük kitlesel kırımlar, etnik temizlik ..vb.  Ama hiçbir dönemde bu ölçüde umutsuz, bu ölçüde endişeli, bu ölçüde çaresiz insanların ülkesi olmamıştı. Egemen iktidarın ondört yıllık iktidarının sonuçları olarak ülkemizin üzerinde kesif kara bulutların dolaştığını söylemek abartılı olmaz, sanırım.

Hayır devletin özellikle Kürt il ve ilçelerinde yürüttüğü katliam ve yıkım politikalarından söz etmiyorum, sadece. Ya da en küçük bir hak arama çabasının gaza, copa ve plastik mermiye boğulmasından da. Ha keza devlet yetkililerinin Yüksekova’da başlatacakları operasyon öncesi-en iyimser ihtimalle birkaç yüz kişinin öleceği-  törenle kurban kesmeleri hoyratlığından da. Mesela mültecilerin üzerinden ‘biz enayi miyiz, otobüse-trene koyar göndeririz’li kirli pazarlıklardan da; operasyonların yüzlerce insanın ölümü sonucunda bitirilip ilçelere, mahallelere bayrak asarak vatan topraklarının kurtarıldığını iddia eden zavallılıklardan da, söz etmiyorum.  Gazetecilerin, siyasilerin, seçilmişlerin tutuklanmalarından da. ‘Vatan haini akademisyen’ söylemlerinden de… Çalanlardan, çırpanlardan ve egemenlerin dahil olduğu yolsuzluklardan da… Muktedirlerin büyük bir maharetle, pişkinlikle ve kolaylıkla söylediği yalanlardan da. Savaş uçurumunun hemen kenarına getirilmiş olmamızdan da.

Ülke doğasının sorumsuzca madenler ve HES’lerle doldurulmasından da, böylece derelerin yokedilip bütün güzelliklerin acımasızca talan edilmesi ve para hırsına kurban edilmesinden de. Açılması için start verilen nükleer santrallerden de. Çürümüş bürokrasiden, hiçbir güvenilirliği kalmamış yargıdan da. Tamamen rant kapısı haline gelmiş inşaat sektörünün iğrenç ve estetik yoksunu ‘mahalleleri, şehirleri soylulaştırma’ girişimlerinden de. Hallaç pamuğu gibi atılan ve ‘imamhatipleştirilen’  eğitim sisteminden, iğdiş edilen üniversitelerimizden de.

RUHLARIMIZ YARALANIYOR
Ben bütün bunlar gözünün önüde cereyan ederken insanlarımızın ruhunda meydana gelen derin ve sağaltılması son derece güç tahribattan söz ediyorum. Elinden bir şey gelmemenin, bitimsiz çaresizliğin, kesif bir umutsuzluğun yarattığı köşesine çekilme halinden, yurdu terketme eğilimlerinden söz ediyorum. Ben giderek yayılan ‘öleceğiz madem yiyelim badem’ umursamazlığından söz ediyorum. Travmatik gelişmelerle dolu dönemler, aynı zamanda ahlaki olarak ve değerler sistemleri açısından kesinlikle kabul edilemeyecek bir çok gelişmenin rutin ve sıradan hale gelişinin ve bütün bu olup bitenlerin hazmedilmesi(!) kabullenilmesi(!) ve içselleştirilmesi(!) süreçlerinin ruhlarda yarattığı güce tapınıcılıktan, sinizmden, içine kapanma ve ‘etliye süylüye karışmama’  eğiliminden söz ediyorum. Birden bire patlayan öfkelerimizden, şiddet dolu parlamalarımızdan söz ediyorum.

İnsanlar, ne kadar çok ve uzun süreli değerler ve inanç sistemleri açısından kabul edilemeyecek şeylere maruz kalırlarsa ve muhatap olurlarsa, o ölçüde ve zamanla değer sistemlerini sorgulamaya başlıyorlar ve en azından onları ruhlarının derinliklerine gömerek vasata uymaya başlıyorlar. Ben bundan söz ediyorum. Ben artan kadın cinayetlerinden, artan tecavüz vakalarından, birbirimize uyguladığımız vahşetten, dizginsiz çoğalan ırkçılıktan, hızla yükselen muktedirin düşmanı işaret eden parmağı ile özdeşleşme eğilimlerinden söz ediyorum.

Komşunuzun-ya da kendinizin- uğradığı haksızlıklara ses çıkaramamanın ya da çıkarmamanın ve bu sürecin uzamasının giderek ‘komşunuzun-ya da bizzat kendinizin- bu haksızlıkları hakettiği’ inancına evrilmesi kaçınılmaz olmasa bile sık rastlanan bir vakalar değil midir? Hatta giderek bu haksızlıkların faillerinin arasına katılma eğilimlerinin başlaması görülmedik sonuçlar mıdır?

Çok mu karamsarım? Umarım öyledir. Ve gerçeklik benim algıladıklarımın tam tersi yöndedir.

HDP 'yeni' Anayasa ve hayaller

18.02.2016 

Üyesi olduğum partimin yöneticilerinden özel bir ricam var. Lütfen şu ‘Anayasa Uzlaşma Komisyonu’ adı altında sürdürül(me)meye çalışılan ‘maskeli balo’ ucuz piyesinin katılımcısı olmaktan bir an önce vazgeçelim. Neden mi? Şunlardan:

-Meclis çoğunluğuna sahip siyasi aktör AKP’nin ‘yeni anayasa’ diye bir derdi yok. Onların derdinin başkanlık rejimini-yani tek adam rejimini- anayasal bir statüye kavuşturmak olduğu çok açık. Siz de bunu biliyorsunuz. Erdoğan oligarşisi şu anda ‘topal ördek misali’ ortada kalmış olan siyasi pozisyonunu anayasal bir çerçeveye oturtarak sağlama  almak zorunda. Özgürlükler ya da demokrasi gibi kaygılar taşıdığı konusunda zerre miskal bir umudu olan varsa kafayı bulmak için ne kullandığını bize de tavsiye etmesini dilemekten başka çaremiz yok.

-Öte yandan şu AKP iktidarının 13 yıllık serencamına bakıldığında ya da şu son yedi ayda yaşadıklarımız hatırlandığında ve faşist uygulamaların azgın bir şekilde ve artarak sürdürüldüğü dikkate alındığında kim ‘buradan ve bu partiden olumlu ve iyi bir şey çıkabilir’e ikna edilebilir ki? Memleketi uçuruma sürükleme faaliyeti sırasında arada bir de ‘elimiz değmişken bu memlekete de şöyle dört başı mamur bir anayasa kazandıralım’ fikriyatı ne kadar inandırıcı olabilir? Demem o ki çürütmeden saklamak istediğin eti buzdolabına koymak zorundasın. AKP’nin elektrik fırınına değil.

-‘İstemezükçü’ MHP’nin özgürlükler ve demokrasi üzerine zinhar hiçbir kaygı taşımadıkları çok açık! Daha da ötesi Erdoğan oligarşisine zor zamanlarda payanda olmaktan vakit bulup bu ulvi(!) görüşmelere yoğunlaşabileceklerini de düşünmek mümkün değil. Yoğunlaşırlarsa da oradan ne çıkacağı ya da çıkamayacağı çok ama çok açık.

-CHP ise Kürd’ün lolosu gibi ‘ilk dört madde’ diye tutturmuş gidiyor. Değiştirtmem de değiştirtmem makamında. İlk dört madde dediği şeyin özeti ise çok açık ve net olarak ‘Türk Milleti’ tanımına halel getirtmemek. Devletin temellerinin bu tanım etrafında düzenlemesinin devam etmesi. Başlıca kaygıları bu! Hadi ne ayıp edelim ne haksızlık. Diyelim ki demokratik ve seküler yaşam üzerine kaygılarının samimiyetinden kuşkulanmaya hakkımız yok. Diyelim ki her şeye rağmen ‘tek milleti’ işaret eden anayasa tanımının değiştirilmesinde de ikna olabilirler-hani diyorum- ama Baykal gibi her seferde başını kaldıran takozlar buna imkan verir mi?

-Senin iyi niyetinden ve samimiyetinden kuşkum yok sevgili partim tamam. Biliyorum ki arzu ettiğin seküler-demokratik ve halklar arasında eşit haklar temelli bir anayasa inşa etmek. Ama maalesef arzularla gündelik gerçekler bugün olduğu gibi denk düşmüyor. AKP’nin sopasını ve kurşununu sırtının derinliklerinde hisseden akademisyenden işçisine kadar kimsenin güncellik temelinde gündemi de bu değil. Ha keza Kürd'ün de Türk'ün de! Ha iyi de bütün bu gerçekliklere rağmen ısrar etmekte masaya oturmakta ne sakınca olabilir diyorsan şu olabilir:

. İstikşafi görüşmeleri hatırlar mısın? Hani CHP’nin elinin kolunun bağlanarak masaya oturtulduğu şu ‘koalisyon görüşmelerini’. CHP narkozun etkisinden çıktığında atı alan Üsküdarı geçmişti. Ülke çapında yoğun baskılarla dolu bir 45 günden sonra şartlar olgunlaştırılıp erken seçim kararı alınmıştı bile. CHP ne olup bittiğini açıklayamaz halde ortaya çıkan abukluğa rıza göstermek zorunda kaldı. Hala biz 45 gün boyunca ne konuştular bilmiyoruz. CHP’ye de AKP kurmaylarının çoktan planladığı sonucu ‘delikanlıca’ kabul etmek kaldı. CHP 45 gün ‘avara kasnak’ gibi kurnaz AKP tarafından dolaştırılıp durmuştu. Bu acı çok taze olduğu için CHP yoğurdu üflüyor. Partimin bu duruma düşmesini istemem.

. Erdoğan oligarşisi bir illüzyon yaratma peşinde. Yapay meşguliyet alanları yaratarak. Amaç belli. Önünde sonunda tek adam rejiminin anayasal alt yapısının taslağını o yada bu yolla kurumlaştırmak istiyor. Bu illüzyonun yaratılmasına figüran olmamak gerek…Hele hele CHP’siz.
Gün faşist kurumlaşmaya karşı direnmek ve bütün muhalif toplum kesimleri ve siyasa ile birleşerek BARIŞ bayrağı etrafında özgürlük ve demokrasi kavgası vermektir.
Yeni anayasa ise bir başka bahara…


‘Köy göçüyor deli kız kulak deldiriyor’(*) ya da ‘ört ki ölem’!

‘Köy göçüyor deli kız kulak deldiriyor’(*) ya da ‘ört ki ölem’!
11.02.2016
“Dostum, dostum güzel dostum 
Bu ne beter çizgidir bu 
Bu ne çıldırtan denge 
Yaprak döker bir yanımız 
Bir yanımız bahar bahçe P


Öyle bir yerdeyim ki bir yanım çığlık çığlığa 

Öyle bir yerdeyim ki 
Anam gider Allah, Allah dölüm düşmüş sokağa.”

Hasan Hüseyin Korkmazgil

Herhalde ‘delilik hali’ dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Ben her sabah ‘bu dünya hala ve biteviye nasıl dönüyor’  diye uyanıyorum.  Öfkem, mutsuzluğum, ani parlamalarım, çekilmezliğim, bedbinliğim en yakınlarımın şikayet konusu.

Oysa ‘hayat’ devam ediyor.  Vitrinlerden ve alış veriş merkezlerinden yayılan göz kamaştırıcı ışıklar eşliğinde gezinen, alış veriş yapan, yemek yiyen insanlar… Dolup boşalan sinema salonları, kafeler… Reklam panolarından ve vitrinlerden önümüze serilen ‘sevgililer günü hazırlıkları’… Eşin dostun erken yaz tatili hazırlıkları. Dolup boşalan kayak merkezleri… Takımının yenilgisiyle üzülen bu yenilginin nedenleri üzerine saatlerce sohbet eden insanlar… Havadan sudan, börtü böcekten dem vuran köşe yazarları… Ve hatta yüksek ve derin teorik meselelerde büyük bir ciddiyetle ahkam kesen kimi solcular… ‘Truman Show’ dünyası, sanki. Ya da ‘Titanic’ batarken hiç durmadan, son ana kadar konserine devam eden orkestra  elemanları ...  Daha tanıdık bir tasvirle hepimiz, hadi haksızlık etmeyelim, kahir ekseriyetimiz milli fenomenimiz Acun dünyasında yaşıyoruz.

Ben hangi ülkede yaşıyorum? Aylan bebeğin, Fatima kızın ve daha yüzlerce kadın, kız, genç, yaşlı mültecinin cesedi hangi ülkenin eşsiz güzellikteki koylarında, plajlarında yatıyor? Ve hangi ülkenin cumhurbaşkanı bu milyonlarca mülteciyi bir ‘at pazarlığının’ konusu haline getiriyor? ‘Otobüslere doldururuz göndeririz’ tehditleriyle… Üç kuruşluk ücretlerle, son derece kötü koşullarda çocuk yaşlarda ya da daha ileri yaşlardaki mülteciler, hangi ülkenin izbe atölyelerinde ve inşaatlarında çalıştırılıyor; çıplak ayaklarla kağıt mendil satıyor, dileniyor ve parklarda yatıp kalkıyor… Hangi ülkede, hangi iktidar sahipleri benzin dökerek harladıkları savaş deryasının ta kıyısına o ülkeyi getirip bıraktılar?

Hangi ülkenin zindanlarında o ülkenin en saygın gazetecileri aylardır, yıllardır icat edilmiş delillerle yatırılıyor? Hangi ülkenin en kıymetli gazetecileri işsiz bırakılarak, dövülerek terbiye edilmeye çalışılıyor. Hangi ülkenin CB’si günün yirmidört saati TV’lerden hepimize ayar veriyor azarlıyor? Hangi ülkenin, hangi cb’si barış istedi diye ikibin akademisiyenini vatan haini ilan etme hakkını kendinde buluyor? Ve onlara karşı yargıyı ve üniversite yönetimlerini harekete geçmeye çağırıyor? Hangi ülke, CB’sinin medyadan birkaç cümleyle özetlediği iddianamelerle yargılanan insanlarla dolu?

Hangi ülke cins-kırım halini alan kadın cinayetleriyle çalkalanıyor? Hangi ülke iş kazası denilen iş cinayetleriyle işçi-emekçi kıyımına maruz bırakılıyor? Hangi ülkenin meydanları, sokakları en masum hak arama eylemlerinde bile gaza, copa , plastik mermiye boğuluyor? Hangi ülkenin işçileri-emekçileri faşist yasalarla  iktidar güdümlü sendikalara ve daha da çok sendikasızlığa mahkum ediliyor?  

Hangi ülkenin hangi bölgesinde ‘terörizmle mücadele’ adı altında  farklı bir etnik kimliğe sahip vatandaşların evleri, hangi ülkenin ordusu ve üniformasız özel birlikleri tarafından yerle yeksan ediliyor. Sorgusuz, sualsiz insanlar öldürülüyor, sokaklar çürümüş ceset kokularıyla doluyor? Hangi ülkede ‘terörist’ ilan edilerek insanların cesetleri zırhlı araçların arkasına bağlanıp sürükleniyor? Hangi ülkede ‘terörist’ kadınların cesetleri sokaklarda saatlerce çırılçıplak teşhir ediliyor. Ve hangi ülkede bu vahşet görüntüleri o ülkenin ‘güvenlik’ kuvvetleri tarafından basına ve sosyal medyaya servis ediliyor? Hangi ülkenin hangi vatandaşı günlerce, aylarca süren sokağa çıkma yasaklarına maruz kalıyor ve ekmek almak ya da yakınının cesedini alabilmek için beyaz bayrak çekmek zorunda bırakılıyor? Hangi ülkede seçilmiş belediye başkanları tutuklanıyor, hangi ülkenin milletvekillerinin, bakanlarının seçim bölgelerine girmeleri kolluk tarafından zorla engelleniyor? Hangi ülkenin hangi ordusu, polisi kendi ülkesinin ilçelerini mahallelerini yeniden fethedip bayrak asıyor?
‘Hangi ülke’ hezeyanları içerisinde okuma sabrı gösterenlerin kafasını mı şişirdim? Varsın olsun! Nasıl olsa çok yakında muktedirler en vurdumduymazımızın ve ilgisizimizin bile kafasını bizzat şişirecek(!), çeşitli araçlarla…

‘Benim siyasetle işim olmaz mı’ diyorsunuz? ‘Ben o’na oy vermedim ve vermeyeceğim mi’ diyorsunuz ya da ‘ama şu da var, bu da var mı’ diyorsunuz? Hani ‘ama hendekler, ama teröristler, ama Kürt’ler mi’ diyorsunuz? Tanrıyı bilmiyorum, ama bu umursamazlıkla iktidar sahipleri bizi ıslah edecek’, kaçarı yok…

(*) Annemdan sık sık duyardım, umursamazlıklarla, vurdumduymazlıklarla, kayıtsızlıklarla, gamsızlıklarla karşı karşıya kaldığında bu vecizeye sarılırdı.  Son zamanlarda ne kadar da çok hatırlar oldum.



‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...