19 Aralık 2023 Salı

YEREL SEÇİMLER ve DATÇA!


 

Cengizhan Güngör

Yaklaşan yerel seçimlerin çok önemli bir siyaset alanı açacağını ve bu alanı özgürleştirici bir etki yaratacağını tespit etmek gerekiyor. İktidarı değiştirecek bir sonuç üretmeyecek olsa bile genel seçimler kadar önemli. Kaldı ki yaratacağı sonuçlar açısından genelde ne tür gelişmeleri tetikleyebileceği de yurttaşların ve yurttaş inisiyatiflerinin, ülke çapında, bu seçimlerin önemine uygun bir performans gösterip göstermediklerine de bağlı olacak.

Yerel seçimlerin önemi kaç belediyenin muhalif ya da iktidar güçleri tarafından kazanılacağından ibaret değildir. Şimdilerde egemen olan anlayış maalesef bu. Yaklaşım bu olunca siyasi arena ‘kimi destekler ve onun için oy toplama(!) çalışması yaparsak iktidarı zayıflatabiliriz’ kısır döngüsüne kilitleniyor. O zaman da bağımsız, özgür, demokrat  siyasi hattın zayıflaması sonucu ortaya çıkıyor. Dikkatiniz, seçilmesi mümkün görünen muhalif adaylar arayışıyla sınırlanıyor. Bu tutumun varacağı sonuçta siyasi çalışmanın bir adaya ya da partiye eklemlenme faaliyeti haline dönüşüyor olması. ‘Seçilmesi mümkün parti kimi aday gösterecek, parti meclisine kimler girecek’le başlanan çalışma genel seçimler hüsranını tekrarlama tehlikesi taşır.

Oysa bütün siyasi oluşumlar, demokratik kurumlar ve bütün yurttaşlar açısından nasıl bir kentte yaşamak istediğimizi belirlememiz gerekiyor. Bu konuda fazlasıyla ülke içi deneyime, ilkeler bütününe, literatüre-dağınık ya da bütünleşik olmasa da- sahibiz. Ayrıca uluslar arası sözleşmeler, bildirgeler, anlaşmalar açısından da zengin bir birikim var. Yapılması gereken, dolayısıyla, bu genel sınırları çok belli olan talep ve beklentilerin yurttaş inisiyatiflerinin kolektif çalışmaları ile her yerelin koşullarına tercüme edilerek bir talepler bütünü olarak özetlenerek belgelenmesi. Tabii ki daha sonraki adım da, yoğun bir siyasi kampanya ile bu taleplerin el birliği ile yereldeki yurttaşlara ulaştırılması olmalı.

Bu çerçevede Datça Demokrasi Platformu(DDP) zaten başlattığı çalışmaları hızlandırmalı ve bir ‘Datça Yerel Yönetim Bildirgesi’ hedefine yoğunlaşmalıdır. Bu bildirge bir yanıyla yerel kamu yönetiminin hangi çalışma prensipleriyle çalışması gerektiğini(katılımcı ve gerçekten demokratik ve aşağıdan yukarı mahalle meclislerine ve demokratik kitle örgütlerine dayanan), diğer yandan somut talepleri(örneğin kentsel dokuyu vahşi bir şekilde tahrip eden yapılaşmaya karşı önlemler, kent içinin trafiğe kapalı hale gelmesi, tarımı destekleyici çabalar…vb) içeren bir muhteva taşımalıdır. Bu amaç yerel siyasi parti örgütlerinin olduğu kadar, yerel demokratik kitle örgütlerinin de aktif katılımıyla ve birlikte çalışmasıyla gerçekleşebilir. Bu çalışma sırasında yerel belediyelerin son derece sınırlı olanaklara sahip olması, merkezi iktidarın yoğun baskısı altında olması..vb kısıtlardan da azade olmak gerek. Oto kontrolden kaçınmak gerek. Aksi reele hapsolmak sonucunu doğurur. Bu çalışma yerelden hareketle ideal bir kent tasarımı oluşturma çabasıdır. 

Datça Demokrasi Platformu'nun bir aday/adaylar önermesi ya da desteklemesi çok bileşenli platform yapısının doğasına aykırıdır. DDP'nun rolü Datça Kent Bildirgesi bağlamında yaşanabilir, dayanışmacı, demokratik, özgürlükçü bir kent tasavvuru ortaya koymasıyla sınırlı olmalıdır. 

Ülkemizin koşulları iktidarın merkezden yerellere kaydırılmasını zorunlu kılıyor. Barışçı, demokratik eşitlikçi, inanç ve etnik çeşitliliklerin yerel belediye yapılanması üzerindeki örgütlü gücünün etkisi ulusal çaptaki demokratik gelişmelerin de itici gücü olacaktır. Bu çok yönlü ve zorunlu bir mücadeledir. Bir ayağı ülke genelini diğer önemli ayağı da yerellerdeki çalışmaları kapsayan bir çalışma.


4 Aralık 2023 Pazartesi

KİTAPTAN DA ÖTE!

 

Cengizhan Güngör

5 aydır bir kitapla cebelleşiyorum(!). Bir kitap okuma eylemini  ‘cebelleşme’ diye nitelendirmemin nedenleri var; bir yanıyla kitabın 926 sayfadan mürekkep kapsamı, diğer yanıyla içeriği itibarıyla benzeri çalışmalardan ayrılan son derece yoğun oluşu. Yazar kitap için 5 yıl emek harcamış. Sayfalar arasında ilerledikçe bu süreçte, yazarın binlerce belge ve kitap okuyarak/tarayarak ortaya çıkardığı bir eserle karşı karşıya olduğunuzu fark ediyorsunuz. Gıpta edilesi entelektüel bir emek ürünü ve şaşırtıcı bir titizlik bu kıymetli eserin harcını oluşturuyor. Tanıl Bora’ya bu el ve zihin işi yoğun emeği için şükran borçluyuz.

Evet, Tanıl Bora’nın CEREYANLAR üst başlığı ve TÜRKİYE’DE SİYASİ İDEOLOJİLE R alt başlığı ile ülkemizin fikir hayatına kazandırdığı kitabından söz ediyorum. Kitap 2017 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkmış. 2023 yılına gelindiğinde benim okuduğum baskı 9. baskı. Kitabın benim için şaşırtıcı olan bir yanı da bu. Böylesine yoğun bir içeriğe sahip bir kitabın 6 yılda 9 baskı yapabilmiş olması. Genel geçer kitap okuru profilinden hareket ederek bu durumu değerlendirecek olursak, bir istisna ile karşı karşıya olduğumuz açık. Tabii benim bu şaşkınlığım kitabın tükenen 8 baskısının en azından önemli bir bölümünün okunduğu varsayımına dayanıyor. Aslında inkar edilemeyecek bir boyutu da kitabın; bir REFERANS kitabı, bir çeşit ANSİKLOPEDİ özelliği taşıması. Benim yaptığım gibi baştan sona kadar okumasanız da, sık sık rafından indirip başvurma ihtiyacı duyacağınız bir yapıt olma özelliği taşıması.

11 bölümden oluşuyor. ‘GEÇ OSMANLI ZİHNİYET DÜNYASI’ ile başlayan kitap, 11. Bölüm olarak KÜRT ULUSAL HAREKETİ’ ile sonlanıyor. Arada MODERNLEŞME, BATI VE BATICILIK, KEMALİZM, MİLLİYETÇİLİK, MUHAFAZAKARLIK, İSLAMCILIK, LİBERALİZM, SOL, FEMİNİZM gibi bölümler var. Bütün bölümler, her bölümün alt başlıklarını da kapsayan bütünlüklü bir çalışma. Ve her bölüm, o bölüm içinde örnek olarak zikredilecek çok sayıda alıntılarla destekleniyor. Tanıdığım, tanımadığım, ilk kez adını duyduğum çok sayıda müelliften yapılan alıntılarla dolu.

Bugünü anlamak, geleceğe dönük çıkarımlar yapabilmek, tasavvurlarınızın ayaklarının yere basabilmesi bakımından kütüphanenizin raflarında bulunması gereken bir kitap. İhtiyaç anında indirip okumak konforu bile bu kitabı bulundurmayı gerekli kılar.

*Tanıl Bora, Cereyanlar ve Türkiye'de Siyasi İdeolojiler, İletişim Yayınları. 

5 Kasım 2023 Pazar

'ÖZEL’ DEĞİŞİM(!)

 


Cengizhan Güngör

'CHP'de Devrim Var' dövizi taşıyan arkadaş belli ki abartmış. Ama inandığı belli. İşi zor mu, çok kolay değil. İmkansız mı? Beklentileri hayal mi, çok uzun sürmez görecek; o da biz de!

‘Değişim(!)’ üst düzeyde gerçekleşti. Hani şu CB seçimlerinden sonra çok farklı taraflarca, bolca dile getirilen ‘DEĞİŞİM’… Bolca dile getirilmesine rağmen bu süreçte değişimin içeriğine ilişkin bir bilgi kırıntısı edinememiş olmamıza rağmen, KOLTUK değişti. Yeni koltuk sahibinin kurultayda verdiği işaretlere bakılırsa ihtimal ki birçok koltuk daha ‘değişim’e tabi olacak. Bu süreç nerelere kadar uzanabilir, henüz bilmiyoruz. CHP içerisinde bir çeşit ‘DEVLETİN KAYYUMU’ misyonu-devlet kurucusu parti olarak-üstlenmiş kadim(!) kazık çakmış siyasetçiler var, biliyorsunuz. Bakalım koltuk değişiklikleri onlara kadar uzanabilecek mi? Peki bu o kadar önemli mi? Yakın geçmişe bakıldığında tayin edici öneme sahip olduğu anlaşılıyor. Adamlar bir çeşit TAKOZ! ‘Devletimizin alî menfaatleri ‘üst başlığından’ özgürleşilmedikçe, yani bir yanıyla da bu muhafızlardan/komiserlerden kurtulunmadıkça CHP bir yanılsama olarak kalmaya devam edecektir. Yok başka yolu!

Bu da kesinlikle yeterli değil, tabii ki. ‘Devletin siyasetçileri’nin de koltuklarından olması, yani… Birincisi, bu parti birçok yeni takozlar/kayyumlar doğurma potansiyeline sahip. İkincisi DEĞİŞİM denilen şeyin içeriğinin/fikriyatının hala doldurulmamış olması. Bu talebin sahiplerinin ısrarla bu netlikten kaçınıyor olması. Üçüncüsü değişim iddiasını nispeten ete kemiğe büründürmüş diğer adayların çeşitli oyunlarla daha baştan elenmiş olması.

Aslında bu partinin elle tutulur radikal bir değişimin aktörü olduğu dönemler oldu. Çok uzağa gitmeye gerek yok, 70’li yıllar… ‘Bozuk düzen, Toprak işleyenin su kullananın, Haşhaş ekimi yasağı kaldırılsın…vb. sloganlarının’ taşıyıcısı Karaoğlan B. Ecevit-80'li yılları ve sonrası konu dışı- ve kadrosu partide iktidar oldu. Hem de kurucu babalardan İnönü’ye rağmen/onunla karşıtlık sürecinde. Denilebilir ki o dönem toplumsal uyanışla anılır; yaygın bir emek mücadelesi, toplumun bütün kesimlerinin ayağa kalkmış olması, seçmen eğiliminin tercihinin sol’a/sosyalist bir partiye yönelmiş olması, bu koşullar CHP’de değişimi zorunlu hale getirmişti. Doğrudur. Ama diğer yandan  ‘değişim yönünde’ bir potansiyel olduğu da bellidir. Ne var ki, ‘devlet’ harekete geçmekte gecikmedi, Tüsiad’dan, MESS’den başlayarak devlet ve onun aynı zamanda parti içindeki kayyumları, büyük tehlikeyi anında fark ederek türlü çeşit provokasyon ve engellemelerle süreci sabote etti. Ve CHP yaşadığı bir dizi travmalarla birlikte kayyum partisi olarak yoluna devam eder oldu. O dönemdeki değişimin taşıyıcıları, bütün defolarına rağmen kendi dışlarındaki sol’la toplumsal uyanışla kimi zaman platonik, kimi zaman doğrudan rezonansa girme cesareti göstermişlerdi. Evet CESARET! Büyülü kelime bu.

CHP’nin yeni yönetimi bu CESARETİ gösterebilecek mi? Şu anda bir muamma. Yaşanıp görülecek. Ancak kişisel kariyerleri de ülkenin önemli ölçüde kaderi de buna bağlı. Ne mi yapmaları gerekiyor; Dinci faşizmi kurumsallaştırma çabalarına kararlılıkla ve tavizsiz karşı duruş göstermeliler, Kürt sorunun çözümünde cesaretle inisiyatif almalı, fetihçi, kışkırtıcı savaş politikalarına karşı BARIŞ’ın , emekçinin memurun yanında, rehin alınan siyasetçilerin gazetecilerin, aydınların, Cumartesi Annelerinin safında genel geçer yöntemlerin dışında direngenlikle durmalılar. Gelir dağılımında adalet, yolsuzluklara karşı, doğayı ve ekosistemi talana karşı net ve aktif duruş. Dünya halklarının, bölge halklarının menfaatine BARIŞ’çı bir dış politika. DÜNYA ve bölge dipsiz bir uçurumun kenarındayken vakit daralıyor. 

Dengelere oynayarak 'siyasetçi' olunabilir, ancak liderlik yapılamaz.

Yeni yöneticiler bilmeliler ki size SAĞ’dan ekmek yok. Üstelik bunca yaşanılanlardan sonra sosyalistlerin/sol’un/Kürtlerin desteği de çantada keklik değil. Kesinlikle değil. 

Bir yanılsama mısınız, illüzyon mu, top sizde. ‘Yol uzun mühlet kısa’. 

25 Ekim 2023 Çarşamba

100. YIL, HOLDİNGLER, BANKALAR VE REKLAM ŞİRKETLERİ!



Yaklaşık bir haftadır, holdinglerin ve bankaların, basılı ve görsel medyada, Cumhuriyet’in 100. yılıyla ilgili reklamlarına maruz kalıyoruz. Maruz kalıyoruz diyorum; şaşılacak derecede sanki aynı elden çıkmış gibi birbirine benzeyen, içeriksiz, saf hamaset, içi boş bir propagandayla bezenmiş, hiçbir estetik kaygı güdülmeden hazırlanmış müsamerelik kısa filmler ve görseller. Reklam şirketleri sanki yarışa girmişler, kim daha ağlak, kim daha damardan propaganda vodvilleri hazırlayacak diye. Bankalar ve holdingler belli ki keselerinin ağzını açmışlar reklamcı denilen pazarlamacı bezirganlar da kısa günün karı peşinde. Belli ki para büyük, ee tabii ki reklamcılarımız da mebzul miktarda. Düşünce sıradan mı sıradan, kareografi  dökülüyor, oyunculuk belli ki ucuza getirilmiş. Çocuklar, büyükler ağlıyor, bronz büstler öpülüyor, Atam herkesle teker teker zeybek oynuyor, uçaklar yapılıyor, fabrikalar açılıyor, uygun adım ya da uygunsuz adım yürüyoruz, coşkuyla. Bu kez Yalova'daki köşk yürümemiş! Neden bilmem? Sonra bakıyoruz devasa asma köprülerimiz, hani şu ödeme garantili köprülerimiz. Devasa gökdelenlerimiz, binalarımız. Silahlı kuvvetlerimiz, sihalarımız, ihalarımız… Gurur tablomuz,nereden nerelere gelmişiz. Gözlerimiz yaşarıyor.

‘İyi de sanki diğer yıllarda farklı mıydı’ diyenleriniz olacaktır. Haklısınız! Bütün milli bayram ve yıldönümlerinde(!) maruz kaldığımız seviye bu. Yine de sanki 100. yılda eşik atlanmış gibi. Şaşırtıcı olan bu kaba saba, ilkel, içeriksiz kof propagandanın hala alıcısının olması. Aslına bakarsanız alıcısı olup olmadığını bilmiyorum. Benim elimde bir veri yok. Hissiyatım ve sınırlı gözlemim bu filmler/klipler sırasında insanların zap yaptıkları yönünde. Alıcısı varsa da bir dert tabii, olmaması da düşündürtmeli bazılarını değil mi ama. Mesela o koca koca Kurumsal İlişkiler Müdürlerini  vb. Tamam verin ahaliye gazı, yapın propagandanızı da hangi ülkedesiniz be birader? Kişilikler, hikaye ve retorik tanıdık olmasa bu hangi ülke acaba diyeceksiniz. Reklamcı kardeş biliyorum ki, şu ülkeye ilişkin, geçmişine ilişkin bayağı eleştirilerin var. Ciddi eksiklikler, yanlışlar tespit ediyorsun biliyorum, sen ‘bu işlere(!) bakmıyorsun’ diyelim. Okumuyor musun da, duymadın mı, kısacık da olsa geride bıraktığın ömründe görmedin mi? Yoksa gördün, biliyorsun da; ‘ben işime bakarım arkadaş, devletimin büyükleri, müesses nizam, ekmek kapım holdingler, bankalar ne istiyorsa ben ona mı bakarım’ diyorsun? Dimağın durdu, yaratıcılığın yeteneklerin tükendi de iki fırça darbesiyle birazda olsa düşünmeye sevk edici ürünler vermek işine gelmedi mi?

Peki sen coşku ve heyecanla için ürpererek bu filmleri seyreden sevgili komşum; şanlı geçmişini ve atalarını ululuyorsun, tamam, iyi de mahallendeki ilkokul arkadaşın Ester nereye kayboldu. Artin ve Kirkor amcalar buharlaştı mı? Şu popüler diziyi de mi seyretmedin? Dersim’de binlerce (!) eşkıya vardı, devletimiz onları etkisiz hale getirdi, öyle mi? Hapishaneler siyasilerle, gazetecilerle dolu. Anadilde eğitim hakkı edinememiş bir halk var bu coğrafya da. Bu ülkede ücretlilerin %70’i asgari ücretli, asgari ücret 11 bin lira, emekli maaşı 7 bin beşyüz lira. Yoksulluk sınırı 43 bin lira. Açlık sınırı 15 bin lira. Kiralar senin gelirinin 3/5 katı. Kiranı ödeyebildin mi? Bu kaçıncı tahliye emri? Yoksulluk yolsuzluk almış başını gidiyor(mu). Hani şu cumhuriyeti emanet ettiğimiz gençlik şimdi el kapılarında, farkında mısın? Ülke arıyor kendine. 100 yılda geldiğin yer burası.

Kutlanacak bir şey yok demiyorum, kutlama da demiyorum. Kutla tabii ki, ama gaza gelme! Geçmişe karşı sorgulayıcı ol, eleştirel ol, ve ileriye bak. GELECEK ÖNÜNDE, şanlı(!) geçmişinde değil!

Sabrı olan herkes her birini izlesin. Bu kliplerin ve filmlerin. Bana sorarsanız, şu rapçi çocuğun klibini TEK GEÇERİM!!


22 Ekim 2023 Pazar

DKSD'ye VEDA

 




Bu yazıyı okumaya niyetlenen bazı arkadaşlar, sanırım ilk olarak ‘Bu DKSD’de ne ola ki’ diyeceklerdir. Dolayısıyla ilk olarak bu kısaltmanın ne anlama geldiğini izah ederek yazıya başlamak gerek. DKSD, Datça Kültür Sanat Dayanışması adlı bir oluşumun baş harflerini ifade ediyor.  Denilebilir ki; ‘Datça’nın nüfusu nedir ki, oradaki bir oluşum bir yazı konusu olmuş?’ haksız değiller. 25 bin kişilik bir sahil kasabasından ve o kasabanın kültür sanat oluşumundan söz ediyoruz, nihayetinde. Öncelikli olarak altını çizmemiz gereken DKSD’nin Datça sınırlarının ötesinde özellikle kültür sanat insanları arasında anlamlı bir tanınırlılık, bilinirlik düzeyine ulaşmış olması. Bu nokta önemli. DKSD’nin Datça’nın sınırları dışına taşan bilinirliliği ‘Can Yücel Kültür ve Sanat Festivali’ni yıllar sonra yeniden ayağa kaldırmış olması denilebilir. DKSD büyük ustanın adına düzenlenen bu festivali 4 kez gerçekleştirdi… Amatör bir ruhla, imece ile kültür ve sanat insanlarının karşılıksız emeğine yaslanarak, DKSD’liler tarafından. Ayrıca 6 yılda yüzlerce etkinlik, binlerce izleyici. Bu yazıyı motive eden ikinci tali/önemsiz unsur ise 6 yıldır(kuruluşundan beri) gönüllüsü olduğum DKSD’ye veda etme zamanının gelmiş olması.

Evet, DKSD 2017 yılının sonbahar aylarında, Datça’da yaşayan 65 kültür sanat insanının bir araya gelişi ile vücut buldu. Bu insanlar Datça’nın ülke çapında hızla ilgi odağı haline gelmesi, genişlemesi, büyümesi ve dolayısıyla yoz kültür ve sanat etkinliklerinin uç vermesine karşı  bir odak oluşturma ihtiyacı duymuşlardı. Uzun süren tartışmalar sonucu DKSD’nin ilkeleri ortaya çıktı, karar altına alındı. Politik duruşu, felsefi altyapısı şekilendirildi. İktidarlardan, muktedirlerden bağımsız, muhalif, özgürlükçü, demokratik yapısı bu süreçte belirlendi. Politik organizmalara eşit mesafede olacağız dedik. Kalıplara sıkıştırılmış, alışılmışı taklit eden bir yapıdan kaçınıldı. Hiyerarşi reddedildi, yönetim kurulları, kongreler, delegeler, oylamalar…vb. alışılmış uygulamalar kabul görmedi. Bir tüzel kişilik edinme çabası rağbet görmedi. Bu çerçevede DKSD ‘inisiyatif’ olarak yola çıktı ve yoluna öyle devam ediyor. DKSD’ye dahil olmak, DKSD gönüllüsü olmak için toplantılara katılmanız ve işlerin bir yerinden tutmanız yeterli. Yani elinizi taşın altına koymanız.

İnanmayacaksınız(ilk duyan şaşkınlıkla karşılıyor) DKSD bir mekana da sahip değil. Yani yersiz, yurtsuz. Kahve köşelerinde(keyifle) toplanılıyor, 6 yıl sonra hala. Olur a, bir çardak altında denk gelirseniz teklifsiz bir sandalye çekip baş köşeye oturabilirsiniz. Katkı koymak ve koşturmaya hazır olmak tek şart. Ne girişiniz şarta bağlı, ne ‘artık bir katkı koyamayacağım, ben ayrılıyorum’ deyip çekip gitmeniz. Sizden beklenen ne mi; DKSD’nin ilkelerini kabul etmeniz, toplantılarına katılmanız, fikir ve projelerinizi masaya koymanız ve terlemeniz.

Kişisel görünürlüklerimize, hırslarımıza esir olmadık. Yaparken keyif almamız, mutlu olmamız yeterliydi. Amatör ruhumuzun üstüne titizlendik. Profesyonel kimlikleri olan arkadaşlarımız bu özelliklerini bir üstünlük vesilesi olarak, bir baskı unsuru olarak öne çıkarmadı. Parayla pulla işimiz olmaz dedik, bu toprakların kadim geleneği imeceyi temel aldık. Hiçbir etkinliğimiz ücretli olmadı. Sanatçılarımızın ‘iyi şeyler yapma’ arzusuna ve fedakarlığına hep inandık. Nereden FON buluruz telaşına kapılmadık. PROJE kovalar duruma düşmeyeceğiz dedik. Olur da fon edinirsek hiçbir DKSD gönüllüsü ve onun yakınları bu fonların, projelerin sağladığı maddi olanaklardan yararlanamaz dedik. Kolektif düşündük, karar aldık eyledik ve kolektif dayanışmadan hiç vazgeçmedik. Sözümüzü sakınmadık, işten kaçmadık, pencereden seyreder duruma düşmedik.

Gerçekte olmayan koltukların da bağımlılık yaratacağı, bürokratizme yolaçacağı kaygısıyla belirli peryotlarda yenilenme ve taze kan ihtiyacına cevap vermemiz gerektiğini düşünmüştük. Koordinasyon kurulumuz tamamen yenilendi. Gönüllü olarak ayrıldık, yeni gönüllülerle DKSD yeni döneme taze bir heyecan ve coşkuyla devam ediyor. 

Onlar yüksünmeden sandalye taşımaya, pankart asmaya, afiş yapıştırmaya özetle terlemeye hazırlar.

Unutmadan, DKSD aynı zamanda, Datça Demokrasi Platformu'nun bir bileşeni.

26 Eylül 2023 Salı

ÖFKE, ÇUVALDIZ, İĞNE ve CHP!

 



Biliyorum. Bu yazıyı okuma zahmetine giren kimi arkadaşlarım, ‘kardeşim uğraşacak konu mu yok CHP üzerine yazıyorsun. Vaktine emeğine yazık değil mi, zaten bu konuda yazılmayan, söylenmeyen bir şey mi kaldı?’ diyeceklerdir. Daha da ötesi yazının başlığını gördükten sonra okumaktan bile vazgeçebilirler. Diyeceksiniz ki ‘madem öyle bunu biliyorsun, senin konuya ilişkin yazı yazma motivasyonun nedir ki, oturmuş, zaman ve emek harcamış yazmışsın.

Motivasyonum mu ne, dinmeyen ÖFKEm. Hayır hayır seçimleri KK’nın kazanamamış olması değil öfkemin nedeni. Hatta seçimlerin hemen arefesinde Ümit Özdağ ile yaptığı ve protokole bağladığı kirli anlaşma da değil. Hatta CHP bile değil öfkemin muhatabı, tamamen kişisel. Yani öfkemin hedefinde olan benim. Öyle ya diyorum, kendi kendime ‘bunca yıl yaşamış ve kendi janrınca siyaset yapmış, çok farklı siyasi dönemleri bizzat gözlemlemişsin, görmediğin bir şey yok. Tek parti dönemi, DP iktidarı ve hemen sonrası 5/6 yıl hariç'. Eee nasıl tufaya geldin de CHP’ye(Kılıçdaroğlu’na) oy verdin?’ 

Düşünmeye başladım, bu kararı nasıl almıştım? Hangi koşullarda neyi hesaplamıştım ve ne ummuştum? 22 yıllık islamo-faşizmi kurumlaştırmaya bir-iki adım kalmış iktidardan kurtuluş umudunu nasıl satın almıştım(!). Neredeyse bütün muhalefetin bu umudu taşıdığı koşullar karşı konulamaz mıydı? Bugünden baktığımda yapmış olduğum hata, hatırı sayılır bir siyasi partiler kalabalığının, aydınların, kitle örgütlerinin de sahibi olduğu hata, benim kişisel duruşumu aklar mı? Yanlış pozisyon alış, bu pozisyona hemen bütün muhaliflerin sarılmış olduğu gerçeği ile temize çekilebilir mi? Kırk yıllık kani olur muydu sani?

CHP, EN BÜYÜK  YANILSAMA!

Bu CHP’nin ya da Kılıçdaroğlu’nun hangi özelliğiydi gözümü karartan? Bu CHP, verili sistemin, düzenin, devletin temel sütunu değil miydi? Kılıçdaroğlu hangi özelliği ile partisinin bu temel niteliğinden aykırı bir duruş, sapma umudu verebildi. Ya da CHP.

Seçimlerden önce  belli başlı muhalefet partilerini 7,9 şiddetinde bir siyasi deprem bekliyor, diye yazmıştım. YANILMIŞIM, tamamen. HDP hariç deprem meprem yok. HDP’nin umut vaat eden özelliği de bu; politik gelişmelere duyarlı oluşu. Tepeden tırnağa. Onu’da izleyip göreceğiz.

Peki CHP! Hiçbir seviyeden suratı kızarmadı. Utanmadı, seçim sonuçlarının vahametine uygun bir küçük hamle bile yapmadı. Gizli anlaşmalar yapan, gemiyi islamo faşizmin limanına yanaştıran kariyerist siyasetçi kaptan(!) büyük bir pişkinlikle yeni dönemde de gemiyi yönetmeye hazırlanıyor.

Her boydan, her ölçekten liderimsi CHP’liler ‘DEĞİŞİM’ diyorlar. Ama hiçbirisi KK’dan irili ufaklı genel merkeze muhalif olan yeni döneme aday olanlara kadar değişimden ne anladığını açıklamıyor, açıklayamıyor.  Belli ki değişimden anladıkları iktidardaysalar durumlarını korumak, değilse iktidara gelmek. Delege çetelesi tutuyorlar. İl ve ilçe kongrelerini titizlikle takip ederek. Geçmişte çok mu  farklıydı CHP, hiç değil. Evet CHP’li siyaset yapıcılarının derdi tek kelime ile parti içinde iktidarın hiç olmazsa bir kısmını ele geçirmek ya da elde tutmak. Seçimler mi endişe, yook efendim nerede? Nasıl olsa ‘daha büyük(!) tehlikeye karşı kendisine oy verecek bunun için çalışacak kendi dışındaki SOL var.

İyi ki AKP-MHP iktidarı var daha büyük tehdit olarak ve bir de bu nedenle kendisi için çalışmaya ve oy vermeye hazır bir sol var. Bu siyasi manzara da ona yetiyor da artıyor. ‘ANA Muhalefet olmamız tehlikede mi, hayır, 100/120 vekil garanti mi, evet. Siz hiç CHP’de anlamlı, memleket sorunlarının bam teline dokunan bir politik/programatik tartışmaya şahit oldunuz mu? Hadi haksızlık etmeyelim oluyoruz, ama bu tartışmaların partinin DEVLET PARTİSİ olma özelliğinden toz kaldırabildiğine şahit oldunuz mu? Daha da önemlisi bu iç tartışmalardan umutvar mısınız, bir nebze? Ben değilim.

Aslında bu durum, chp dışındaki sol’un CHP kuyrukçuluğu nispetinde üzüntü verici olduğu kadar, CHP içindeki-bir kısmını çeşitli vesilelerle tanıdığım- gerçekten umutsuzca çabalayan demokratlar devrimciler için de üzüntü verici. Onların da bir kısmı solun teklifsiz CHP kuyrukçuluğunun iğvasına mı (!) kapılıyorlar.

ÇÖZÜM MÜ; 70’li yılların dinamizmi. Dışarıdaki Solun kitleselleşmesi, müesses nizamı sarsması, kendi başına bir varlık haline gelmesi. O da ‘yahu şimdi grupçu davranma zamanı değil, daha büyük tehlike/tehdit var, saplantısından kurtulmaya ve özgüçlerine güvenmeye ve onu güçlendirmek için çabalamaya bağlı. Yani bu da, CHP’den çok kendi özgüçlerine güvenmeyle ve umut bağlamayla ilgili. Burnumuzdan kıl aldırmadığımız, emekçi kitlelere yoğunlaştığımız günleri/dönemi özlüyorum. Hani bol seçenekli zamanları(mesela boykot).  'Yahu 70'li yılların şartları mı var ki' diyorsanız, boşa kürek çekmeyeceksiniz, ayağınızı yorganınıza göre uzatacaksınız. Sabırlı, uzun vadeli bir mücadele azmiyle hareket edeceksiniz, bence. Gözünüz, gövdeniz emekçilerde olacak.

Bu hikaye burada bitmez, elbette. Ama bu da bize bağlı.

Ben yazdım, rahatladım.


13 Haziran 2023 Salı

HDP’nin BASİRETSİZLİĞİ, TİP’in FIRSATÇILIĞI: EMEK VE ÖZGÜRLÜK İTTİFAKI!

 


Seçimlere gidiş sürecinde oluşan Emek ve Özgürlük İttifakı(EÖİ)sadece umut edilen başarıyı gösterememekle kalmadı, kısa süreli yaşantısının ardından geride çözümü zor sorunlar bırakarak kuytuya çekilmiş/fiilen ömrünü tamamlamış gibi görünüyor.  Bu demokrasi mücadelesi açısından acıklı bir sonuç. Seçimlerdeki başarı ya da başarısızlık kriterlerinden çok ‘uzun vadeli ve seçimlere endeksli’ olmadığı şeklinde lanse edilen bu birlikteliğin bu hazin aşaması(sonu demeye dilim varmıyor) üzerinde tartışmayı fazlasıyla hak ediyor. Umarız parti bileşenleri de bu süreci değerlendirmeye titizlik gösterirler.

TİP Açısından,

Bu hüsranın en temel unsurlarının HDP ve TİP olduğu aşikar. Bugünden bakıldığında, TİP için EÖİ’nin  salt baraj sorununu aşmak için bulunan bir çözüm olduğu anlaşılıyor. Belli ki TİP, sadece EÖİ sayesinde hangi sorunlarına çözüm bulabileceğine odaklanmış, İttifaka neler katabileceğine/katması gerektiğine hiç odaklanmamış. ’Kendimizi sınamak, gücümüzü görmek istiyoruz’ söylemi ve ardından ayrı listeler ile seçime girmek ısrarı, ittifakın dereyi(baraj deresini) geçmek için başvurulan bir araç olduğunun net işaretiydi. Öyle ya, kendinizi sınamak ve gücünüzü görmek istiyorsanız; amacınız buysa neden ittifak çatısı altına girmek istersiniz ki? Çıkarsınız seçim meydanına gücünüzü görür, kendinizi sınardınız. Ortaya çıkan sonuçlarla gerçek gücünüzü görür, gerçek kendinizle yüzleşmiş olurdunuz. Ulaştığınız oy oranı sizin gücünüz mü? Bu oy oranını değerlendirirken, eğer tek başınıza(ittifaksız)-ki işin başında mutlaka bu olanağı da hesaba kattınız-katıldığınızda barajı aşma sorununuz dolayısıyla bir kısım size oy verebilecek kesimlerde tereddüt oluşabileceğini hesap ederek ittifak içine dahil olmak, böylece baraj sorununuz olmadığını seçmene göstermek motivasyonu duymuş olabilir misiniz, buraya da bakmalısınız. Her halükarda bu ittifaka katılırken ‘ben ne katabilirim bu mutabakata’ şeklinde bir kaygının olmadığı anlaşılıyor. Soru şu, başlangıçta ittifaka ne katkıda bulunurum diye düşündünüz mü, düşündüyseniz geriye dönüp baktığınızda ne kattığınızı görüyorsunuz?

Kampanya sözcülerinizin HDP, dolayısıyla Kürtlerle ilişkiler konusunda yadırganan kimi söylemlerinin değerlendirilmesi partinizin bir önemli sorunu olarak ortada duruyor. Bu da EÖİ deneyiminin ayrı bir çıktısı. Yani; ‘biz ayrı havuzlara hitap ediyoruz; biz tek liste girersek sizin varlığınız dolayısıyla bize oy vermeyecekler var...vb’ gibi söylemler.

HDP Açısından,

EÖİ deneyimi tam bir basiretsizlik ve kapalı kapılar ardında sorun çözme, şeffaflıktan yoksunluk örneği. Ne pazarlıklar yapıldı, ne tartışmalar yaşandı hiç kimse bilmiyor. Gelişmeler öyle yaşanınca, meydan her iki tarafın kalemli silahşörlerine kaldı. Karşılıklı olarak kavgada(!) söylenmeyecek şeyler söylendi. Yok yere parti kadroları yarıldı. Uzun vadeli olması beklenen, öyle de olması gereken ve olabilecek olan birliktelik şimdi uzun bir rehabilitasyon dönemine ihtiyaç duyar hale geldi. BU konuda sorumluluk HDP’ye düşerdi, en deneyimli parti olarak(her konuda ve tabii ki ittifaklar konusunda). Şu soruyu sormak hakkımız; tek liste için çokca ısrar ettiğinizi söylüyorsunuz, öyleyse hangi faydaları gözeterek ittifakı sürdürmek de ısrar ettiniz. Değdi mi, öngördüğünüz faydalar hasıl oldu mu? Görünen o ki, ‘olmamış’ görünüyor. TİP’in varlığı neden bu kadar önemliydi? Eğer öyle idiyse sonuç olarak neden bir yarılma hasıl oldu?

Geldiğimiz bu nokta da yayınlanan nispeten parlak ilkelerle yüklü ve fakat pek çok kimsenin varlığından bile haberdar olmadığı, tarafların da zaten çok fazla hesaba katmadığı bir metinle ‘el elde el başta’ kalakaldık…

Ne olursa olsun HDP’nin yeni yöneticileri ve TİP yöneticileri konuya ilişkin bir özeleştiri ile süreci yeniden sağaltabilirler. Sağaltmalılar. Biz kardeş partileriz. Birbirimize ihtiyacımız var.


30 Mayıs 2023 Salı

28 MAYIS SEÇİMİ SONRASI KİŞİSEL DEĞİNMELER!




Beklediğimiz, ‘bu kez olacak dediğimiz’, inandığımız şeylerin olmayabileceğini ya da o kadar kolay olmayabileceğini gösteren işaretlere gözlerimiz kulaklarımız kapalıdır, genellikle. İnanmışlıklarımızın, inançla bağlı olduklarımızın aksini iddia edenleri duymayız, görmeyiz. Onlar inançsızdırlar, karamsardırlar, oyun bozandırlar, moral bozarlar, mücadeleye sekte vururlar. Biz sıradanlar ve faniler için bu tek yanlı yaklaşım anlaşılabilirdir. Peki aydınlar, kanaat önderleri ve analiz üreticileri de çoğunlukla böyle iseler! Bu bir sorundur. Onlar da ‘aykırı’ olanı, tasarımlarına ters düşen gelişmeleri, ya cevaplayamadıkları sorular oldukları ya da kitle goygoyculuğu esiri oldukları için görmezden gelirler. Subjektivizm(tek yanlılık) en temel hastalığımızdır sanırım. Sağından soluna, kitlelerden aydınlara kadar. 

-2002’de başlayan süreci basit, bir iktidarın gidip bir başkasının gelmesi olarak algılamış olmamız ilk hatamızdı. İşin acıklı tarafı bu yanlışın büyük ölçüde devam ediyor olması. (Nacizane bendeniz de eski rejimin yıkılıp yeni bir rejim inşa edilmesi çabaları içinde yaşadığımız gerçeğine ancak 2017’de ve süreç içinde vakıf olduğumu ifade etmeliyim). Oysa 2002’de yaşanan olayın karakteristiğinin bir REJİM DEĞİŞİKLİĞİNİN  başlangıç adımı olmasıydı. Kurucu, en dar çekirdek köklü bir inkilap peşindeydi. Nitekim 80 yıllık ara dönem, yani 1923’te kurucu babaların inşa ettiği rejim sona erdirilecek, bütün kurumlarıyla birlikte tasfiye edilecek ve YENİ bir REJİM inşa edilecekti. AMAÇ buydu. İşin ironik tarafı bu gelişmeyi/tehlikeyi ilk tespit edenlerin eski, miadını doldurmuş, köhnemiş rejimin ‘cumhuriyetçi’ asker sivil bürokrasisi olmasıydı. Kendi sınıf tabiatlarına uygun bir şekilde direndiler. Darbeler planlayarak, kitleleri mobilize etmeyi deneyerek. Sonra da gidip birer birer yeni rejimin sahiplerine biat ettiler. Bu yanlış algılama sadece bir kısım solcuların değil, yeni iktidarın kurucu ortaklarının önemli bir kısmının da kapıldığı bir yanılsama oldu. Onlar da süreç içinde yeni rejimin kurucu babasından koptular. Liberal solcularımızın hikayesi daha hazindir. Başka bir yazının konusu olmayı hak ediyor… Sonuçta elde kalan; sürekli söylem ve müttefik(ulusal ya da ulusal çapta) değiştirerek ustalıklı ya da pespaye yalanlar üzerine bina ettikleri rejim değişikliği sürecini en ‘gerici’, bir çeşit talibancı/ihvancı kadro ile kurumlaştırmak arzusu. Mücadele ettiklerimiz bunlar.

-Başka bir örnek ise; Erdoğan oligarşisinin kitle desteğinin 21 yıllık geçmişine rağmen, bunca olup biten despot ve anti demokratik girişimlere rağmen, ekonomik ve siyasi krizlere rağmen %30/35 bandından aşağı düşmemesi bir uyaran olmaz. Bu uyaranın illaki anlamlandırılması gerektiği düşünülmez. Başka bir şey değil İktidara ilk geldiği tarihteki kitle desteğinin 21 yıl sonra devam etmesinden bahsediyorum. En kabadayısı ‘yahu onlar çuvalla kömür dağıtılanlar, sosyal yardım alanlar..vb’ denir geçilir. Kaçınılır, üzerinde düşünülmez. Görmezden gelinir. Neden konunun, tarihi, sosyolojik derinliği, özetle güçlüğü mü ürkütür? Ya da beklentimizin önünde engel teşkil etmeyen bir sorun olarak küçümsenir ve mezarlıktan geçerken ıslık çalmak tutumu benimsenir. Oysa bu sorun kapsamlı bir çözümlemeye tabi tutulsaydı, muhtemelen kısa vadeli, seçim başarılarına endekslenmemiş uzun vadeli, sabırlı, nakış işler gibi bir mücadele hattı örmek ihtiyacı daha belirgin olarak ortaya çıkacaktı. Ama bizim acelemiz(!) var. Halk olarak, devrimciler, sosyalistler olarak. Bu kısa vadeli başarı beklentilerini yadırgamak da mümkün değil, tabii. On yıllardır yaşanan acılar ve baskılardan sonra. Bir çeşit başarıya hasretlik hali. O zaman vardığımız nokta ne oluyor; ‘hele bir şu ADAM gitsin’, o zaman ne oluyor ‘olmazsa olmazlarımız’ ihmal edilip ikinci plana itiliveriyor, erteleniyor. Giderek söyleme hakim olan göçmen düşmanlığı, Kürt düşmanlığı, alevi düşmanlığı, lgbt+ düşmanlığı gündemden düşüyor. Sınıflar ve sınıf mücadelesi perspektifi kararıyor. Sokak unutuluyor, mağdurlar, ezilenler unutuluyor. Sonuçta ortaya çıkan saf parlamentarizm, saf seçimcilik. ‘Efendim biz bir şey talep etmiyoruz, zinhar pazarlık etmeyiz, yeter ki gelip elimizi sıkın, birlikte fotoğraf verelim’. Bu arada da ilginçtir, irili ufaklı siyaset odakları arasında hayvan pazarındaki celep pazarlığını andıran gelişmeler olmaktadır.

Sonuç Olarak…

Gelinen bu noktada rakamlar üzerinden seçim sonuçlarını değerlendirmeyi çok da gerekli görmüyorum. Hele rakamlara bakarak aslında biz kaybetmedik sonucunu çıkarmayı. Yapanlar yapsın. Ben şahsen bir kere daha, tecrübeyle yeni rejim kurucularına ve muktedirlere karşı mücadelenin uzun vadeli ezilenleri, halkları sokağı esas alan bir çalışmayla altedilebileceğini yeniden bilince çıkardım(sanıyorum). Sandıktan sandığa değil her gün her saat… Kapılmıştım kısa vadeli başarının cezbedici gücüne. 

Son birkaç aylık deneyim bir çok olumlu sonuç da üretti. Çok farklı görüşlerden insanlarla, gönül bağı duygudaşlık ve mücadele ortaklığı oluştu. Bu çok önemli bir kazanım. Birbirimizi daha iyi tanıdık. Önyargılarımız yıkıldı. Hakeza ezilen toplum kesimleri arasında. Az şey mi? Çok çeşitli toplumsal kesimlerinden genç, yaşlı, kadın, erkek sosyal demokrat, sosyalist ve hatta anarşist seferberlik halinde omuz omuza dayanıştılar, afiş astılar, oy çalışması yaptılar, sandıklara siper oldular, mücadele ettiler. Özellikle kadınlar ve gençler, Kürtler...

Talibancı/İhvancı yeni rejim kurucuları bir başarı kazanmışlardır. Bu bir gerçekliktir. Bu gerçekliği bilince çıkarmak gerekir. ‘Yenilmedik ayaktayız’ edebiyatı en son ihtiyacımız olan şeydir. Şimdi kapsamlı eleştiri ve değerlendirmelere ve tabii ki özeleştirilere ihtiyacımız var. Özellikle Emek ve Özgürlük İttifakı ve genelde ittifak politikalarını da içerecek şekilde. Seçimlerden önce ‘öyle ya da böyle seçim sonrası siyaset kurumunun irili ufaklı odaklarını 7.9 şiddetinde deprem bekliyor’ demiştim. Öyle olacak. Endişelenecek bir şey yok. Mücadeleye devam!


19 Mayıs 2023 Cuma

28 MAYIS! Kazanılmaz değil, KAZANILIR elbet, ancak…


Öncelikli olarak; eğer seçmen tercihi 28 Mayısta bu iktidarın devamı yönünde gerçekleşirse, önümüzdeki beş yıl için halklarımızı bekleyen tehlikeyi tasavvur edebiliyor muyuz? ‘Yahu 21 senedir bu iktidar altında yaşıyoruz, daha kötüsü ne olabilir ki?’ diye düşünenler, fena halde yanılıyor.

-Bir kere yeni(!) bileşenlerin katılımının iktidarın muhtemel beş yılını derinden etkileyeceği gerçeği orta yerde duruyor. Belli ki yeni katılımlar(Hüda Par, Yeniden Refah Partisi) ‘hadi bunlar da olsun’ denilerek gelişigüzel seçilmedi. Bu ara takviye gelecek beş yılda ‘daha neler olabilir’ sorusuna net bir cevap veriyor aslında. Hiç tartışmasız bu yeni katılımlara güçlü bir Taliban aşısı olarak bakmak gerekir. Hüdapar ve yeniden Refah Partisi’nin seçim kampanyası sırasındaki söylemlerinin özellikle kadınlar açısından tüyler ürpertici bir kabus işaretleri taşıdığı net olarak görülüyor. Uzatmaya gerek yok, YRP’nin seçim arabasında kadın adayın karartılması görüntüsünü, Hüdapar’ın ‘kadınlarımızı sahiplendireceğiz’ talebini hatırlamak yeter. Domuz bağları unutuldu mu?

Hüdapar’ın iktidar bileşenleri arasına katılmasının bir endişeyi daha tetiklediğini ayrıca vurgulamak gerek. Hüdapar/Hizbullah ile devlet arasında geçmiş sorunların halledildiği görülüyor. Yeniden ve bu kez açıktan bir ittifak oluşmuş durumda. Hüdapar/Hizbullah yapılanmasının ise özellikle Kürt illerinde başta Kürt demokratları üzerinde-ve tabii ki bütün bir ülkenin demokratları üzerinde- bir yıkıcı/provokatif bir koçbaşı rolü oynama potansiyeli var. Yeni bir SADAT!

Ülkenin hapishanelerinde gün geçiren  özellikle HDP’li siyasetçilerin, Gezi tutuklusu rehinelerin, gazetecilerin, aydınların özgürlüklerinin bir başka bahara kalacağı gerçeği de başka bir kabus.

-Yeni(!) iktidarın bölgede savaşçı maceralara dalma konusunda elinin rahatlayacağı gerçeğini de altını çizerek belirtmek gerekir. ‘Öldük öldük dirildik’ şeklinde de olsa kazandıkları seçim, yeni müttefiklerin de ‘moral’ desteği ile bölgesel hegemonya peşinde yeni maceralar için zemin oluşturuyor. Tarihi deneyimler de gösteriyor ki bu tür savaşçı girişimler, şovenizmi, milliyetçiliği yükselterek içeride halka karşı baskı ve zulmün gerekçesi olarak kullanılıyor.

-Bu iktidarın 21 yılının en karakteristik özelliği olan doğa talanı, ülkenin betona gömülmesi, yer altı ve yerüstü kaynaklarının sömürülmesi, dolayısıyla ekolojik yıkım çabalarının da ivme kazanacağını söylemek de abartı olmaz.

-Tehlikenin bir başka yönü, ülkenin kuyruğunu bu iktidara kaptırmamış bütün iktisatçılarının canhıraş bir şekilde işaret ettikleri, iktidarın devamı halinde ’94 ve 2001 krizlerine rahmet okutacak bir ekonomik çöküşün bizi beklediği yönünde. Ayyuka çıkan dış borç(neredeyse yarıya yakını kısa vadeli), dış ticaret açığının yarattığı baskı, daha önemlisi yeni/ taze para kaynaklarının hızla tükeniyor olması… Yoksullaşma derinleşecek, işsizlik artacak.

İYİ DE NASIL?

Yukarıda kısaca özetlenen tablo, 28 Mayıs seçimlerinde Erdoğan’ın seçil(e)memesinin ne kadar gerekli olduğunu resmediyor. Bu tarihi dönemeçte kimin bu iktidarın yerine geldiğinin bir önemi yok. Öyle bir kavşaktayız ki; ya Talibancı faşizmin serpilip boy vermesine neden olunacak, ya da demokratik süreçlerin önü açılacak. Sadece önü açılacak. Tabii ki ufukta bekleyen ‘bir gül bahçesi’ yok. Sadece demokrasi güçlerinin morallerinin güçleneceği bir dönemin kapıları aralanacak. Rüzgarın yönü değişecek, toplumsal muhalefetin açıktır ki serpilip gelişebileceği bir zemin oluşacak. Bu aralıkta Kılıçdaroğu’nun söylemlerinin miliyetçileşmesi, beka ve güvenlikçi politikaların öne çıkması eşyanın tabiatına pek de aykırı düşmüyor. Önemli olan bu ülkenin demokratik, barışçı ve özgürlükçü güçlerinin kazanacağı moral. 21 yıllık köhnemiş, faşizmi kurumsallaştırma amacına yönelen iktidarın gitmesi ve ortaya çıkan YENİ’nin özellikle toplumsal muhalefet için güçlü olanaklar yaratması. Şu son on günde hiç ihtiyacımız olmayan şey karamsarlık. ‘Oy vermem, sandığa gitmem, KK gericileşti’ söylemleri  köhnemiş iktidarın saflarında yer almaktır. 14 Mayısta yedikleri darbeyi, 28 Mayısta da kalıcılaştırmak ve bu gerici iktidarı tarihe gömmek  gerekiyor. Demokrasi ve özgürlükçü güçler ‘MÜMKÜN’ün kıyısında.

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...