11 Kasım 2018 Pazar

ATATÜRKÇÜ MUHALİF VATANDAŞ ve CHP’Yİ NE BEKLİYOR?

NEREYE PAYİDAR?


Son 10 Kasım törenleri bir kere daha gösterdi ki, bu ülkede Atatürkçü kimliğiyle kendisini tanımlayan milyonlarca insan var. Bir kere daha bayraklarla ve Atatürk posterleriyle sokakları ve meydanları doldurdular. Ve bu vatandaşların karakteristik özellikleri MUHALİF olmaları. Bu insanlar esas olarak CHP’de kendilerini temsil edilir bulsa da, diğer partilerin üyeleri arasında da, seçmen kitleleri içerisinde de kendisini Atatürkçü(!) olarak tanımlayan geniş bir kesim var.

Özellikle CHP’de temsiliyet bulan Atatürkçüler  ve CHP yönetimi, bu iktidar zamanında elden giden Atatürkçülüğün yeniden vücut bulması ve iktidara hakim olması durumunda ülkenin kurtulacağı(!) düşüncesine sahipler..

Peki gerçekten öyle midir? Atatürkçülük ve daha iddialı tanımıyla Kemalizm bu ülkenin sorunlarına çare olabilir mi? Atatürkçülük/Kemalizm, artık bir zaruret haline gelen birleşik muhalefet ihtiyacı için birleştirici ve sonuç alıcı bir zemin teşkil edebilir mi?

İddia edildiği gibi Kemalizm’in  bu ülkenin gelecek tasavvuruna zemin olabilmesi mümkün değil. Sadece o dönemin yüzleşilmesi gereken bir çok olumsuzluğunun-biraz hafif kaçtı farkındayım- ötesinde ‘HANGİ ATATÜRK’ sorusuna verebileceğimiz cevabın zorluğundan dolayı. Öyle ya;

-18-23 yılları Atatürk’ü mü; 23-38 arası Atatürk’ü mü? Devletin ‘ulu’laştırdığı, ‘yüce’lttiği Atatürk’ü mü? Kenan Evren’in, 12 Eylül’ün Atatürk’ü mü? 28 Şubat dönemi simalarından Oya Sertel’lerin, Çevik Bir’lerin, Atatürk’ü mü? Yoksa SÖZCÜ gazetesi ve Çölaşan, Özdil, Dündar gibi yazarlarının Atatürk’ü mü? Ya da bugünün Cumhuriyeti’nin, Alev Coşkun’unun Atatürk’ü mü? Bunlar ve bunların zihniyeti değil midir, 16 yılllık akp iktidarını bu ülkeye, uygulamalarıyla hediye(!) eden?

-Atatürk’ün partisi olduğuyla övünegelen CHP’nin Atatürk’ü mü? Eğer öyle ise Atatürk’ü Baykal’mı, Öztürk Yılmaz’mı, İlhan Cihaner’mi, S. Tanrıkulu’mu, etmediklerini bırakmadıkları Selin Sayek Böke ve Canan Kaftancıoğlu’mu temsil ediyor? Yoksa Kılıçdaroğlu’mu?

-Kiğılı'nın ya da Koç Holding'in Atatürk'ü mü?

-Hele hele günün cumhurbaşkanının ve iktidar sözcülerinin dillerine doladıkları ve yere göğe sığdıramadıkları Atatürk’mü?  10 Kasım vesilesiyle şatafatlı anmalar düzenledikleri…

-Geçmişte en çok ve en doğru Atatürkçü olduklarını iddia edenler kendilerini yanlış(!) Atatürkçülerden ayırmak için diğerlerini ‘gardrop Atatürkçüsü, salon Atatürkçüsü’ olarak suçlarlardı. Biz bugün ve hatta o gün aradaki farkları ayırt edebilecek, alt alta sıralayabilecek durumda mıy(dık)ız?

Denilebilir ki kurucu kişiliklerin ve onların fikirlerinin bu kadar yaygın, geniş, farklılık arzeden bir yelpazede kabul görüyor olmasından daha doğal ne olabilir? Doğrudur, bu durum neredeyse bütün ülkelerde gözlemleyebileceğimiz bir olgudur. Ama aynı kurucu kişiliklerin ve onların zihniyet dünyalarının o ülkelerin gelecek tasavvurlarının bir parçası olarak-on yıllar sonra bile- kişi kültüyle sarmalanmış olarak anılıyor olmasıdır, tartışılması gereken.

-Bu memleketin 90 yıllık tarihinde alt alta sıralandığında neredeyse herkesin mutabık kalacağı, iktidar sahiplerinin yarattığı yıkımların, olumsuzlukların, anti-demokratik uygulamaların altında ve üstündekilerin hangisinin gerçek/sahte Atatürkçü olduğunu nasıl ayırtedebiliriz, böyle bir ölçüler bütünü var mı elimizde? Efendim ‘onlar samimi değiller’ iyi de elimizde bir samimiyet eleği mi var?

-Tablo böyle bakıldığında zor görünüyor. Denilebilir ki; bir yerlerde tertemiz, pırıl pırıl bir Atatürkçülük duruyor. Ve bu Atatürkçülük gelecek toplum tasavvurumuzun unsurlarını bünyesinde bulunduruyor. Bütün yaşadığımız sorunların ve dertlerin çaresi de o’nda… Peki neden hala ‘bir yerlerde’? Kimi inandırabiliriz bu iddiamıza, bu tablo karşısında… On yıllardır kupkuru bir hamasetle, ulu’luk, yüce’lik zırhıyla sarmalanmış olarak göklere çıkarılmış Atatürk ve Atatürkçülük bombardımanıyla beyinleri felç edilmiş insanlar dışında…

Bir de Şuradan Bakalım
Gelecek tasavvuru ve onun unsurları deyip duruyorum, nedir bunlar?

Bu ülke de yaşayan farklı etnik ve dini kökenlerden gelen halkların eşitlik ve özgürlük temelinde bir arada yaşayabilir olması. Hakim etnik ve dini kimlik anlayışının anayasa’dan, yasalardan temizlenmesi. Bu açıdan mazimizde devralacağımız bir olumluluk, bir miras var mıdır? Yoksa tam tersi midir?

Demokratik hak ve özgürlükler ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin tam ve eksiksiz uygulanması. Bırakalım/dilimize bile almayalım 16 yıllık son iktidar dönemini, yakın tarihimizden devralacağımız bir miras var mıdır, bu alanda. Hele hele bu iktidara kadar bütün iktidar sahiplerinin, ordusuyla bürokrasisiyle yılmaz Atatürkçüler olduğu koşullarda…

Barış… Bugünün temel toplumsal taleplerinden olması gereken barış talebi için geçmişten devralacağımız ne vardır? Yoksa tam tersi midir? Göçe zorlamalar, Dersim katliamı, 6/7 Eylüller..vb olaylar ne zaman cereyan etmiştir? İç ve dış düşmanlar, bölücüler, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur söylemleri bugünün iktidarının icatları mıdır?

Güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, özgür basın, özgür üniversite… Bu ülkenin tarihinin hangi döneminin temel talepleri olmaktan çıkabilmiştir?

Yakın gelecek tasavvurumuzun olmazsa olmaz temel unsurları… Sosyalist ideallerin sözünü etmemize ile gerek yok bu noktada…

Bu ülke de demokratlar, yurtseverler, devrimciler, sosyal demokratlar, örgütlenme ve grev hakkı elinden alınmış emekçiler, cins kırım uygulanan kadınlar, modern kölelik koşullarında istihdam edilen plaza çalışanları, göçmenler, hapiste süründürülen gençler, gazeteciler, halkın vekilleri, cinsel tercihleri dolayısıyla ayırımcılığa tabi tutulan insanlar bu zalim iktidara karşı yukarıdaki tasavvur etrafında bir araya gelebilir.

Eğer bu tasavvurun unsurları temelinde  geçmişle yüzleşilemezse, bu yolla geçmişten her bakımdan kopulamazsa faşizmin kurumlaşması çabalarına engel olunamaz.

CHP’nin yaşadığı trajik durum ve bir türlü bütün koşullar lehine olduğu halde bir varlık haline gelememesi geçmişle köklü bir şekilde yüzleşememesinden. Ve yeni durumun yarattığı yeni koşullara adapte olamamasından. İki sandalyede birden oturulamaz. Çatal kazık yere batmaz. CHP Köklü bir özeleştiri ile yeni bir gelecek tasavvurunun başat aktörlerinden olacak ya da krizler içerisinde dağılıp gidecek.

Bu anlamda ‘ya yeni bir yol bulacaklar ya da yeni bir yol açacaklar’… Mümkün müdür? Değildir demenin hiç kimseye hayrı yok…

Cengizhan Güngör


23 Eylül 2018 Pazar

ASLINDA ‘SÖZÜN BİTTİĞİ YER’de BİTTİ!



Farkında mısınız, epey bir süredir bazı tanımlamalar, deyimler, hayret nidaları anlamlarını yitirdi…

Artık ‘sözün bittiği yer’ demiyoruz, diyemiyoruz çünkü, arkamıza dönüp bakıyoruz, farklı zamanlarda ne kadar çok söylemişiz.  Çünkü ‘söz’ çoktan bitti. Artık kendimizi tekrar ediyoruz. Bir çeşit patinaj hali. ‘Söz’ neden bitti? Bu deyimin ifade ettiği anlam sıradanlaştı da ondan. Her gün, her saat ‘söz’le ifade edilemeyecek şeylerle/olaylarla karşılaşıyorsanız ‘sözün bittiği yer’ kavramının da içi boşalıyor. Yani kötülüğün sıradanlaşması hali! Endişelerinizi, korkularınızı, öfkenizi, hülasa duygulanımlarınızı ‘söz’le ifade edemeyeceğiniz çarpıcılıkta olaylarla/tepkilerle neredeyse her saat başı karşılaşıyorsanız artık çaresizce ‘söz’le oyalanıyorsunuz demektir.

'Söz’ ne zaman mı, bitti? Bana sorarsanız Berkin Elvan terörist ilan edildiğinde, annesi yuhalatıldığında! Belki de ‘söz’; bir milli maç sırasında işid bombalarıyla katledilen insanlar anılırken onbinlerin tekbir getirerek, yuhalamaları sırasında bitti. Belki de ‘kitap bombadan daha tehlikeli olabilir’i duyduğumuzda…  Ne bileyim; şehirler bombalanırken olabilir mi? Ya da Taybet ananın cesedi bir hafta yerde yatarken, derin dondurucuda çocuk ceseti saklanırken… Kızılay’da durakta bekleyen ya da mesaileri bitmiş servis otobüsleriyle eve giden insanların bombalarla parçalanmasıyla bitmiş olabilir mi?

Kimilerimiz hayır, ‘söz’; seçilmiş vekiller dokunulmazlıkları kaldırılıp hapse atıldıklarında, seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyım atandığında bitti de diyebilir. Önemi yoktur. ‘söz’ bitmiştir… ‘Kriz mıriz yok’ tepkisini hangi ‘söz’le tasvir edebileceksiniz…
Dikkat ediyor musunuz, neredeyse bir cins kırım diye nitelendirilebilecek kadın cinayetleri karşısında ‘söz’ümüz ne kadar yavanlaştı. Ha keza çocuk istismarları karşısında. Artık uzunca bir süredir haberleri, tartışmaları, açık oturumları izlemiyoruz, neden? ‘Söz’ bitti/değersizleşti de ondan… Gazete tirajları yarı yarıya azaldı. Demek ki ‘yazı’da bitmiş…

‘Bu kadarı da ol(a)maz!’
Piyasa uzmanlarının kullandığı bir deyim vardır; kimi riskleri piyasalar risk/kriz ortaya çıkmadan ‘satın alır’. Bu tür krizler anında borsa, döviz sert tepkiler vermez. Çünkü piyasalar önceden bu durumu öngörmüş ve bu beklenmedik durumu ‘satın almıştır’. 

Soruyorum; bundan sonra bizi ne şaşırtabilir.? ‘Ne kadarı’ ya da ‘ne’ olmaz, olamaz! Siyasi beklentiler anlamında ‘satın almadığımız’ ne kaldı? 

Bakınız, halifelik ve padişahlık ilanı ihtimalini bile ‘satın almış’ bulunuyoruz. Haksız mıyım? Böyle bir durumda ‘şaşkınlığımız’ ne kadar sürer? Kendimizi topyekün bir kanlı savaşın ortasında bulma ihtimalini ‘satın almadık mı’? Böyle bir durumda ‘bu da nereden çıktı’ diyecek durumda mıyız? %60’a varan zamlar, başka deyimle gelirlerimizin birkaç ay içinde %30-40 erimesi… Ne bizi şaşırtabiliyor? ‘Yerli ve milli iktidarımızın selameti ve devletimizin bekası için siyasi partilere de gerek kalmadı’ dense hayretten küçük dilimizi mi, yutacağız?

Yavaş yavaş ısınan bir kazan suyun içindeki kurbağanın gerçekliğin farkına varamayışının yarattığı duyarsızlık  içinde gibiyiz. 'Şaşırma kontenjanımızı' doldurduk...

Evet, ‘söz’ bitti, ‘yazı’ patinaj yapıyor. Şimdi yanyana durmak, bulunduğumuz alanlarda biraradalığımızın verdiği sinerji ile muhalefeti ince ince aşağıdan yukarıya örmek, zamanı… Artık her yer, siyasi kurumlar, demokratik kitle örgütleri, sendikalar, kooperatifler, sokaklar, mahallelerimiz, apartmanlarımız, kültür-sanat alanları, çevre sorunları, hayvan hakları, çocuk hakları, işyerlerimiz harekete geçmemizi bekleyen alanlar. ‘Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır’ o satıh biraraya geldiğimiz her yerdir. Kısa vadeli başarıların çekimine kapılmadan uzun vadeli bir uğraş olduğunu bilerek…

Cengizhan Güngör

2 Ağustos 2018 Perşembe

‘YENİ YOL’ İÇİN BAŞLANGIÇ DURAĞI... ALİCE 'HARİKALAR DÜNYASI'NDA DEĞİL!


Bir önceki yazıda ‘yeni bir REJİM inşa ediliyor, yeni rejimin inşacıları inisiyatifi ele geçirdiler, 90 yıllık kurumlar, politik yapılar, siyaset yapma tarzı, kültürel kurumlar, eğitim politikaları, değerler sistemi yeniden yapılandırılıyor, yepyeni bir durumla karşı karşıyayız’ demiştim. Ve yine demiştim ki; ‘bu koşullarda enseyi karartıp(!), kafa kafaya verip düşünmek ve bu yeni duruma ilişkin yepyeni yollar, yöntemler, kurumlar inşa etmenin yollarını bulmak zorundayız.’

Bu yazıda kendimce sesli düşünerek; sosyalistler, devrimciler, demokratlar olarak ‘nelerden hemen vazgeçmek/neleri yapmamak gerektiği’ üzerine fikir yürütmeye çalışacağım.

CHP TASALLUTU
Hemen ve derhal CHP’den-bir kurumsal/politik yapı olarak- radikal kopuşu gerçekleştirmek zorundayız. Uzun uzun söz etmeye, nedenler sıralamaya gerek var mı bilmem; ama 24 Haziran seçimleri akşamından başlayarak süregelen gelişmeler zincirini hatırlamak bu sonuca varmak için fazlasıyla yeterlidir sanırım… Bence ötesine gerek yok… CHP ne harcanılan zihinsel çabaya, ne de ‘acaba bir yerlerinden olumlu bir şeyler üretilebilir mi’ uğraşılarına değer… CHP bir umutsuz vaka olarak gerçek anlamda bir muhalefetin geliştirilmesinin ve hatta umudunun yaratılabilmesinin önünde granitten bir kaya gibi duruyor.

70’li yılların başlarından itibaren Ecevit önderliğinde vücut bulan ve 80 darbesine kadar kör topal süren ve sonrasında lideriyle birlikte gericileşen ‘sosyal demokratlaşma’ sürecinin tekrarı artık mümkün değil, beklentisi boş. Birincisi bu süreç o dönemde CHP’den bağımsız gelişen kitlesel bir toplumsal muhalefet üzerinde yükseldi. Kitlesel toplumsal muhalefet TİP şahsında etkin bir sosyalist dalganın da oluşmasına yol açmıştı. Ha keza bütün dünya da fırtına gibi esen bir sola kayış söz konusuydu. İkincisi ne CHP yönetimi, ne de CHP’nin ‘ana muhalefeti’ günün gereklerinin dayattığı bir algıya sahip görünüyor… CHP içindeki sola açılan muhalefet ise maalesef marjinal konumda ve bu fasit daire içinde önü kapalı görünüyor. Üçüncüsü CHP eski devleti temsil eden, sisteme dahil ve sistemle görünür görünmez, girift bağlarla bağlı bir parti. CHP içerisinde en önemli makam belediyelerdeki meclis üyelikleri desem, bir kısmınız şaşıracaktır. Sistemle hortum ilişkileri oralardan başlıyor. Delegelik, milletvekilliği, parti meclisi üyeliği gibi makamlar belediye meclis üyeliklerinden başlayarak belirleniyor. Deyim yerindeyse CHP mevcut sisteme göbeğinden bağımlı. Bu başlık içerisinde anılacak bir şey olarak; olumlu/demokratik bir muhalif çizginin henüz sistemin tamamen reddettiği Kürt sorunuyla yüzleşmeden geçtiği gerçeği dikkate alınırsa CHP’nin ontolojik çıkmazı daha da netleşecektir. CHP’den bir sosyal demokrasi çıkmaz. CHP devlet genetiğinden arınamaz.

Özetle zihnimizi CHP tasallutundan-onula yatıp kalkma anlamında-, oradan bir şey çıkabileceği ihtimalinden arındırmamız gerekiyor. Bunun ne denli zor olduğunun bilincindeyim… Sosyalist, devrimci, demokrat muhalefetin marjinal pozisyonu ortadayken… HDP’nin kıstırılmışlığı ortadayken. Bu koşulların yarattığı çaresizlik ve umutsuzluk duygusu ‘CHP umudunu’ maalesef refleksif olarak canlı tutuyor.

Bu konuyu geçerken CHP kitlesinin, üyelerinin, içindeki sola açık muhalefetin önemini, demokratik muhalefet için hayati karakterini es geçmemek gerektiğini vurgulamak isterim. Yanlış anlamaları önlemek bakımından.

HDP’Yİ ÖCÜ OLARAK GÖRMEK
Giderek zayıflamaya başlayan bir eğilim olsa da kimi demokrat ve sosyalist çevrelerde HDP, hala bir öcü olarak görülüyor. Bu durumun bir nedeninin iktidarın ‘HDP ile yan yana fotoğraf vermenin’ bedelini her geçen gün daha da ağırlaştırması olduğu söylenebilir. Tabii ki diğer yandan geleneksel dogmatik yaklaşımların rolünü de unutmamak gerek. Oysa her geçen gün daha iyi anlaşılıyor ki; 

HDP’yi yoksayan, HDP’siz bir demokratikleşme mümkün değil. HDP’li olmak zorunda değiliz, onu eleştirmekten vazgeçmek zorunda hiç değiliz. Ama temsil ettikleri politikalarla ve kitlelerle yüzleşmekten kaçınmak demokrasi mücadelesine darbe vuruyor. Bunun en basit kanıtı olarak mustarip olduğumuz otokratik iktidarın yöneticilerinden üyelerine, taraftarlarına kadar baş düşmanı olduğunu hatırlamak yeter.

ÜLKE İNSANLARININ YARISIYLA DEMOKRASİ HÜLYASI
Bu mümkün değil. Mümkün olmadığı gibi her türlü kitlesel meşruiyetten uzak tepeden inmeci ve maceracı çıkışların kapısını aralıyor. ‘Olsun da nasıl olursa olsun’ anlayışının. Bu anlamda iktidarın beslenme alanı olan dikey toplumsal bölünmenin tersine çevrilmesinin yollarının üretilmesi gerekiyor. Günün demokratik görevlerine yoğunlaşırken, diğer yandan sınıf eksenli mücadelenin önünün açılması gerektiği vurgulanmalı.

NOSTALJİDEN ARINMAK
En somut ifadesiyle ‘Gezi’ nostaljisinden/beklentisinden. Günlerce süren ve bu Türkiye tarihinin kuşkusuz en görkemli kalkışmalarından biri olan ‘Gezi’den en büyük dersi bugünkü oligarkların çıkardığını unutmamak-bilince çıkarmak- gerekiyor. Onlar bütün enerjilerini Gezi’nin yeniden tekrarlanmamasının tedbirlerini almak üzerine kurdular, kuruyorlar, her alanda...

SEÇİMLERE ve PARLAMENTOYA ENDEKSLİ KISA VADELİ ZAFER BEKLENTİLERİ BOŞ
Geçmiş olsun!  Ancak bu tespiti ‘gerçek’ anlamda bir demokrasi sürecinin önünün açılması kaydıyla ifade etmezsek eksik kalacak. Yoksa kısa ve yakın vadede bu iktidarın ‘KESİNLİKLE’ gitmeyeceği varsayımından hareketle değil. Demem o ki, bu iktidarın gitmesi-gidebilir- tek başına demokrasiyi garanti etmiyor. Bunun için kitlesel toplumsal muhalefetin durumu, bu muhalefeti kucaklayan siyasi oluşumların ve sivil-demokratik inisiyatiflerin varlığı hayati önemde. Bu ihtimal ise şimdilik belirsizliğini koruyor. Bir gericiliği, pekala aynı mahiyette başka bir gericilik de takip edebilir.
Muhalefeti ilmek ilmek örmek, nakış işler gibi aşağıdan yukarıya, sokaktan, fabrikadan, tarladan inşa etmek gerekiyor. SABIRLA ve UZUN VADELİ bir perspektifle. 'Alttakiler' memnuniyetsizliklerini kitlesel olarak dışarı vurma alışkanlıklarını yeniden edinene kadar…

Önümüzdeki dönem, MUKTEDİRİN GÜNDEMİNİN çemberi kırılamazsa, ‘hele bir İstanbul’u alalım, bak neler olacak’ anlayışı eğer muhalefeti belirlerse, ‘İzmir’den olmak’ işten bile değil. Hani ‘İzmir’in varlığına’ çok özel bir anlam ifade edenler açısından… Belli ki muhalefet 'seçim' sathı mailinde iktidarla aşık atacak durumda değil. Bir kitlesellik kazanmadan bu mecrada muktedirin oyuncağı olmaktan kurtulamıyoruz.

Cengizhan Güngör

15 Temmuz 2018 Pazar

ENSEYİ KARARTMANIN BİR ZARARI YOK, ‘YENİ YOLU’ AYDINLATMAK İÇİN…


DÜŞÜNME ZAMANI



“Dün dünde kaldı cancağızım,
bugün yeni şeyler söylemek lazım”
Mevlana


Yaşamın durdurulamaz akışına, ‘değişimin’ mutlaklığı ve sonsuzluğuna vurgu yapan bu bilgece söz asırlardır değerinden bir şey kaybetmedi. Bu çok anlamlı özdeyiş özellikle yenilgi dönemlerinde bizi sisteme yeniden entegre etmek amaçlı kimi fikirlere ikna etmek için de kullanıldı; tarih sonlanmıştı, sınıf mücadeleleri dönemi kapanmıştı; emperyalizm yoktu, karşılıklı bağımlılık vardı; toplum yoktu, birey vardı; devrim yoktu, ilerleme vardı, toplumsal yarar yoktu, piyasa vardı.
Vecizenin bol bol istismar edilen bu anlamından tamamen bağımsız olarak bugün ‘YEPYENİ’ bir durumla karşı karşıyayız. Ve gerçekten ‘DÜN DÜNDE’ kaldı. Bu ülkenin sosyalistleri, demokratları, muhalif iyi insanları olarak öncelikle bu gerçeği bilince çıkarmalıyız.

PARANTEZ KAPANDI…
Uzunca bir süredir devam edegelen 1. Cumhuriyeti yıkma ve yeni bir toplumsal sözleşme dayatma çabaları; ideolojik enstrümanı islam, siyasi hedefi lider merkezli oligarşik bir diktayı kurumlaştırmak   olan; geleneksel sermaye sınıflarını baskılayarak-bir kısmını tasfiye, bir kısmını içerme yoluyla- servetin el değiştirmesini sağlayarak yeni bir egemen sınıf yaratma yolunda ilerleyen güçlerce geri dönülmesi mümkün olmayan bir süreçte ilerletilmektedir. Ülke içinde siyaseten, sosyolojik ve ekonomik olarak yeni rejimi inşa çabaları kurumlarını oluşturmaya devam ederken; yeni egemenler kapitalist emperyalist sistemle ‘yeni’ bir kimlikle bütünleşme çabalarına hız kazandırmış görünüyorlar. Bu yeni rejime uzunca bir süre tereddütle bakan dünyanın hegemon güçleri bir yandan tereddütlerini devam ettirirken, diğer yandan sistem içinde ona açtıkları alanı genişletmeye hazırlanmaktadırlar. Onlarca yıldır alışılageldiğimiz siyasi kurumlar, toplumsal yapılanmalar, eğitim düzeni, ekonomik oluşumlar, karar alma mekanizmaları, toplumun dokusunu belirleyen değerler, hükümet etme biçimleri, muhalefet kurgusu…vb her şey ‘yeni’ dalganın kasıp kavurucu, yıkıcı şiddetiyle karşı karşıyadır. Açıklıkla tespit edilmesi gerekmektedir ki, bu süreç henüz tamamlanmamış olsa da, geri dön(dür)ülebilir noktayı geçmiştir. İnisiyatif özellikle 24 Haziran’dan da sonra yeni egemenlerin elindedir. MORAL ve fiziki ÜSTÜNLÜK onlardadır.

MUHALEFET ŞAPKAYI ÖNÜNE KOYMALI…
İster onlarca yılın alışılagelen muhalefet kurumları ve onların muhalefet etme tarzları açısından olsun ve fakat özellikle son 16 yılın muhalefet kurumlarının ve muhalefet etme tarzlarının, yeni politik, toplumsal perspektiflerle masaya yatırılması ihtiyacı çok açıktır.
Öncelikle 1. Cumhuriyeti yeniden ihya etme, toplumu yeniden ‘Atatürk ilke ve inkilapları’ doğrultusunda dizayn etme çabalarının son derece beyhude olduğu kabul edilmelidir. Bu eski cumhuriyetin kimi asker-sivil kadrolarına ve aydınlarına hakim olan ve yeni rejim muhalifleri arasında da ağırlıklı bir güç oluşturan toplumsal taban/zihniyet ‘değişmek’ zorundadır. Muhalefetin ‘Atatürkçü’ güçleri ve bütün muhalefet bilinci artık demokratik, laik, eşitlikçi, özgürlükçü, geçmişiyle yüzleşen, kimliklere ve farklılıklara saygılı, evrensel insan haklarını temel alan yeni demokratik cumhuriyet hedefine evrilmek zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Özellikle muhalif duruşun en kalabalık partisi CHP’nin önünde böyle bir evrilmeye önderlik etme görevi durmaktadır. Ancak 1. Cumhuriyeti kurumsallaştıran bu partinin devlet kurucusu özelliği böylesi bir gelişmenin önünü tıkamaktadır. CHP devlet partisi olma özelliğinden arınamamakta, her kritik dönemeçte bu karakterinin gereğini yaparak devletin bekasının yanında saf tutmaktadır. 24 Haziran öncesi CHP kamuoyunda ve tabanında en geniş demokratik hassasiyetlerin harekete geçmesi ve kendi dışındaki birikimlere kalbini ve kulaklarını açması kuşkusuz önemli ve gelecek için umut verici gelişmelerdir. Ancak CHP’nin devletçi karakteri ve yeni rejim kurucularının özellikle CHP ve diğer demokratik güçlerle HDP arasına kama sokma çabaları en geniş demokratik birliğin gerçekleşmesi şansını azaltmaktadır.
Kendini seçim zaferlerine endekslemiş muhalefet tarzı miadını doldurmuştur. Artık rejim güçlerinin bir seçimi kaybedebilmesinin koşulları yeni muktedirlerce ortadan kaldırılmıştır. Mücadelenin orta ve UZUN VADELİ, sabır isteyen yeni, alternatif demokratik ve siyasi kurumlar yaratma, kitle inisiyatifleri oluşturma yönü kendini dayatmaktadır.
İşçi, üretici emekçi sınıflar bağımsız kitlesel inisiyatiflere sahip siyasi aktörler olarak mücadele sahnesinde değildirler. Yeni rejimin kurucu faillerince bilinçli olarak yaratılan ve ısrarla her türlü araçla sürdürülen dikey bölünmenin/toplumsal kutuplaşmanın ve yeni rejimin amansız baskıları altında paralize durumdadırlar. İnatla ve her türlü yolla kalıcı kılınmaya çalışılan bu toplumsal dikey bölünme ve kutuplaşma yeni rejimin kurumlaştırılması çalışmalarının en verimli ve etkin ‘can suyudur’. Bu yapay ve kurgusal bölünme boşa çıkarılmadan, başka bir deyimle toplumsal ayrışma sınıfsal zeminlere oturmadan demokratik gelecek mümkün değildir. Bu da demokratik ve sosyalist muhalefet açısından görmezden gelinemeyecek bir gerçekliktir. Ve mücadelenin uzun vadeli karakterini dayatmaktadır.

HDP ve SOSYALİST MUHALEFET…
Muhalif güçlerin en direngen partisi belli ki, sosyalistlerin, kimi demokratların ve Kürt siyasi hareketinin oluşturduğu HDP’dir. Benzeri olmayan baskılar altında ve her türlü rejim kaynaklı tecrit çabaları karşısında ayakta kalmaya çalışmakta ve gücünü geliştirerek korumaktadır. Özellikle baskılar başta olmak üzere Kürt siyasi hareketinin ontolojik sorunları, parti içi işleyişi sorunlu kılan yapısal problemler, gelecek açısından HDP’nin nereye doğru evrileceğini kestirebilme olanağı tanımamaktadır. Kürt demokratları ve siyasileri kendi tasavvurları ne olursa olsun Türkiye’nin demokratikleşmesinin kendi sorunları açısından da tayin edici bir öneme sahip olduğunu unutmamalılar. Türkiye’de kurumlaştırılmaya çalışılan yeni oligarşik düzen şimdiye kadar ki icraatlarıyla özellikle demokrasiyi yok ederek Kürt demokratları için tehlike arzetmektedir. Bütün zaaflarına rağmen HDP, yeni rejimin kurumlaşma sürecinin tamamlanmasını sekteye uğratabilecek en dinamik güç olma özelliğini bünyesinde taşımaktadır.
Sosyalist kurum ve topluluklar ise-HDP içinde olanlar ya da dışındakiler- bir yandan 12 Eylül darbesinin yarattığı tahribatların etkilerinin bir türlü aşılamaması-ideolojik, örgütsel olarak-, ‘duvarın’ enkazından kurtulmakta hala çekilen sıkıntılar, toplumsal hareketlerin neredeyse sönümlenmiş karakteri ve ezilen sınıfların ataleti dolayısıyla bir nevi felç durumu yaşamaktadırlar. En azından bir kısmını hala ayakta tutan şey insanlık ideallerinin en tutarlı taşıyıcısı olmalarıdır. Sosyalistler eğer bu yapısal sorunlarını aşabilirlerse ya da aştıkları ölçüde kitleselleşebilecekler ve tarihi bir zaruret olan en geniş demokratik güç birliğinin katalizörü olabileceklerdir. Bu mümkün müdür, potansiyel olarak mümkündür. İşaretleri var mıdır, cılız da olsa vardır…

ÖZETLE…
Hamasetten, kısa vadeli başarılar peşinde koşmaktan, birbirimizi kerameti kendinden menkul yakın gelecek tasavvurlarıyla oyalamaktan, muhalefeti egemenlerin çizdiği sınırlar ve kurumlar içerisinde yapma alışkanlıklarından kurtulmak gerekiyor. Tarihsel haklılık, ideallerinin tutarlılığı gelecek garantisi sağlamıyor. Potansiyellerin varlığı, yapılacak işlerin büyüklüğünün, öneminin üstünü örtmemeli. AKP’nin oylarının düşmesi, egemen ittifakın önünde bulunan devasa iç ve dış güçlükler, yaklaşan krizin büyüklüğü illa ki daha iyi bir geleceğin ortaya çıkmasına yol açmayabilir. Hatta çoğu zaman tarihsel örneklerinde görüldüğü gibi daha ceberrut sonuçlar üretebiliyor.
Boş umutlar pompalamaktan, ‘enseyi karatmayalım’ gazı vermekten vazgeçelim. ŞAPKAYI önümüze koymanın zamanı…
CENGİZHAN GÜNGÖR

25 Haziran 2018 Pazartesi

MUKTEDİRİN ‘ZAFERİ’ VE İLK AKLA GELENLER 1

Bu irade umudu kaybetmemek için hayati önemde!
Milletçe-bu tür genellemelerin ürettiği hata payını da hesaba katmak kaydıyla- bu satırları yazan da dahil olmak üzere ve özellikle bu memleketin solunu da kapsayan çok kuvvetli bir sübjektivizmle malul olma halinin bütün politik tavır alışlarımızı belirlediğini düşünüyorum… Çok kolay ‘havaya’ giriyoruz ve hemen arkasından da burun üstü çakılıyoruz… İlginç olan muhtemel sonuçlarda belirleyici olabileceğini düşündüğümüz önemli ayrıntıların altını çizdiğimiz halde bunları çabucak unutarak hafızalarımızın derinliklerine itiyoruz, dolayısıyla kolayca rüzgara kapılıyoruz ayakları yere basmayan bir hayalciliğe sürükleniyoruz. Deyim yerindeyse bir noktadan sonra frenlerimiz boşalıyor…

Denilebilir ki; yoğun bir politik ortamda ‘aman dikkat’ demenin mümkünü var mı, ya da doğru mu? Bence olmalı ve hatta sol siyasetin farklılığının da bu olması gerektiğini düşünürüm. Yani her koşulda ayaklarımızın yerden havalanmasına izin vermemek.

-16 yıldır yaşadıklarımızın herhangi bir iktidar değişikliği olmadığını, yaşadığımızın bir tür ‘devrim!’ olduğunu, 1923 toplumsal sözleşmesinin parçalandığını, yeni iktidar güçlerinin yeni bir toplumsal sözleşme dayattıklarını bu satırları yazan da dahil olmak üzere söyleyenlerimiz oldu, ama üzerinde layıkıyla düşündüğümüz ve bu tespitlerin pratik süreçlere etkilerini hesap edip politikalar ürettiğimiz -maalesef yeterince- olmadı… Bu iktidar süresinin neredeyse 2/3’si eski rejimi yeniden ihya etmek gibi bir ham hayalle ve hatta girişimlerle geçti… Daha yeni yeni toplum ve aydınları olarak ordu ve devlet tapınıcılığından arınıp alternatif eşitlikçi-demokratik toplum modelleri üzerinde düşünmeye başlamış bulunuyoruz. HDP’nin yeni siyasi sürece tutunabilmesi ve ciddi bir varlık haline gelmesi bence bu gelişmenin somut örneği. Bu yeni toplumsal güç olarak HDP’ye kulak kabartma ve anlamaya çalışılması sürecinin de gerek idrak yetersizliği ve gerekse yoğun baskılar yüzünden pek bir naif olduğunu da-şu aşamada- unutmamak gerek. Hala ‘sosyalistler HDP’nin kuyruğuna takılmak isteniyor’ abukluğunun devam ettiğini hatırlayalım… Sabih Kanadoğlu, Kemal Gürüz, Çevik Bir, Oya Sertel… vb bir dönemin şaşaalı isimlerinin birer siyasi mevta haline gelmelerinin nedeni üzerinde derin derin düşünmek zorunda değil miyiz? Başka bir deyimle 16 yıldır yaşadıklarımızın daha önceki rejimden kaynaklanan nedenleri üzerinde düşünmeye ne zaman başlayacağız?

-16 yıldır her seçimde en az %40’lık bir seçmen desteğine sahip olmayı başarmanın ne anlama geldiğini hiç düşünmediğimiz gibi, bu gerçeklik siyasi mülahazalarımızın esas konusu haline gelmeyi bile başaramadı. Geldiği yerlerde de ‘cahillik, gerilik’ gibi elitist, üstenci yaklaşımların salvolarıyla karşılaştı. Bu Türkiye siyasi tarihinin herhangi bir partisinin-CHP 1977- bir kez ulaşabildiği yüksek oranın yüzde ellilere yaklaşarak-inerek devam edebilmesi ve sabitlenmesi bizi yeterince meşgul etmedi. En çok yüzde 38’e-bir kez- düşen bir desteğin bu süre içinde onlarca araştırmanın konusu olması gerekmez miydi?

-AB başta olmak üzere batılı güçlerin iktidara yönelik eleştirel yaklaşımlarının bizde yanılsamalar yarattığı, tek yanlı yaklaşımlara sürüklediği, abartılı beklentiler oluşturduğunu görmeli miyiz/iddia edebilir miyiz?

-Neredeyse 30 yıldır birkaç parlak istisna dışında üretimden gelen gücün siyasi arenanın bir aktörü haline gelememesinin nedenleri üzerinde yeterince tartışıp konuştuk mu? Bence hayır… Bu güçlerin siyaset sahnesinde gövdeleriyle yer al(a)mamasının ne anlama geldiğini en iyi bildiğimizi sandığımız halde.

-Ülkede gerçek anlamda ne bir sosyal demokrat, ne bir liberal politik hareket var. Bunun yerine biz yıllardır devlet-bir zamanların devletinin- partisine sosyal demokratlık yakıştırıyoruz ve beklentilerimizi bu abuk yakıştırma belirleyebiliyor.

-Biraz fazla mı(!) seçimci(!) olduk? Seçimlerin yaklaştığı dönemlerde sol olarak ivmelenip, hareketlendiğimize bakarak böyle söyleyebiliriz. Bu konu da dikkatimizden kaçıyor sanki. Gerçi bu durumun birçok nedeninden söz edilebilir, ama zaten edilip tartışılması da gerekmez mi?

-Bir yıl önce dokunulmazlıkların kaldırılmasının, birkaç ay önce seçimleri düzenleyen yasanın çıkartılmasının, OHAL ilanının ve ısrarla sürdürülmesinin, baskın seçim kararı alınmasının, seçimlere 15 gün kala medyada tam tekel gerçekleştirilmesi için adımlar atılmasının, birkaç aydır dış askeri müdahalelere yönelinmesinin, SADAT’ların, kayıp silahların, sosyal medyada sık sık boy gösteren silahlı pozlar verilmesinin…vb bir çok gelişmenin bütünsel bir hedefin kendi içindeki tutarlı adımları olduğu gerçeği siyasi pozisyon alışlarımızı ne kadar etkiledi?

-Buna karşılık esası hiçbir şekilde belirlemeyen seçimlerin ‘kömür dağıtılması ve sosyal yardımlarla, hile ile kazanıldığı’ vb iddialarla ne kadar vakit kaybettiğimizi neden farketmiyoruz?
Artık demokrasinin karşısında deriniyle-sığıyla devletleşmiş bir güç var...
Şimdilik bu kadar… Devamı ne zaman, bilmiyorum… Umarım bir tartışmanın konusu olur…

21 Nisan 2018 Cumartesi

24 HAZİRANA DOĞRU… NEDEN OLMASIN?

GİDECEKLER...
Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimlerini bir buçuk yıl öne çektiler. En azından kimilerimiz açısından şaşırtıcı olmayan bir durumla karşı karşıyayız. O kimileri olsa olsa ‘bu kadar erken beklemiyorduk’ dediler.

Ne yaptılar ettiler olmadı. Tek başlarına denediler olmadı, siyasi tarihin siyasi ahlaktan en yoksun ittifakını kurdular olmadı. 1+1 eşittir iki olmuyor. Memleketi topyekün uçuruma sürükleyecek maceralara giriştiler dini, milli hassasiyetlerle pervasızca oynadılar, olmadı. Bu ittifak dikiş tutmuyor. Oradan buradan pırtlıyor. Başkanlık rejimi hevesleri bıçak sırtında. OHAL ilan ettiler, uzattıkça uzatıyorlar yine olmuyor. Anketlere bakıyorlar, olmuyor. ‘Ekonominin Türkiye tarihinin en büyük krizlerinden birinin başlangıç aşamalarında ve patlamanın suni tedbirlerle bastırılmakta olduğu’ tespiti giderek daha fazla uzmanda kaygı doğurur, gözle görünür, elle tutulur hale gelirken sorumlu bakanların demeçlerinden itiraf edilir oldu. En büyük patronlar bankalarla masaya oturmak zorunda olduklarını dillendiriyorlar. Tehlike çanları çalıyor, alarm zilleri kulaklarında çınlıyordu. Ya bir de 2019 Mart’ında yapılacak yerel seçimlerde birkaç kritik belediyeyi kaybederlerse 2019 Kasım’ındaki CB ve meclis seçimlerine nasıl gidebilirlerdi? ‘Hazır OHAL varken, medyanın neredeyse tamamını ele geçirmişken, başka türlü çıkabilecek sonuçları tersine çevirebilecek devlet kurumlarına hakimiyet varken’ dediler, baskın seçim kararı aldılar.  Durum daha da kötüleşmeden, belki de böylece erozyonun tümüyle iktidarlarını içine çekecek sarsıntılara yol açması ihtimalini önleyebilecekleri umuduyla baskın seçimi tezgahladılar.  

NE YAPILABİLİRDİ?
En doğru tutum muhalefet partilerinin ortak tutum almaları kaydıyla seçimleri BOYKOT olabilirdi. 'Baskın basanındır' mantığı ile hazırlanan, hiçbir demokratik ve etik değer taşımadan, üstelik OHAL koşullarında kotarılan/tezgahlanan bu seçimin layığı muhalefet partilerinin kitlesel seferberliğe dayanan boykotu olabilirdi. Böylece şer ittifakı bütün sorumluluklarıyla, kendi çalar kendi oynar durumda bırakılabilirdi. Hala belli ölçüde varlığını sürdüren toplumsal meşruiyetleri de yerle yeksan olurdu. En azından ağırlıklı bir MUTABAKAT olması kaydıyla…

OLMADI. İrrasyonel bir 'delikanlılık' tavrıyla, bir an durup düşünmeden yelpazenin farklı renklerden ve boylardan muhalifleri balıklama bu tezgaha dalıverdiler. Demokrasi dendiğinde aklına 'seçimden' başka bir şey gelmeyen, kitlesel inisiyatiflere yabancı zihniyet dünyası açısından anlaşılabilir bir tutumla karşı karşıyayız, aynı zamanda.

ŞİMDİ NE YAPILABİLİR?
Bereket versin bu karanlık ittifakın tezgahı her şeye rağmen su sızdırmaz bir seçim başarısı garanti edecek sağlamlıkta değil... Güvenceleri; OHAL koşulları, Ali Cengiz oyunları yapabilecek becerilere/kurumlara sahip olmaları, seçimlere doğru bir takım manipülatif milliyetçi/şoven potansiyeli harekete geçirebilme kabiliyetleri(!), %90’lara varan medya tekeli. Denilebilir ki, daha ne olsun? Doğrudur, muhtemelen siyaset tarihinde seçimlere giderken böylesine imkanlara sahip olan çok az iktidar olmuştur ve ayrıca bu imkanlara rağmen seçimlerin kaybedildiği nadirdir.

ANCAK!
-Her şeye rağmen iktidarın/ittifakın toplumsal değerler temelinde yükselen meşruiyetinin son derece tartışılır hale gelmesi, iktidarlarının devamının elzem olduğu noktasında öne sürdükleri argümanların kamuoyu vicdanında inandırıcılıklarını neredeyse yitirmiş olması, anlatılarının sadece tükenmekle kalmayıp yeni uydurdukları anlatılarının da ‘YALAN’ kategorisinde algılanır oluşu, yani özetle şapkadaki tavşanların tükenmiş olması,

-Son 3-4 yılda iktidarın toplumsal kesimler arasında yarattığı mağduriyet alanı olağanüstü şekilde genişlemiştir. Mağdur emekçi-üretici-esnaf, aydın, genç, kadın ve kimi orta, üst sınıflardan oluşan toplumsal kesimlere, kendi kapalı av alanı olarak gördükleri potansiyel tabanlarından da geniş kesimler katılmıştır. Hatırı sayılır ölçüde kendi seçmen tabanlarında-özellikle Kürtler- ve kendi sermaye kesimlerinde mağduriyet alanı doğmuştur. Bu kesimler kimi zaman yüksek sesle, kimi zaman homurdanarak tepkilerini dile getirir oldular. Bu kesimlerin artık gidebilecekleri bir kapı da var, SAADET Partisi. Ha keza ittifakın küçük ortağı ciddi bir biçimde bölünmüş, muhalefet cephesine İYİ Parti’nin katılmış olması,

-Muhalefet partileri ve siyasi oluşumlar arasında çekincelerin ortadan kalkmaya yüz tuttuğu, birbirlerine daha sağduyulu bakmaya başladıkları bir süreç yaşıyoruz. Örneğin CHP yönetim kademelerinde HDP ve Kürtler daha çok dillendirilir oldu. Bu süreç 24 Haziran’a doğru artık olmazsa olmaz bir zorunluluk haline gelen birlikte hareket etme, aynı hedefe yönelme alanını güçlendirmekte,

-7 Haziran seçimleriyle büyük bir demokratik başarıya imza atan HDP’nin, eşi benzeri görülmemiş baskı ve saldırılara maruz kaldığı halde, toplumsal desteğinden-ittifak çevrelerinin umdukları/bekledikleri kadar- bir şey kaybetmemiş olması,

-Bu ülkenin seçmenlerinin hiç umulmadık/beklenmedik anlarda beklenmedik tepkiler gösterebilmesi. Örneğin 12 Eylül faşist generallerinin kendi devamları niteliğinde örgütledikleri MDP-horoz partisi(halkın taktığı isim)- emekli general paşasıyla birlikte siyasi tarihin mezarlığına büyük bir hezimetle gömülmüştü, 1983’te. Ha keza Özal bütün devlet olanaklarını seferber ederek, prestijinin en yüksek olduğu dönemde sürdürdüğü ‘siyasi yasakların devamına evet’ referandum kampanyasında yenilgiye uğramıştı.

OLUR MU, OLUR!
Bütün bu etkenler, baskın seçimin/tezgahın/tuzağın meşum iktidar açısından başarıyı garanti etmediğini göstermektedir. Yeter ki, muhalefet odakları bütün renkleriyle, enerjileriyle, GEZİ ve HAYIR kampanyası ruhunu hayata geçirebilsin ve bir tek hedefe yönelebilsin. Kolay mıdır, değildir! Garanti midir, değildir!

Bu demokratik muhtemel başarının önündeki tek engel, başarıyı yenilgi olarak gösterebilecekleri hile-tertip ve entrikalardır. Bu durum ise kesinlikle İKTİDAR ittifakının avantajı değildir. Avantajları(!) gibi görünen şey olsa olsa demokratik cepheyi kırbaçlar/kırbaçlamalıdır.



6 Mart 2018 Salı

ASTURİAS’DAN ‘MAVİ’ GEZEGENE SEYAHAT


Cengizhan Güngör
Yer, ASTURİAS Konfederasyon Meclisi toplantı salonu. Bugün önemli bir gündür. Farklı yaşam/canlı formlarını araştırmak üzere yedi dönem önce gezegenler arası araştırma görevine çıkan ‘Sonsuzluk’ gemisinden bir heyet, Asturias ve uydularında yaşayan halkların delegelerine araştırmalarının sonuç raporunu sunmak üzereler.

Meclis toplantılarının bu oturumdaki kolaylaştırıcısı en genç üye Sendok’tur. Sendok sessizliği sağlayan kısa bir konuşmadan sonra sözü sonsuzluk gemisinin araştırma heyetinin en yaşlı üyesi Evren Bilgini Maran’a verir. Maran televisüel cihazının kimi ayarlarını düzenledikten sonra konuşmasına başlar:

“Değerli delegeler!
Meclisimizin ‘Evrendeki Diğer Canlı/Yaşam Formları Kurulu’ tarafından alınan karar gereğince, yedi dönem önce, belirlenen hedef gezegen rotalı araştırma ve keşif seyahatimize çıkmıştık. Bu amaçla çıktığımız MAVi Gezegen hedefli seyahatimiz iki dönem sürdü. Keşif gezimizin hedefi olarak Mavi Gezegen’in seçilmiş olmasının nedenlerini hatırlayacaksınız. Bir süredir alıcılarımız bu gezegenden ve bu gezegen menşeli uzay gemilerinden cılız sinyaller alıyordu. Başka bir galaksi’nin bize çok uzak olan köşesinde bulunan Mavi, bilim insanlarımızın ve o dönem meclis üyelerinin dikkatini çekmişti. Sonsuzluk gemisi personeli olarak araştırma gezisinden önce Asturias Halkları Kütüphanesinin ‘Diğer Canlı/Yaşam Formları Bölümü’nde neredeyse bir dönem geçirdik. Bu imkan bize Mavi’ye doğru yola çıkarken çok sınırlı da olsa bilgi edinme fırsatı sunmuştu. Aralarında üç dönem-Mavi gezegenliler onbeş yıl diyorlar- bulunduk. Gitmeden önce edindiğimiz bilgiler çerçevesinde, temkinli olmak amacıyla bu üç dönemi ‘görünmeden ve doğrudan temas kurmadan’ gözlem yaparak ve o varlıkların anlayamayacağı formlara girerek dolaylı temaslarla geçirdik.

Ben sizlere genel gözlemlerimizi aktaran bir giriş yapıp Mavi’nin ve üzerinde yaşayan varlıkların genel karakteristik özelliklerini sıralayacağım. Arkadan diğer yoldaşlarımız uzmanlık alanlarına göre bu özelliklerin ayrıntılarına inecekler. Raporumuza başlamadan evvel belirtmek istiyorum; insan dillerinde olan kimi kavramların, kelimelerin ne konfederasyonumuzu oluşturan halkların dillerinde, ne de ortak dilimizde karşılıkları var. Bunlardan kimi örnekleri şöyle sıralamak mümkün; ‘Mülkiyet, savaş, barış, ordu, asker, devlet, silah, sömürü, ezme, sınıf, ırk, soy, yoksul, zengin, cinayet, hırsızlık, tecavüz, düşman, eşitsizlik, lüks, tüketim, hükümdar, başkan, bakan, adaletsizlik, sınır, imtiyaz, kitle imha silahları, hapishane, ücret, para, acı, işkence, biat, tabi, polis, açlık, kıtlık, susuzluk, seks, sevişme…vb gibi’ benim insan dillerinden birinin söylenişiyle tekrarladığım ve sizin anlamaz yüzlerle dinlediğiniz bu ve bunlar ve benzeri yüzlerce kelime ve kavramın raporumuz ekinde izahlarını bulacaksınız. Sınırlı sayıda bazılarının ise bizim evrimimizin binlerce dönem öncesinde kalmış, artık unutulmuş ölü dillerimizde ancak karşılıkları bulunabilir. Ancak siz de kolaylıkla fark edeceksiniz ki, bu titiz izah ve çeviri çabamız özellikle genç nesillerimiz ve hatta orta yaşlılarımız açısından bile yeterince anlaşılır olmama riskini taşıyor.

GİRİŞ:
Bu gezegende egemenlik kuran bir yaşam/canlı formu var. Bunlar kendilerine ‘insan’ diyorlar. Onlar dışındaki bütün yaşam formları insanların adlandırmasıyla ‘bitki’ ya da ‘hayvan’. Bu varlıklar insanlar tarafından türlerinin yok edilmesi tehlikesiyle karşı karşıya. İnsan denilen varlık daha evrim sürecinin erken döneminde kimi hayvan türlerinin tamamen yok olmasının temel faili. Daha sonraki dönemler ise, hayvan denilen yaşam formlarının hatırı sayılır türlerinin tahakküm altına alınmasıyla-ki insanlar buna ‘ehlileştirme’ diyorlar- tanımlanabilir. Bu türler insan yaşamının hizmetine koşulmuş durumda. Öte yandan tür-kırım hala devam etmekte. Bitki denilen iri ufaklı binlerce yaşam formu ise genel olarak insan yerleşkelerinin dışında ve tehdit altında varlıklarını sürdürüyorlar. Bitki ve hayvan türleri ne kendilerini ifade edebilme olanaklarına sahip, ne de baskın tür olan insan tarafından muhatap alınıyorlar.

İnsanlar farklı ‘inanç sistemlerine’ sahipler. ‘İnanç sistemleri’ ya da ‘din’ adını verdikleri bütünlük varoluşlarına evrenüstü bir anlam bulma çabası diye tanımlanabilir.  İnsanların büyük çoğunluğu üç büyük ‘din’in mensupları. Bu inanç sistemleri dışında hala varlıklarını sürdürebilen ‘tarih’ öncesi ‘din’ler var.

İnsan türünün üremesi temelli iki farklı ‘cins’ tanıyorlar. Bunlara ‘erkek ve kadın’ diyorlar. Cinslerden ‘kadın’, tarihi, politik ve sosyal yaşam düzleminde diğer cinsin yani ’erkek’in egemenliği altında. Başka bir deyimle yaşam alanlarına ve politik güce ‘erkek’ hakim. İnanç sistemleri de ‘kadın’ın rolünün ikincilliğinde farklı oranlarda katkı sağlıyor. Kalabalık topluluklar halinde  birbirinden sınırlarla ayrılmış toprak parçalarında yaşayan insan kümelerinde cins ayrımcılığı da farklı ağırlıklar da hissediliyor. Başka bir cins ise zaten tanımıyorlar. Cinsler arası ‘sevişme’ birkaç dönemdir, insan yaşamında soyun devamını sağlayan ‘üreme’ kavramından bağımsızlaşmış. O da bazı insan topluluklarında ancak gözlemlenebiliyor.  

GÖZLEMLER
-İnsan toplulukları ‘devlet’ adını verdikleri bir örgütsel düzende yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu devletler ya aynı ‘ırk’a-tarihi olarak bozulmamış, katışıksız aynı kökenden geldiklerini sanan(?) insanlar- mensup yapı; ya da farklı ırklara ve aynı dine mensup insanların bir arada yaşadıkları yapılar. Bunlar bir arada ‘ulus’ adını verdikleri toplulukları oluşturuyorlar. Bu devletler sınırlarla-tel örgüler, duvarlar, kuleler, nehirler ve kontrol noktaları ile birbirlerinden ayrılmış durumdalar.  Bir insanın bir devletten diğerine geçişi ancak uzun süren çabalar sonucu alınan ‘izin’lerle mümkün olabiliyor. Her devlet insan/canlı öldürmeye yarayan irili ufaklı binlerce ‘silah’ denilen araca sahip ordular bulunduruyorlar. İnsan gerek sınır ötesinde diğer devletlere karşı, gerekse sınır içindeki asilere ve uyumsuzlara(!) karşı şiddet uygulama tekelini ‘devlet’ dedikleri mekanizmaya terk etmiş durumda.

-Devletler halinde yaşayan insanlar ‘mülkiyet’ hakkını da neredeyse varoluş nedeni olarak algılıyorlar. Sanırım sizlere açıklamakta epeyi zorlanacağımız kavramlardan biri bu. Örneğin bir üretim tesisinin, madenlerin, tarımsal işletmelerin, yani üretim araçlarının, ulaşım sistemlerinin…vb her şey, hatta ‘insan’, ‘mülkiyetin’ konusu. Yani bir insan ya da birden çok insan ya da insanların bu amaçla oluşturduğu kurumlar bunların ‘sahibi’. Ve bu ‘sahip’ler; sahip olduklarının büyüklüğü/küçüklüğü, çokluğu/azlığı, değeri değersizliği üzerinden tanımlanan güç’e sahipler. Ne kadar çok güç/mülkiyet sahibi isen insanların kaderlerini bağışladıkları ‘devlet’ içerisinde o kadar etki sahibisin.

-Bu mülkiyetin konusu olan, az sayıda insanın/insanların sahibi olduğu işletmelerde son derece büyük insan toplulukları sınırlı miktarlarda ve zaman zaman artan ‘ücretlerle’ yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. İnsan dillerinde bunlara ‘fakir, işçi, çalışan, yoksul’ deniliyor. Bu geniş kalabalıklar çoğu zaman hiç mülkiyetlerinin olmadığı ya da çok az olduğu koşullarda asgari yaşam koşullarına sahipler. Asiler bu insanların ‘mülk sahipleri’ tarafından ‘sömürüldüğünü’ söylüyorlar.

-Bizim anlamakta zorlandığımız, sizin kavramakta bayağı güçlük çekeceğinizi kuvvetle tahmin ettiğim bu tablo-sınırlarla, devletlere ayrılmış çok kalabalık topluluklar halinde yaşamak, kendi içinde güçlü/güçsüz, mülk sahibi, yoksul, ayrışmasını yaşamak- insanın başına gelen büyük yıkımların da kaynağını oluşturuyor. Dünyada-insanlar gezegenlerine bu adı vermişler- bulunduğumuz üç dönem-insan dilleri karşılığı 15 sene- boyunca insanlar gezegenin neredeyse her köşesinde birbirlerini toplu halde ve bireysel olarak öldürdüler. Bu ölümler/kırımlar çoğu zaman devletler arasında orduların birbirleriyle savaşması şeklinde yaşanırken; aynı zamanda devletlerin içinde asilere karşı sürdürülen savaşlarda gerçekleşiyordu. Farklı inanç sistemlerine sahip olmanın da insanların birbirini yok etmelerinde kuvvetli bir neden olduğunu belirtmeliyiz.

İNSANIN ‘BİZ’E OLAN MERAKI
-İnsanlar evrenle/’biz’lerle ilgili sonsuz bir ‘merak’ içerisindeler. Ne varlığımızdan eminler ne yokluğumuzdan. Meraklarının çeşitli nedenleri var. Öncelikli olarak ‘korkuları’. İstila edilme ve yok edilme korkuları. Kendi korkularını, endişelerini, gerçekliklerini, düzenlerini kendi deyimleriyle ‘uzaylı’lara, yani ‘biz’lere taşıyorlar, fantastik kurgular/vehimler içinde. Bizlerle ilgili tasavvurları bizim de imparatorluklara, ordulara, yıkıcı toplu imha silahlarına, askerlere, savaş gemilerine, birbirimizi ve insanlığı yok etme, potansiyellerine sahip ve dolayısıyla hiyerarşik yapılarda örgütlü olduğumuz gibi yanılsamalarla dolu. Fiziki yapılarımızı da ya kocaman ağızlı, keskin dişlere sahip, pullarla kaplı ağzından salyalar akan, kuyruklu canavarlar ya çelik robotik yapılar ya da sahip olduğumuz uzun ince duyargalarla insanların içine nüfuz ederek onlara dönüşme/istila etme olanağına sahip yaratıklar olarak tasvir ediyorlar. Romanlarında, filmlerinde insanları hunharca parçalıyor, gizli ya da açık istilacı güçlerimizle dünyayı, ele geçiriyoruz, yok ediyoruz. Sizin de takdir edeceğiniz gibi bu patolojik bir korku. Patolojik bir durum olduğu kadar, kendi savaşçı, ayrıştırıcı, tahripkar dünya düzenlerini ebedileştirme, binlerce yıl sonrasına taşıma isteğinin de bir yansıması. Kendi insanlarına sanki, ‘içinde yaşadığınız bu saçma gibi görünen düzen ebedidir, daha da ötesi uzay medeniyetleri de aynı özelliklere sahipler’ demek istemektedirler. Bu tasavvurlarla ilgili örnekleri raporumuzun ekleri olarak incelemenize sunuyoruz.

-Kendi deyimleriyle epeydir ‘uzaya çıkma’, diğer gezegenlere ulaşma ve oralarda üs kurmak çabası içerisindeler. Dünya süper devletlerinin amaçları gezegen hakimiyetleri için birbirleriyle sürdürdükleri savaşta üstünlük sağlamak. Bu yeni gezegenler keşfetme motivasyonu, diğer yanıyla, tahripkar düzenleriyle sonunu getirmek üzere oldukları ‘dünya’larını terk ederek başka gezegenlere yerleşme olanaklarını aramak olduğudur.

Bu gözlemlerimizi detaylandırmak üzere sözü diğer yoldaşlara devretmeden önce endişeyle kararmış yüzlerinize ve şaşkınlıkla açılmış gözlerinize bakarak bu ‘saçmalıkları’ anlamlandırmaya çaresizce çabaladığınızı hissedebiliyorum. Üstelik raporumuzu arkadaşlarımız sonlandırdığında bu ruh halinizin daha da kötüleşeceğini söyleyerek sizi hazırlamak isterim. Bu içinde bulunduğunuz durumdan çıkarsama yaparak üç dönem süren gözlemlerimiz sırasında neler yaşadıklarımıza ilişkin empati kurabilirsiniz. ‘Ama neden, neden?’ diye sorduğunuzu duyar gibiyim?

Neden birbirlerini öldürüyorlar, neden sınırlarla ayrılmış devletler halinde yaşıyorlar, neden Bu sınırları korumak ya da başka devletleri yıkmak/ele geçirmek için savaşıyorlar, neden bu kadar büyük maddi olanakları birbirlerini daha etkili bir şekilde öldürmek amacıyla silah üretmek için kullanıyorlar, Neden küçük bir azınlık ‘zengin’, büyük kalabalıklar ‘yoksul’, neden inanç sistemleri savaş nedeni oluyor, ırk ayrımları ve farklılıklara tahammülsüzlük var, neden doğayı, diğer yaşam formlarını barbarca tahrip ediyorlar, neden ‘erkek’ adını verdikleri bir cinsiyet türü ‘kadın’ adını verdikleri diğer cinse hükmediyor? Neden politik ve sosyal alan da dahil her alanda ‘hiyerarşi’ var? Biliyorum bu ve benzeri birçok soru kafanızı fazlasıyla meşgul etmeye başladı. Tıpkı bizim üç dönem yaşadığımız gibi.
Özetle neden insanlar, kendi türlerinin sonunu getirmek için bu kadar iştahlı ve yoğun çaba içerisindeler? Temel soru bu. İnanın biz Asturias heyeti bu soruların cevaplarını bulamadık. Kafa kafaya verirsek belki. Ama her halükarda biz Asturia’lılar ışıklarımızı söndürelim, perdelerimizi ve kapılarımızı kapatalım, sesimizi alçaltalım ve ‘dünyayı’ unutalım. Ta ki insan türü aklını başına toplayana kadar.
Kurulunuzu selamlarken konfederasyonumuzun huzur dolu gezegenlerinden birinde yaşayan birisi olarak mutluluğumu ifade etmek istiyorum…”

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...