19 Aralık 2014 Cuma

Kim kuzu, kim kurt? Kim zalim, kim mağdur?


Kim kuzu, kim kurt? Kim zalim, kim mağdur?TÜRKİYE GÜNDEMİ
1,0
    
17.12.2014 
Bu basit denklemi bize mağdurların muktedirlere karşı mücadelesi olarak kabul ettirmeye çalışan oldukça geniş birçevre oluştu. En azından bir bilinç kayması var. Büyük(!) ve umutsuz muhalefet partilerinin iktidar karşısındaki acziyetinden beslenen ve onları muktedirler arasındaki koalisyonun çökmesinin yarattığı sarsıntılardan faydacı siyasi sonuçlar üretebileceğini düşünmeye iten zeminin de bu yanılsamada bir etken olduğunu belirtmek gerekir.  Diğer yandan esas etkenin, Türkiye siyasi tarihinde benzeri az görülen vahşilikteki bir iktidarın sultasından biran önce kurtulma dayanılmaz arzusunun ya da bu vahşi sultadan kurtulmasının neredeyse imkansız olduğu şeklinde giderek toplumda yayılan umutsuzluğun yol açtığı 'gitsinler de ne olursa olsun' duygusunun altını çizmek gerekir.
Bu iktidarın herhangi bir uygulamasının desteklenmesinin prensip olarak ve etik olarak mümkün olmaması şartlarında-bunca olup bitenden sonra-; iktidarın hedefindekilerin de kolayca 'mağdurlar' kategorisine dahil edilmesi kaçınılmaz oluyor.  Nitekim bu etkenler ve bunun yanında gözaltına alınanların da 'dizi yapımcısı, gazeteci olmaları' dolayısıyla, zalim iktidar-mağdurlar karşıtlığı toplumda bir karşılık buluyor.
Biz bu filmi çok kısa zaman önce görmüştük. Üstelik sahneye koyanın cemaat güçleri, rejisörün hükümet olduğu filmi. Sahte ve hukuksuz olarak elde edilmiş delillerle, hiçbir suçlu suçsuz ayrımı yapmadan tamamen muhalefeti toptan yok etmek üzere hazırlanmış bir senaryo etrafında bir ortak yapım olarak.
Bu hukuk dışı olmak bir yana, tamamen siyasi amaçlarla ve bir proje olarak oluşturulmuş yakın geçmişin büyük davaları bu büyük ORTAKLIK çökünce göçmüş ve bir dizi masumun yanında yılların darbeci paşaları ve isimleri, karanlık 'suikastlere' de karışmış sanıkları da serbest kalmışlardı.  Bu illegal ve hukuksuz koalisyonun-cemaat güçleri ve hükümet- bu uydurma davaları bir çok masumun yıllarca hukuksuz olarak içerde tutulmalarına yol açtığı kadar, kimi gerçek suçluların da sonuç olarak mağdur ve mazlum sıfatıyla aramızda dolaşıyor olmasına imkan sağlamıştır.
Aynı filmi, bu kez yapımcısı, rejisörü, sahneye koyanı, ışıkçısı.vb hepsi AKP hükümeti tarafından yönetilen bir yapım olarak izliyoruz. Üstelik yine hukuksuz, yine her türden muhalefeti yok etme amacına uygun olarak sahneye konmuş şekilde.  En yetkili ağızdan 'bitaraf olan bertaraf olur' tehditleriyle.  Ayyuka çıkan yolsuzluk iddialarını örtbas etmekte bir engeli daha ortadan kaldırmak üzere.  Ve yine ortalıkta hedef alınanlar içinde gerçekten masumlar olduğu ve sahte masumlar olduğu koşullarda. Ve hedefindekilerin kolaylıkla mağdur rolü oynamalarına imkan verecek koşullarda. Er ya da geç bu davalar da benzerleri gibi çökecek ve yine ortalık 'mağdur'dan geçilmeyecek.
Birileri cemaatten ve sözcülerinden bir özeleştiri beklentisine girdi bile. Yani birileri tarifsiz bir aymazlıkla cemaat sözcülerinden bir demokratlaşma eğilimi, 'biz acaip hatalar yapmışız' demokrat refleksi bekliyor. Bu hakikaten tarifi mümkün olmayan bir aymazlık. Onlarca yıldır son derece sabırla ve ince yöntemlerle büyük bir dava için devlet kadroları içinde örgütlenmiş, o devletin yargısını, güvenlik kuvvetlerini neredeyse ele geçirmiş, kendisine ait dev medya ve finans kuruluşları yaratmış bir örgütten ya da temsilcilerinden 'özeleştiri' beklentisi nasıl bir aymazlıktır? Ya da bunlar nasıl mağdurlardır?
Sadece 2007'den itibaren bugünkü iktidarla kurduğu ve bütün güçlerini onun içi seferber ettiği  koalisyon dönemi değil; 30-40 yıla dayanan tarihinde her zaman devletin ve onun güçlerinin yanında yer almış bir örgütten söz ediyoruz. Aslında bunları en iyi ve yakından tanıyan Kürtler. Kürt siyasi hareketi ve Kürt düşmanlığı hala bunlara ait medya organlarının dizilerinin esaslı konusu. Buralardan nemalanıyorlar. Koalisyondan tasfiye edilmeden önce tezgahladıkları KCK davaları hafızalardan ne çabuk silindi? Bu kadar güçlü bir iktidar odağından, muktedirden  'mağdur' yaratmaya çalışmak abesle iştigal. Kolu kanadı bir ölçüde kırılmış olsa da.
Her ne kadar onu tasfiye etmeye çalışan güç daha vahşi, tehlikeli ve iktidar olanaklarına sahip olması dolayısıyla daha sağlam bir pozisyonda olsa da. 
Cengizhan Güngör

15 Aralık 2014 Pazartesi

Liberal ihanet(!) tamam da, peki 'ulusalcı' ihanet(!) ne oluyor?

Liberal ihanet(!) tamam da, peki 'ulusalcı' ihanet(!) ne oluyor?POLİTİKA
5,0
    
07.12.2014
“Bu kitapta esas olarak Türkiye’nin demokratik gerekçelerle siyasal İslamcılara teslim edilmesinde önemli rol oynayan liberalleri ve sol liberalleri analiz etmeyi, siyasal ve entelektüel tarihin bu en büyük aydın ihanetini-dünyada örneği çok azdır- anlatmayı amaçladım”
Merdan Yanardağ
Son zamanlarda kimi aydınlar, bir dönem ya da hala, AKP hükümetine payanda olan liberal aydınlar üzerinden adeta bir şeytan taşlama faaliyeti sürdürüyor. Yukarıdaki satırlar bu tutumun en uç örneğini ifade etmesi bakımından tipik bir örnek.
AKP hükümetinin şimdiki geldiği noktayı en başından beri gördükleri ve dolayısıyla en kararlı tavrı kendilerinin aldığı üzerinden geliştirilen ve son derece abartılı bir özgüveni ifade eden bu tutum ne ölçüde gerçeklere dayanıyor? Ya da AKP hükümetinin ilk yıllarında liberal aydınların aldıkları destekleyici tutumun olduğu kadar; ittifaklarını son derece yanlış yerlerde ve çıkış yollarında arayan başka kimi aydınların da AKP iktidarının kendini tahkim etmesini son derece kolaylaştırıcı bir rolü olduğu açık değil midir? Bunlar tek tek cevaplandırılması gereken önemli sorulardır.
Sosyal olaylar ve siyasal gelişmeler maalesef ‘bunlar başımıza bela etti’ gibi son derece sübjektif ifadelerle açıklanamayacak kadar karmaşık meselelerdir. Birilerine duyulan özel öfke ya da ‘yalnız bırakılmışlık’ duygusunun yönlendirdiği analiz(!)ler hiçbir açıklayıcı özellik taşımazlar.
AKP’yi kimin ya da hangi süreçlerin ‘başımıza bela ettiği’ başlı başına bu yazının sınırlarını ve boyutlarını aşan bir analiz konusu.  Ancak kimi fırça darbeleri de gerekiyor…
AKP 2001’de ortaya çıkmış bir hareket değil, öncelikle bunun tespit edilmesi gerekir. 1923’de temelleri atılan ve özetle ‘islamı devletleştirme’ diye tanımlanabilecek bir laiklik anlayışı, daha baştan, sonradan ‘milli görüş’ hareketi adını alacak ötekileştirilen bir taban üretmişti. İslamı kendi bildikleri gibi yaşamak isteyen ve o ana kadar yaşayan bu kesimler daha sonrası için ciddi bir istismar alanı olarak varlıklarını sürdürdüler. Milli Nizam Partisi ile başlayan bu akım çeşitli adlar adı altında sürekli kapatılıp açılan partileriyle 2000’li yıllara kadar çeşitli dönemlerde iktidar ortağı olacak noktalara kadar yükselerek geldiler. Diğer sistem partileri içerisinde de uzanan kolları ve oy potansiyelleri dikkate alındığında ciddi bir toplumsal desteğe sahip bir hareketten bahsettiğimiz açıktır. Bu anlamda AKP’nin siyasi ve sosyal temelleri bu çok kısa özetle ancak anlaşılabilir oluyor. 2000’li yılların başında bu hareketin içinden çıkan ve aslında içinden çıktığı hareketi de kısa sürede marjinalize eden  AKP hareketi; yeni yükselen, hatırı sayılır bir ekonomik birikim de elde eden ve bununla orantılı olarak da iktidardan pay talep eden sermaye kesimlerinin sözcülüğüne soyunarak geleneksel Türk siyasetinin ve onun kurumlarının kale kapılarına dayandı. Kale zaten çürümüştü. Yolsuzluklar, ekonomik krizler, Kürt isyanı, artık geleneksel Türk siyasetinin altında onulmaz, tamiri gayri kabil oyuklar açmıştı. Artık yepyeni bir toplumsal sözleşme, yeni anayasal yapı ve kurumlar ihtiyacı kendini dayatmıştı.
Kale kapısını omuzlayan bu güce karşı eskimiş rejimin muktedirleri ve kurumları sonradan umutsuz olduğu ortaya çıkan bir huruç hareketine giriştiler. Geleneksel yöntemlerle-provokasyonlar, derin güçleri harekete geçirme, vatan, millet Sakarya edebiyatı ve daha da çok laiklik elden gidiyor, irtica geliyor söylemleriyle- surlara yüklenen güçleri-yani AKP hareketini- püskürtmeyi denediler, ancak sonucu hepimiz biliyoruz.
Peki kimi sosyalistler, ilericiler, demokratlar ne yaptılar? Onlar da geleneksel Kemalist ideolojik mayalarının verdiği güçle(!) eski rejimin muktedirlerinin-paşalarının, bürokratlarının- yanında saf tuttular. En iyimser ifadeyle onlarla-eskimiş ve hiçbir geleceği olmayan rejimle ve onun söylemleriyle- aralarına hiçbir sınır çekme ihtiyacı duymadan muhalefet(!) edebileceklerini sandılar. Ve ne yazık ki, ulusalcılık ve cumhuriyetçilik adı altında yeni toplumsal gelişmeleri analiz ederek yeni bir muhalefet çizgisi oluşturma görevine sırtlarını dönerek geleceği olmayan eski rejimin yıkılmakta olan değirmenine su taşıdılar. Başka ve daha net bir ifadeyle AKP iktidarının kendisini tahkim etmesine tersten destek oldular, onun işini kolaylaştırdılar. Bir diğer öldürücü zaafları da, Kürt hareketine karşı geleneksel devlet iktidarının yanında sorgusuz sualsiz yer alıyor ve onların ‘bölücülüğe karşı’ mücadelelerine destek veriyor olmalarıydı. Bu son derece ciddi bir aymazlıktı ve eski rejimle köklü ideolojik bağların kaçınılmaz sonucu olduğu kadar, muhtemel bir doğru muhalefet çizgisi geliştirememelerinin de en büyük nedeniydi?
Dolayısıyla aymazlık içerisinde, hiçbir ciddi analiz ihtiyacı duymayan, sınıf perspektifini yitirmiş bir demokrasi anlayışına sahip kimi sosyalist, ilerici, liberal-demokrat aydınların AKP’ye destek vererek gerçekleştirdikleri  ihanetten söz etmenin bir tutarlılık kazanması ve umut verebilmesi için; iddia sahiplerinin yakın dönemde eski rejim sahipleriyle açıktan kurdukları sözüm ona muhalefet cephesinin de bir hesabını vermeleri gerekir.  Aksi takdirde ‘bir öfkeye kurban olma’ analizlerinden öte gidilemez. Yoksa bu cephe de Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Yılmaz Özdil, Emin Çölaşan, Soner Yalçın, Doğu Perinçek..vb kişiliklerin temsil ettiği çizgiyle bir hesaplaşma ihtiyacı yok mu? Sosyalizm iddiası taşıyanların var ve olmalı…
Not: Bu yazının sahibi muhataplarının gereksiz  ‘aha bir yetmez ama evetçi daha’ rahatlamalarına meydan vermemek açısından 2011 referandumunda evet oyu vermediğinin altını çizmek ihtiyacı duyuyor.
Cengizhan Güngör

29 Kasım 2014 Cumartesi

Etyen Mahçupyan'ın sefaleti… Normlar mı? Gerçekler mi?

Etyen Mahçupyan'ın sefaleti… Normlar mı? Gerçekler mi?POLİTİKA
2,0
    
26.11.2014
Rahmetli annem sık sık 'Allah kimseyi bu duruma düşürmesin' derdi. Dün akşam Şirin Payzın Davutoğlu'nun başdanışmanı Etyen Mahcupyan'la kapsamlı ve son derece etkili bir röportaj yaptı. İzlerken annemin yukarda ifade ettiğim sözleri aklıma geldi. Bir yandan öfke duydum, diğer yandan 'insan kendini bu duruma düşürmemeli' diye hayıflandım. Müthiş entelektüel, ünlü liberal demokrat Mahcupyan 'mahcupluğunu(!) üzerinden sıyırmış atmış ve  olanca açıklığıyla reel politikerliğe ve yalın gerçekçiliğe soyunmuş. Diyebilirsiniz ki, kardeşim bunu idrak etmek için onun Davutoğlu'nun başdanışmanı olduğunu hatırlaman yetmez miydi? Ne diye kendini bir saat sıkıntıya soktun ki? Haklı olabilirsiniz, Ancak şunu ifade edeyim ki, pür dikkat izlediğim röportajda hem AKP iktidarının çeşitli durumlara ilişkin tavır alışlarının kodlarını anlama imkanına kavuştum-ya da öyle sanıyorum-, hem de bir entelektüelin şahsında 'liberalizmin' hazin sonuna tanıklık ettim. Az kazanç değildi, doğrusu.
Şirin Payzın soruyor; 'tapeler, 17 Aralık ve 25 Şubat soruşturmaları sizi hiç tereddüde sevketmedi mi, iddiaların doğru olabileceğinden hiç mi kuşku duymuyorsunuz?' Mahcupyan diyor ki; 'aslına bakarsanız benim kadar AKP seçmeninin de çeşitli kaygıları var. Eğer 17 Aralık'la kalsaydı bir çok şey daha çabuk  halledilebilirdi. Ancak 25 Aralık zihinlerde Erdoğan'sız bir siyasi hayatın dizayn edilmekte  olduğu kanaatini kuvvetlendirdi ve buna karşı durulmalıydı'. Açıkca görüldüğü üzere Mahcupyan hangi ağırlıkta olursa olsun iddialardan çok, iddiaların muhatabı olan Erdoğan'ın ve AKP'nin siyasi kariyeri için kaygı duyuyor.
Şirin Payzın yine soruyor; 'bu kapışmada AKP'nin Balyoz ve Ergenekon davaları ile tasfiyeye çabaladığı eski rejimin güçleriyle ittifak aradığı ve yer yer gerçekleştirdiği iddia ediliyor, ne dersiniz?' Mahcupyan diyor ki; 'Bu bir siyasi gerçeklik ve gelişmelere bu açıdan bakmalıyız. Bir siyasi aktörü hedef aldıysanız, diğer siyasi aktörlerle ittifaklar zorunlu olabilir.' Davutoğlu'nun başdanışmanının ağzından, rafine bir ifadeyle aslında olayın darbeciliğe ve darbelere karşı mücadeleyle ilgisi olmadığının, bütün meselenin  Erdoğan ve AKP iktidarının selameti olduğunun açık bir ifadesi değil mi?
Şirin Payzın yine soruyor; 'hazırlanan torba yasa paketinde anti-demokratik maddelerin olduğu, güvenlik kaygısıyla otoriter bir tek adam yönetimine yönelindiği muhalefet tarafından ifade ediliyor, siz ne düşünüyorsunuz?' Mahcupyan diyor ki; 'Bu kıyasıya bir kavga. Meseleye normatif olarak bakamazsınız. Batılı hukuk normlarıyla bakamazsınız.' 'Yok artık mı' diyorsunuz? Maalesef bu kadarı da 'var artık'. Görüldüğü üzere başdanışmanımız 'kavgada yumruk sayılmayacağının' ayırdında. Önemli olanın 'düşmanı' tepelemek olduğunu ve bu yolda her şeyin mübah olduğunu bilince çıkarmış.
Şirin Payzın devam ediyor; 'Alevi açılımı adı altında çok kolaylıkla atılabilecek adımlar varken, bunların sürekli erteleniyor olmasının nedeni nedir?' Hazret cevap veriyor; 'Siyasetin gerçekliği açısından meseleye bakmalıyız. Hükümet ve Erdoğan seçime kilitlenmiş durumda. Yapılacak en küçük bir hata seçimde %4'lük bir kayba yol açar ki, bu da göze alınabilecek bir kayıp değil.' Bu sözlerin tercümeye ihtiyacı var mı? Böyle bir ukalalığa girişmeyi son derece gereksiz buluyorum.
Şirin Payzın sormadan edemedi; 'Afedersiniz Ermeni dediler, sözleri sizi etkilemedi mi?'.  Muhterem, 'sözlere takılmamak lazım, o kadar da olumlu şeyler söylendi ki', diye cevaplandırdı. Kızarmayan bir yüz.
Şirin Payzın bıkmıyor; 'iyi de biz bu kavganın bittiğini paralelin tepelendiğini nasıl anlayacağız. Ne olacak da anlayacağız, herkes kendisine bir düşman yaratarak ayakta kalmaya ve yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışmıyor mu?' Çok güzel soru değil mi? Mahcupyan bu soruyu entelektüel gevezelikle savuşturuyor. Öyle ya, bürün muktedirler yaptıkları 'gerçekçi' uygulamaları ve 'tedbirleri' bir tehlikeli düşmanın varlığını iddia ederek hayata geçirmez mi? Ve muhtemel güzel günlerin gelişini bu düşmanın tepelenmesi şartına bağlamaz mı?
Şirin Payzın soruyor; 'peki bütün bunları AKP yapmazsa, ne olacak?' Ben bu soruyu, ' düşmanın' tepelenmesinin ve seçimlerin sonrasına ertelediğiniz demokratik adımların atılmaması durumunda 'ne olacak' diye anladım. Hazret cevap veriyor; 'AKP kaybeder'. Görüldüğü üzere hazret doğrudan AKP'nin kayıplarıyla ilgili. Memleket ahvali umurunda değil.
Öyle sanıyorum ki bu saatten sonra konuşulması muhtemel şeyleri Şirin Payzın'ın midesi kaldırmayacaktı ki programı sonlandırdı. Benim ki ise kesinlikle kaldırmazdı.
'Demokrasi, illa da demokrasi, askeri vesayete hayır' diye çıktığı yolda muhterem, memleketi hızla bir polis devletine ve maceraya sürükleyen muktedirlerin atına yedeklenmiş görünüyor. Yazık!

Cengizhan Güngör

5 Kasım 2014 Çarşamba

Deniz Naki'nin hatırlattıkları ve ülkemizde ırkçılık-ayrımcılık...

Deniz Naki'nin hatırlattıkları ve ülkemizde ırkçılık-ayrımcılık...TÜRKİYE GÜNDEMİ
0,0
    
05.11.2014 
"Afedersiniz, Ermeni dediler.."
İlkokul çağlarımın ('61-'65) yaygın tekerlemesiydi. "Bir, iki, üçler yaşasın Türkler; dört, beş, altı Polonya battı; yedi, sekiz, dokuz Almanlar domuz; on, onbir, oniki Ruslar tilki; onüç, ondört, onbeş Amerika kalleş". 'Yaygın' diyorum, çünkü yaşdaşlarım aynı tekelemeyi bir-iki değişik kelimeyle kendilerinin de söylediğini ifade etti. Yunanlılar, Rumlar ve Ermeniler için, söylenen ırkçı-ayrımcı ifadeleri hatırlatmaya bilmiyorum gerek var mı? Artık dillere- askeri sivil bürokratlardan siyasilere ve hemen yanı başımızdaki komşumuza kadar- pelesenk olmuş 'Rum tohumu, Ermeni dölü, ' millet olarak küfür literatürümüzün başucu söylemlerinden değil midir? Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, ama bir köşe yazarının öğretmeninin 'Türkçe imla kurallarına aykırı olmasa Yunanistan'ı küçük harfle yazarım' dediğini. 'Atina'ya gidip Katina'yı öpmeye'(büyük bir gazetenin manşeti) hazırlandığımız günleri hatırlayanlarımız mutlaka vardır.
'Kara Murat, Tarkan..vb." filmleri hatırlar mısınız? Öyleyse o filmlere hakim olan söylem de hemen kulaklarınızda çınlayacaktır; 'kahpe, kalleş, vahşi, hain, entrikacı, en ufak merhamet kırıntısı bile taşımayan Çinliler, Bizanslılar'.
Peki Araplar için kullandığımız artık sıradanlaşmış ve neredeyse oy birliği ile yediden yetmişe kabul görmüş söylemlerimiz.. . Onlar 'pistir' ve bizi arkadan vurarak 'kalleş ve güvenilmez' olduklarını  göstermişlerdir. Askerlik yaparken, Amerika'da yaşayan bir mühendis'le 'Arap'ların pisliği' üzerine uzun ve saçma sapan bir tartışma yaptığımızı hatırlıyorum.
Ruslar için milletçe taşıdığımız hislerden bahsetmeye bilmem gerek var mı? Çarlık Rusyası için ayrı, SSCB yurttaşları için ayrı, çok zengin 'moskof' başlığı altında toparlanabilecek bir külliyata sahip olduğumuz açık. 'Askıdaki şapkalar ya da girişteki yabancı ayakkabılar'la başlayan fıkralar hala dolaşımda. Baltacı Mehmet paşa'nın Rus Çariçesinin çadırında geçirdiği bir kaç saat efsanesinin, kimi kallavi entelektüellerimizin ağızlarına bile bulaştığına şahit olmuşluğum vardır.
Aleviler ve 'çingeneler'için öylesine içselleştirilmiş ve sıradanlaşmış 'hislere' sahibizdir ki, bazılarını burada ifade etmeye terbiyem müsade etmiyor. Ve maalesef 'çingene' değil, 'Roman' diyerek, 'açılım' toplantıları yaparak milletçe arınmamız mümkün görünmüyor. Sorun daha derinlerde bir yerlerde.
Şu noktada bazılarınız 'kardeşim Musevilerle ilgili temiz(!) hislerimizden bahsetmeyecek misin' diyordur, eminim. Gerek var mı? Belki de ırkçı-ayrımcı söylemlerimizin 'esas oğlanı-kızı' onlar değil midir? İspanyolların zulmünden kaçarak Osmanlı topraklarına kabul edilen musevilerden bahsederken bile, bir insanlık görevinden değil, yüce, soylu ve alicenap Osmanlı'nın lütfundan hareket etmez miyiz?
İsmet Berkan yazmıştı, galiba; 'bizde ırkçılık ayrımcılık yoktur' diyen arkadaşına, 21 ya da 62 plakalı arabayla biranadolu turu yapmayı önerdiğini. Evet siz, buna cesaret edebilir misiniz? Bakalım nelerle karşılaşacaksınız?
Kimileri, daha çok muktedirlerin dili ama, milletçe de hiç bir beis görmeden içselleştirdiğimiz; 'Türklüğümüz ve hele müslümanlığımız'da ayrımcılık-ırkçılık katiyen yoktur. Biz biz imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir toplumuz' safsatasının 21. yz'a taşınabilmiş olması size ürkütmüyor mu? Neyse ki, bu kör inanç son yıllarda önemli darbeler aldı. Kürtler'in 'biz dilimizi konuşamıyoruz, biz yıllardır asimile edilmeye çalışılıyoruz, kültürümüz ve kimliğimiz yokedilmeye çalışılıyor, jandarma zulmü altında inliyoruz' söylemlerinin güç kazanması, yeterince olmasa da milletimizde bir 'kafa karışıklığı' yaratmışa benziyor. Yüce, soylu, en kahraman ve yaratılıştan ayrıcalıklı ve aynı zamanda alicenap ve lütufkar 'Türk' imajı en azından artık daha geniş çevrelerde sorgulanır hale geliyor mu? Sanki.
Şimdi kimileri diyecektir ki: 'kardeşim, binlerce kilometre uzakta olan biten için, ya da yan mahallede bir kaç kendini bilmezin yaptıklarını duyarak baltayı, palayı, keseri kapıp yan mahalleye ya da komşusuna saldırıya geçen, geçirilebilen insan var, bu ülkede, ev yakan, adam öldüren, linçci'. Haklısınız. Ama ben bunların aşılabileceği inancımı diri tutmak ihtiyacı duyuyorum.
Artık 'dünyaya bedel' olmadığımız, 'mutlu' olmak için Türk olmaktan daha fazla ve farklı şeylere sahip olmamız gerektiğini anlamaya başlıyor muyuz? Şu kadim coğrafyamızın  ve yaşlı dünyamızın bütün diğer ırkları ve inançları kadar, ancak onlar kadar 'iyi ve aynı zamanda kötü' olduğumuz bilincimize çıkıyor mu? Bu anlamda Amazon ormanlarının derinliklerindeki bir yerliden, hiç ama hiç bir ayrıcalıklı, üstün ırki özelliğimizin olmadığını acaba görüyor muyuz?. Ne dersiniz?
Cengizhan Güngör

27 Ekim 2014 Pazartesi

Kimilerine tuhaf gelecek bir nesnellik ve uçurumun ta dibi…


Ben korkuyorum arkadaş. Neden mi? Yeniden o kanlı günlere dönmekten. Karakolların basıldığı, bombaların patladığı, çatışmaların ve ölümlerin toplumsal kesimleri suskunluğa ittiği o günlerin, kabus dolu o günlerin geri gelmesinden it gibi korkuyorum. Etnik kökeni ne olursa olsun, üniformalı ya da üniformasız gençlerin cenazelerinin musalla taşlarına doluşmasından, hergün onlarca eve ateş düşmesinden it gibi korkuyorum.  Korkmayan beri gelsin.
 Bazı süreçler vardır ki, başladın başladın bir daha geri dönemezsin. Ateşle oyun olmaz. Çatışmasızlık hali, barış süreci, siz meşrebinize göre ne derseniz deyin, böyle bir şeydir. 'Ben artık oynamıyorum' diyemezsiniz.
Dahası şu ya da bu hesaplarla, ya da amaçlarla yokuşa da süremezsiniz. Oyalayamazsınız, sürüncemede bırakamazsınız, karşınızdaki muhatabınıza madik atamazsınız. Kararlı ve net bir duruş sergilemek zorundasınızdır.
Aksi halde 'eski günlere' dönmekle kalmaz, kendinizi amansız bir ateş topunun içinde bulursunuz. Kardeşin kardeşi, komşunun komşuyu, yoksulun, zenginin birbirini öldürdüğü bir cehennemde. Nereden mi biliyorum? Hissediyorum. hissediyorum. Siz hissetmiyor musunuz? Palalar, satırlar pompalı tüfekler, ezilen kafalar, 3. kattan fırlatılan vücutlar, basılan mahalleler... Daha ne istiyorsunuz? Daha ne lazım ki?
Beyrut cehennemini izlemek için yaşınız yetmiyor olabilir. Rwanda'yı bilmiyor olabilirsiniz. O zaman mabadınızı kaldırıp bir zahmet arşivlere girin. Kahraman Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını, Kanlı pazarı araştırın. 6/7 Eylül'ü de  okumadınız mı? Malzeme mebzul miktarda var, maalesef. Okuyup araştırmak, titreyip, ürperip kendine gelmek için. 'Yok kardeşim benim zamanım yok' diyorsanız', o zaman etrafınıza bakın. Suriye'ye Irak'a, Afganistan'a, Pakistan'a bakın. Yok 'benim medyam bana yeter, ben gazetemin, TV kanalımın manşetleriyle mutluyum, bana yetiyorlar' diyorsanız. Siz olup olabilecek her şeye müstehaksınız demektir. Yapmayın.
Bu tür dönemler küçük harfle konuşulması gereken dönemlerdir. Kör devlet ve müesses nizam taraftarlığına hiçbir şekilde yer olmadığı gibi; fanatizmin, kör inancın, 'ama onlar bizimkiler', 'öbürleri düşman' edebiyatına hiç yer olmaması gerektir.
 Kimseye 'hakkından hukukundan vazgeç' demeye hakkımız yok tabii ki. Kimseye 'verilenle yetin', 'olup biteni unut' demeye hakkımız yok tabii ki. Ama 'sakin ol' demeye hakkımız var. 'Meşruiyet çizgisinden ve makuliyetten uzaklaşma, karşındakini olmasa bile halkı unutma' demeye hakkımız var.  Diğer yandan 'samimi ol, top çevirip durma, başladın madem adam gibi oyna, kimsenin onuruyla oynama, meşru hak ve hukuku tartışma konusu yapma, karşındakini küçük siyasi hesaplarına alet etmeye çalışma, o aptal değil, elini çabuk tut, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu' demeye hakkımız var. Gün müzakere zamanı.
Abartiyor muyum? Karamsar mıyım? Varsın olsun. Benim karamsarlığımın, abartımın kimseye bir zararı yok. Yeterki biz uçurumun kenarından dönme basireti gösterelim.

Öyle bir an gelir ki, ilk kurşunu kimin attığının, kimin haklı kimin haksız olduğunun en küçük bir önemi kalmaz.

25 Ekim 2014 Cumartesi

63 kişiden birine...


63 kişiden birine...POLİTİKA
0,0
    
25.10.2014 13:13:32

“Aklımı fikrimden ayırma Yarabbi…”
Annem
Oral Çalışlar yazmış, Radikalde… ’63 Akılsızdan Biri de Benim’ diye… Yazı bazı sorular çağrıştırdı…
1. Bir yandan ‘makul şüpheli’ polis devleti kurumlaştırılmaya çalışılırken barış nasıl mümkün olacaktır? Demokrasisiz bir barış mümkün mü, endişesi yersiz midir?
2. Hükümet oyalıyor, top çeviriyor demek neden "Kürtler'e silaha sarılın" çağrısı oluyor?
3. Ağız birliği etmişçesine her ağızdan tekrarlanan 'terör örgütü' söylemiyle nasıl barış yapmayı düşünüyorlar?
4. Yolsuzlukları külliyen örtbas çabaları pervasızca sürdürülürken, bu yol 'barışla' buluşabilir mi?
5. Bir yanda dolaylı dolaysız Işid desteği, "PYD terörist, hatta HDP terörist, provokatör" diğer yanda barış, olacak şey mi?
6. 'Kürtler AKP'ye mecbur' zihniyeti, sesini çıkarma otur, ne verilirse razı ol, tutumu değil midir? Kürtler ‘Yüzyıl sonra muhatap kabul edilmeleri, liderlerine ilgi gösterilmesi’ lütfuyla yetinmek zorunda mıdırlar? Barış dediğin, ‘abi sağol yaa, bizi muhatap aldın, liderimize ilgi gösterdin, Allah senden razı olsun’la mı sağlanacaktır?
7. Kürtlerin tek alternatifinin 'silah' olduğunu nereden çıkarıyorsun? Direnmek sadece silahla mı olur?
8. Hükümete karşı hiç mi sözün yok? Yazılarının altına ‘Cumartesi annelerine’ diye not düşerken, ‘bu da yanlış ama,…’ diye cümleler kurarken ancak ‘sureti haktan görünmeye çalışmış oluyorsun. Bu tutum olsa olsa ‘birazcık nalına, daha çok da mıhına’ tutumu olmuyor mu?
9. Kürtler’in varlığına bile zor tahammül eden Bahçeli’nin ve kafası fena halde karışık CHP’nin tutumuyla; süreçteki, hükümetin seçimlere yönelik olduğu tartışma götürmez ‘kıvırtma’, diz çöktürme yöntemlerini eleştirenleri aynı kefeye koymak ‘el çabukluğu marifet’ tutumu değil midir?
10. Bölgede hiçbir dostu kalmamış bir dış politikanın nasıl bir barış politikası izleyebileceği endişesi taşımak suç mudur?  
11. ‘Akillik’ Kamu İktisadi Teşekkülü müdür?’ Kamu Güvenliği Müsteşarlığına mı’ bağlıdır. ‘Akil’ dediğin, öncelikli olarak mağdurun yanında olmak zorunda değil midir?
12. CB’nından Hükümet çevrelerine kadar hakim olan nadan, nobran ve öfke kusan üslup hiç mi rahatsız edici değil? Bir gün söylediğinin ertesi gün tam tersini söyleyen, birini söylediğini öbürünün tekzip ettiği bir hükümetin samimiyetinden kuşkulanmak suç mudur?
Ne diyeyim?  Allah seni bildiği gibi yapsın…
Cengizhan Güngör

23 Ekim 2014 Perşembe

Sırrı Süreyya'ya Açık Mektup

Sırrı Süreyya'ya açık mektupTÜRKİYE GÜNDEMİ
0,0
    






Sıradan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak son birkaç senedir memleketin siyasi hayatında oynadığın rolü son derece önemsiyorum. İhtiyacımız olan Türk-Kürt halkları arasındaki birbirini anlama çabalarına ve Kürt siyasi hareketinin politik arenadaki meşruiyetini sağlamlaştırma çabalarına ivme kattın. Çabalarının, özellikle bir iç savaşihtimaliyle ülkenin uçurumun kıyısına doğru sürüklendiği bir döneme denk düşmesi  ayrıca önemliydi. Tabii ki bu çok taraflı denklemin ve çabaların ürünü olan bu sürecin sana maledilmesi doğru değil. Bunu öncelikle sen kabul etmezsin, ayrıca doğru da değil. Ancak özel rolünü yadsımak da haksızlık olur. Sürecin bize yansıyan boyutunda da farkettik, bize yansımayan yüzünden de tahmin ediyoruz ki; kıvrak zekan, iki halkın kültürüne yönelik olarak derin birikimin ve bitimsiz gibi görünen samimiyetin ve iyimserliğin kritik eşiklerin aşılmasında önemli bir rol oynadı.
Ancak dün 5N1K programındaki Sırrı'yı ilk defa biraz hüzün ve üzüntüyle izlediğimi belirtmeliyim. 'Diplomasinin' bir çeşit 'arabuluculuğun' ne berbat bir alan olduğunu tahmin edebiliyorum. Bu devlet denilen canavar mekanizmanın dehlizlerinde uzlaşma ve barış arayışının, öteki olarak adlandırdıklarına karşı-Türk halkı, Kürtler, Rumlar, Ermeniler, sosyalistler, muhalifler, Yahudiler..vb- korkunç bir tarihi birikime ve zihniyetine sahip bir mekanizmaya ve onların temsilcilerine dert anlatmaya çalışmanın ne kadar yorucu ve yıpratıcı olduğunu bilmiyorum ama hissedebiliyorum. Bu yıpratıcı sürecin sende yarattığı tahribatı dün akşam TV ekranlarından izledim.
Biz Sırrı'yı son derece makul, meşruiyetçi ama amansız bir sistem muhalifi olarak tanıdık. Şimdi ise, süreç seni içine çekiyor ve esir alıyor gibi bir hisse kapıldım. Bir yandan gerçeklikten kopuyorsun, diğer yandan üslubun  devletleşiyor.  Hiçbir şekilde haksızlık etmek istemem, çoğumuzun cesaret bile edemeyeceği bireysel riskler alarak ve kişisel fedakarlıklarla yürüdüğün 'hanelere ateş düşmesin, artık' diye özetlenebilecek davana halel gelsin istemem.
Ancak, gerçeklikten kopuyorsun, çünkü devlet mekanizmasının yeni sahipleri görünen o ki, çook ama çok başka bir hava içindeler ve başka amaçlar peşindeler.  Onlar son derece otoriter, oligarşik bir polis devletinin kurumsal olarak inşasının peşindeler. Bu giderek netleşiyor. Daha da önemlisi başka bir alternatifleri de kalmadı artık. Bu ölçüde yolsuzluk ve suç denilebilecek iddialara(?) muhatap olmuş bir ekibin böyle amaçlara ve hedeflere sahip olmasından daha doğal bir şey de olamaz. Diyebilirsin ki; 'ama yeniden bir savaş başlaması ihtimalinden de çok ama çok korkuyorlar ve süreçten geri dönecek halleri de yok', katılırım. Ancak, hala kritik eşiklerden geçtikleri bu süreci oyalayarak, top çevirerek, çok sıkıştıklarında bir takım tavizler vererek ama ana meselelere de girmeden ama girer gibi yaparak seçimlerden seçimlere idare etmeye çalıştıkları açık. Bu anlamda Osmanlı ve Bizans entrikacılığı mirasının onlara müthiş bir yetenek(!) kazandırdığı da açık. .Mış gibi yaparak idare etmeye çalıştıkları sürecin hemen yanında kendi otoriter, her türlü muhalefetin nefes bile alamayacağı bir sistemin inşasına, konsolidasyonuna tavizsiz devam ediyorlar.  Bu anlamda kafalarımızın bir köşesinde başından beri taşıdığımız endişelerimiz giderek büyüyor. Yani 'hem böyle bir yönelim ve ciddi pratikler, hem de tamamen bir demokratik altyapıyı zorunlu kılan, olmazsa olmaz 'kalıcı barış' nasıl birarada olabilecek' endişesi.  Yine diyebilirsin ki, "Ama Türk-Kürt halkları, Kürt siyasi hareketi,  demokrasi ve sosyalizm güçleri ve uluslararası koşullar" buna imkan vermez. Umarım, vermez. Ancak bir yandan faşizme doğru evrilebilecek bir sistem inşası çabalarıyla, barış sürecinin daha uzun süre bir arada sürdürülebilir olmasının mümkün olmadığı da çok açık.
Bu yaman çelişkinin 'barış' lehine çözülmesi ihtimal dahilinde mi, sence? Bence çok küçük bir ihtimal. Neden biliyor musun, iktidar sahipleri o kadar kirlendiler ki, demokrasi onların bünyeleri için ölümcül bir tehlike haline geliyor. Gezi'de sonra hızlanan bu süreç, 17-25 Aralık eşiklerinden geçerek daha da yapısallaşıyor.
'Üslubun da değişip devletleşiyor' demiştim. Ne kastettiğimi anladın, hani şu 'darbe tehlikesi ve cirit atan ajanlar' söylemi. Ben 'darbe' tehlikesinden söz etmenin yersiz olduğunu düşünenlerdenim, böyle bir tehlikenin olmamasından dolayı değil, kendileri 'darbeleştikleri' için. Öcalan bu söylemi rakipleri bir şeylere 'ikna' etmek üzere ve ellerini çabuk tutmaya zorlamak için bir müzakere tarafı olarak dile getiriyor. Bu anlaşılır. Ayrıca uluslararası alanda öyle bir tecrit içindeler ki, uluslararası efendilerin bu ihtimali masada tutukları da söylenebilir. Ancak bu kitlesel oy desteği devam ettiği sürece bu da sadece şıklardan biri olmaya mahkum. Yani meselenin önemli ve tayin edici yanı 'darbe tehlikesi'değil. Tekraren 'onlar darbeleşiyorlar'.
Ajanların cirit attığı doğru olabilir, böyle bir coğrafya da aksini düşünmek de abes, belki. Ancak böylesi bir söylem, 'ajanların cirit attığı' ortamın yaratılmasının baş müsebbinin bizim muktedirlerimiz olduğu gerçeğini görmemize engel olmamalı. Her adımları ateşin üzerine benzin dökmek pratiğini gösteriyor.
'İyi de kardeşim, sen ne öneriyorsun, ne yapalım?'. Ben özel olarak sana bir şey öneremem. Senin rolün başka. Sen artık üstlendiğin rol itibarıyla 'hırçın' muhalif olamazsın, pozitif konuşmak zorundasın, ne olursa olsun, 'masayı' arkadaşlarınla birlikte ayakta tutmaya çalışmalısın, bunu anlıyorum. Bir tek gencin asker ya da kız erkek gerilla olsun ölmemesi için atılan her adım, onların ailelerinin ocaklarına ateş düşmemesi için gösterilen çabalar, bir iç savaşı önleme girişimleri kutsaldır. Ben sadece hani dikkatinde bulunsun diye, hatırlatma babında söyledim, bütün bunları. Bir başka açıdan da hani 'gelinim sana söylüyorum, kızım sen anla' hesabı.
Her şeye rağmen Türk ve Kürt halklarına ve onların örgüterine, demokrasi ve sosyalizm güçlerine, Kürt siyasi hareketine güvenmek için bir çok neden ve gösterge var.
Sana kolaylıklar diliyorum. Sevgilerimle.
Cengizhan Güngör

20 Ekim 2014 Pazartesi

TÜRK SOSYALİSTİ VE BEKARA KARI BOŞAMAK....

TÜRK SOSYALİSTİ VE BEKARA KARI BOŞAMAK....

TÜRK SOSYALİSTİ VE BEKARA KARI BOŞAMAK....I
04.03.2013 16:24:59


Her şey ‘Roboski katliamı orta yerde dururken..’ söylemiyle başladı. Hemen arkasından ‘başkanlık sistemine yatılıyor, görüyor musun, demokrasi satılıyor’ dendi.
İmralı ve BDP görüşme tutanakları yayınlandıktan sonra artık el arttırılıyor…
‘Yüzde on barajı ortadan kalkmadan barış gibi laflar etmek insan zekasına hakarettir’ diyenler çıktı.
Yetmedi…
‘Ciddiye(!) alınması gereken kaynaklara dayanılarak anadilde eğitim talebinden vazgeçildiği görülüyor; bu talepten vazgeçildikten sonra da devlet açısından hiçbir talep kabul edilmez değildir’ diye yazıldı.
Bu kadar mı zannediyorsunuz. Yanılıyorsunuz.
‘Hem tek yol barış, hem tek yol devrim olmaz. Devrimcinin tek bir yolu vardır, o da devrim yolu’ da denildi.
Bu görüşlerin önünde, arkasında ya da kapsamında sıralanan fikirlerin ve argümanların hepsine katılırsınız ya da katılmazsınız bu ayrı. Geri plandaki iyi niyetten hiçbir kuşku da duymayabilirsiniz, bu da tamamen ayrı bir konu…
Ancak, bu görüşlerin arkasında yatan; 40 yıldır savaşan, on binlerce cana ve müthiş sosyal yıkıma yol açmış savaşın bir tarafına, acıyı ve yıkımı bizzat yaşamış Kürt tarafına akıl verme kibirliliğini görmezlikten gelemezsiniz.
Bu tutumun arkasında yatan ‘doğrusunu biz biliriz’, ‘sen bizi dinle’ kibirli ağabey tutumunu görmezlikten gelemezsiniz.
Bir halkın acılarına, yaşadığı yıkıma, artık biraz nefes almaya duyduğu dayanılmaz özleme, yaralarını sağaltmak için huzur ihtiyacına duyarsızlığı görmezden gelemezsiniz.
Bin bir badireden geçmiş, kurtlar sofrasında kendisine ciddi bir alan açmış, binlerce kişilikli siyasetçi yetiştirmiş Kürt siyasi hareketine yönelik güvensizliği görmezlikten gelemezsiniz.
Zihinlerimizin derinliklerinde bir yerlerde hadi davayı satma potansiyeli demeyelim, ama kandırılma potansiyeli barındırdıklarına dair bir algının olduğunu görmezlikten gelebilir miyiz?
Savaşın bilfiil tarafı değiliz. Biz ölmedik biz öldürmedik. Bizim köylerimiz yakılmadı, yüzbinleri bulan kitleler olarak baba ocağından sürülmedik. Gelinlik kızlarımız, genç delikanlılarımız yıllardır mağara kovuklarında yaşamıyor, ölmüyor. Bizim evimiz başımıza yıkılmadı. Öyleyse bu telaş niye. Süreçte bir dahlimiz yok, öyleyse neden sivri ve acıtıcı bir uyarı(!) dilini benimsiyoruz ki?
Tarih, kimi zaman birilerine ya da kimi siyasi sosyal kurumlara ‘gölge etme, başka ihsan istemez’ rolü verebilir. Bizim tabağımıza gelen de, bugün budur. Beğenelim beğenmeyelim.
Bize düşen BARIŞ sürecine kayıtsız şartsız destek ve Kürt tarafının siyasi olgunluğuna ve becerisine güvenmek.
Bugün demokrasinin yolu BARIŞ’tan geçiyor. Barış talebi hem politik olarak ve daha da çok insani olarak en yakıcı ihtiyaç..

19 Ekim 2014 Pazar

HDP ve vandalizm

HDP ve vandalizm

HDP ve vandalizm
16.10.2014 00:14:40


İktidar çevreleri ve  onların medyadaki akıl uzantıları bir süredir, müthiş ve etkili bir kampanya ile son derece haksız oldukları ve ortaya çıkan şiddetin birinci dereceden müsebbibi oldukları halde, HDP'yi suçlayarak kendilerini ve hükümetlerini kurtarmaya çalışıyorlar.
Bu kampanyanın HDP'nin ‘insanları sokağa çıkma çağrısı yapmakla büyük bir suç işlediği’ şeklindeki boyutunu tartışmanın bir gereği yok. Bir siyasi partinin insanları sokağa çağırması kadar 'DEMOKRATİK' bir şey yok. Eğer demokrasi dediğiniz şeyi sandıktan ve ve meclis koridorlarından ibaret görmüyorsanız. Bu zihniyetin hakim olduğu bir düzende gösteri hakkı da suçtur, grev yapmak da, bunu geçelim.
Suçlamalar bu boyutta kalsa mesele yoktu. Ancak gördüğümüz kadarıyla kimi demokratik çevrelerde ve hatta HDP içerisinde de bu kampanyanın etkilerini görüyoruz. Sorun buradadır. HDP bu kampanya ile sokaktan ve giderek halktan koparılmak istenmekte ve sandık siyasetinin kısırlığına mahkum edilmektedir.
Siz bütün dünyanın ve Türkiye muhalefetinin mutabık olduğu Işid destekçiliğini inatla ve ısrarla sürdürünüz; ‘sınırlarımızda terrorist bir oluşuma izin vermeyeceğiz’ diyerek daha baştan Suriye Kürtlerinin iradesine  karşı  tutum alınız; vahşetten kaçarak kapınıza dayanan genç, yaşlı, kadın, çocuk Kobani'li Kürtleri ilk üç gün içeri almadığınız gibi hem onları, hem onlara destek vermek için gelenleri gazlayınız, coplayınız; 'Kobane düştü, düşecek' açıklamaları yapınız; 'Kobane'nin Ankara ile Diyarbakır'la ne alakası var' diyerek ateşe benzin dökünüz; sonra da şiddetten yakınınız. Biz de samimiyetinize inanalım, bu mümkün değil.
Aslında bu alttan alta biriken ve ve toplumsal bir infial halinde patlayan öfkenin tek nedeni Kobani'de değildi. 'Çözüm sürecinde' top çevirerek durumu idare ettiğini sanarak, çok zorlandığında ve kritik eşiklerde bir şeyler verir gibi yaparak, ana taleplere sırtını dönmeyi çizgi haline getirerek, sürekli oyalama siyaseti izleyen hükümet tutumu da epey bir süredir ciddi bir basınç oluşturmuş görünüyor. En azından son bir haftada ortaya çıkan durum budur.
Aslında hükümetin hesap edemediği; HDP'nin de öngöremediği olgu; biriken öfkenin ne kadar yüksek yoğunluklu olduğuydu. Hükümetin çıkarması gereken ders varsa, o da halkın-özellikle Kürtlerin- sinir uçlarıyla  ne kadar oynadığı gerçeğiydi. Nitekim halkın CB ve hükümet yetkilileri tarafından kışkırtılan büyük öfkesi, HDP'nin de örgütlü bir şekilde sürece hakim olamaması dolayısıyla ve onu da aşarak bir toplumsal patlamaya dönüşmüş ve dizginlenemeyen bu öfke Hüda-Par'lılara ve kimi tasvip edilemeyecek hedeflere de yönelmiştir. Haftanın bilançosunda ise bu tablo devlet kuvvetlerinin  şiddeti ve sokağa çıkan ülkücülerin saldırıları ile de birleşerek, maalesef, 41 insanın ölümüne yol açmıştır. Burada HDP açısından dikkat edilmesi gereken nokta, vandalizm ve şiddet yanlısı gibi gösterilmeye yönelik psikolojik terörün üstüne çıkarak soğukkanlı bir durum değerlendirmesine imkan açmaktır.
HDP'nin üzerinde düşünmesi  ve tartışması gereken konu budur. Örgütlenemeyen ve yönlendirilemeyen ve özdeşleşilip rasyonelleştirilemeyen kitlesel öfke, sonuç olarak halka ve onların hedeflerine de zarar verebiliyor. Bu öngörüsüzlük ve örgütsüzlük hali, sonuç olarak Kobani duyarlılığının geri planda kalmasına ve sorunun bir vandalizm gibi yansıtılmasına vesile olmuştur.
Hükümet  ise, gerçek bu olduğu halde,  aradan sıyrılıp nizamı sağlama misyonunu öne çıkararak Gezide de efsane olan polisinin yetkilerini artırma çabalarına meşruiyet devşirmeye çalışmaktadır. Bunun için vandalizm edebiyatına sarılıyor.
Bu ülkenin demokratları ve devrimcileri, Gezi eylemliliğinin 'şiddet ve vandalizm' sarmalında tartışılmasına nasıl göğüs gerdilerse, son yaşadığımız bir haftayı da bu düzlemde tartışmayı kabul etmemelidirler. Bu noktada denilebilir ki, 'Gezi de yalın bir polis şiddeti ve birleşmiş bir toplum kesimler vardı, oysa burada bütün bunların yanında şiddetin yöneldiği tasvip edilemeyecek hedefler ve çeşitli kesimlerin birbirine girdiği olaylar oldu, ölümler oldu'; doğrudur, ancak bu doğru tespit olsa olsa eylemliliğin yoğunlaştığı bölgelerin yakın ve uzak tarihi ve sosyolojik gerçeklikleriyle ilgili bir boyutta tartışılmayı hak etmektedir. 

Hükümet politikalarının iflasına bir kere daha tanık oluyoruz, ama...

Hükümet politikalarının iflasına bir kere daha tanık oluyoruz, ama...

Hükümet politikalarının iflasına bir kere daha tanık oluyoruz, ama...
09.10.2014 23:27:54


30 yıldır devam eden ‘düşük yoğunluklu savaş’ bir çok kritik aşamadan geçtiği halde iç savaş tehlikesini bu kadar yakından hissetmemiştik. Bu duyguyu kuvvetli bir şekilde ve ürpererek hissetmemiz ise bu hükümet dönemine nasip oldu.
-Hükümet, Kürtlerin Kobanili kardeşlerine olan duyarlılıklarını ve bağlılıklarını test etmek istediyse, bu duyarlılığın ve bağlılığın ne kadar kuvvetli olduğunu artık anlamış olması gerekir. Hem niceliksel olarak, hem de çıkardığı kuvvetli ses ve ayrıca bütün Kürt siyasi kurumlarını kapsayacak boyutlarda.
Ancak bunun için 25 canın ölmesi gerekmezdi.
-Hükümet Öcalan'ın Kürtler üzerindeki etkisini test etmek istediyse yine ders çıkarmış olması gerekir. Seferberlik ilan etti, insanlar ayağa kalktı, kitlesel olarak. Bir faks(!) mesajıyla ve HDP çağrısıyla kitleler yatışmış görünüyor. Bu süreç A. Öcalan'ın elini güçlendirmiştir.
Aslında bu iki gerçeğin tespiti için günlük siyaseti takip ediyor olmak yeterdi. Cumhurbaşkanı ya da hükümet olmanıza da gerek yoktu. Hele hele bunun için 25 canın ölmesi hiç gerekmezdi.
Hükümet ısrarla 'çözüm' sürecinin gereklerini yapmayarak, ayak süreyerek böyle bir infialin zeminini yaratmıştır. Herhalde elini çabuk tutmalarının gereğini anlamış olmaları gerekir. Bir an önce Kürt'lerin taleplerinin dikkate alınması şarttır.
İkinci olarak Işid'le arasına net bir sınır koymayarak, dolaylı ve dolaysız destek vererek, Suriye Kürtleri'nin iradesine karşı konumlanmıştır. Ve Kantonların yıkılmasının pususuna yatarak bu infialin ve kitlesel patlamanın tetikçisi olmuştur.
Bu süreç hükümet politikalarının bir kere daha iflasının tanığıdır. Diğer bütün deneyler ‘çözüm’ denilen süreçlerin son derece kırılgan olduğunu göstermektedir.  Bir kere başladınız mı, geri dönüşün bedeli çok ama çok ağır olur. Başladığınız noktadan çok daha ağır şartlara sürüklenirsiniz. Yazıktır günahtır. Ayak sürümek, karşı tarafı hafife almak son derece tehlikelidir. Ayrıca bu tür süreçler ‘çözümü’ sabote etmek isteyen bir çok karanlık gücün harekete geçmesine yol açar. Son gelişmelerde olduğu gibi.
Bütün bunların yanında Kobani ateşi yanmaya devam ediyor, hem Kürtler'in, hem de Türkiye Halklarının kalbinde.
CB ve kurmay heyeti bu gerçeği anlamış mı, hiç emin değilim.
Umuyorum ki, bu ciddi kitlesel infialin ortaya çıkardığı duygusal kopuş ve gerilim, çatışmasızlık halinin son bulmasına yol açmaz. 

Asıl şimdi ve hemen 'Laiklik' için mücadele...


Asıl şimdi ve hemen 'Laiklik' için mücadele...
26.09.2014 19:41:52


Bu topraklarda her zaman toplumsal ilişkileri ve siyaset kurumunu dini kurallara göre şekillendirmek isteyen yasal-yasadışı kurumlar, siyasetler, güç odakları oldu. Bu anlamda özellikle doksanlı yılların sonuna doğru moda haline gelen deyimiyle ‘laiklik elden gidiyor’ endişesinin bir karşılığı olmadığını söylemek ülke gerçeği ile bağdaşmıyor. O yıllarda sürdürülen -tabii ki 90 yıldır- ‘laiklik’ için mücadelenin taşıdığı köklü zaaflar bu gerçeğin üzerini, maalesef, bir süredir örttü.
Sorun, aslında, ülkede uygulanan biçim ve muhtevası ile ‘laiklik’ kurumunun baştan sakat bir olgu olmasından kaynaklanıyordu. 1920’lerin kurucu ideolojisinin ‘dini devletleştirmeyi ‘ ve dini devlet ideolojisi etrafında tanımlama çabalarının damga vurduğu laiklik kurumu, sonraki sürecin doğumdan kaynaklanan anomalisini ifade ediyordu. Bu doğum anomalisi, daha sonraki laiklik kurumunu koruma çabalarını da hem içerik olarak, hem de dayandığı güçler açısından sorunlu kıldı. Ordu rejimin teminatı olarak laikliğin de hamiliğini üstlendi. Öte yandan bu devletçi anomali laiklik karşıtı güçlerin kitlesel zeminini süreç içinde giderek genişletmesinin de kolaylaştırıcısı oldu. Sonuç olarak laiklik için mücadele ya da laikliği koruma çabaları bir türlü kitleselleşemedi ya da seçkin ya da seçkinci çevrelerin sorunu gibi algılanmasına yol açtı.
Bu bir çeşit ‘devlet dini’ etrafında şekillendirilen laiklik kurumunun; geniş halk kitleleri nezdinde sağlam bir zemin yaratamamış ve yaratmasının da mümkün olmadığı koşullarda, bir çok temel varoluşsal problemleri ile birlikte ordunun da güçten düşmesi nedeniyle etkisizleştirilmesi-tasfiyesi pek de zor olmadı. Zaten kimi muhalif entelijansiya içinde de giderek bu doğum anomalisinden kaynaklanan sorunlar, sorgulanmaya başlamıştı. Nitekim bu süreçte laiklik karşıtı çevrelerin mücadelelerini bir ‘özgürlükler sorunu’ alanına taşımaları karşısında bir direnç oluşturulamadı. Bu vasatta, maalesef hala toplumsal yaşamın bütün alanlarının dinsel kodlarla düzenlenmesi-restorasyonu- girişimleri bir özgürlük mücadelesi olarak takdim edilebiliyor ve daha da önemlisi hala bir kısım aydınlar süreci kendilerine dayatılan  bu alanda tartışıyor ya da tarifliyorlar.
Oysa uzunca bir süredir hükümet eliyle yürütülen uygulamalar ve düzenlemelerle yoğun bir ideolojik hegemonya toplumsal dokunun bütün hücrelerine yönelik bir kuşatma halinde sürdürülüyor. İdeolojik hegemonyanın temel referansı islamın sünni versiyonu. Bu ideolojik yayılma son derece incelikli bir şekilde adım adım yeni kurumlar yaratılarak, eskileri yaygınlaştırılarak, dinsel ritüeller abartılı bir şekilde canlandırılarak, iletişim jargonu tepeden aşağı dinselleştirilerek, toplumun bütün kesimlerine, özellikle gençlere ve giderek çocuklara yönelerek egemen kılınmaya çalışılıyor. 'Kindar ve dindar nesiller yetiştirme' hedefi uzun vadeli bir perspektifle ve vites büyütülerek sürdürülüyor. Bu sürecin en çok acı çeken ve mağdur kesimlerinin her kuşaktan kadınlar ve kadınlık bilinci olduğu çok açık. Nitekim öncelikle ve yoğunluklu olarak onlar ‘tehlikenin’ farkında. ‘Tehlike’ ifadesi abartılı bulunabilir. Bu satırların yazarı hiçbir abartma olmadığını düşünüyor. Bunun için sadece ülke içindeki gelişmeleri izlemek, dökümünü yapmakla yetinmemek gerekiyor. Hemen çevre ülkelerde, bölgede olan bitene bakmak gerek. Asıl tehlike ise dini güçlerin ve ideolojinin uluslararası alanda yaygınlık kazanmasından çok sisteme yönelik muhalefetin-silahlı, silahsız- bu dini ideolojik referansları temel alan güçlerce sürdürülüyor olması ya da bu izlenimin yaygınlaşması. Nitekim çok farklı ülkelerde gençler arasında çok geniş yankı yaratabilmesi ve destek bulabilmesi bu ‘muhalif’ görünebilmeyi başarmış olabilmesi dolayısıyladır.
Hükümet eliyle yürütülen bu ideolojik hegemonyanın amacı, sorgulamayan, biat etmeyi içselleştirmiş kör ve sağır bir toplum yaratmak. Bu ideolojik hegemonya çabalarının önce durdurulması ve adım adım geriletilmesi gerekiyor.
Bu islamın bir versiyonunu temel alan ideolojik hegemonya taarruzuna; kurumlarına, argümanlarına, araçlarına, söylemlerine, tüzüklerine, yönetmeliklerine yönelik ciddi bir zihin açıklığı ve mücadele programı gerekiyor.
Eski tarz-genel kurmay komutasında sürdürülen içi boş- 'laiklik için mücadeleden' söz etmiyorum. Ya da 'aydınlanmacı damar' adı altında Kemalizmi temel alan ve bir 'laikperver' mücadeleden. Bu referanslarla sürdürülen laiklik mücadelesinin Kemal Gürüzler'den, Kemal Alemdaroğullarından, Çevik Birler'den, 28 Şubatlardan geçerek aslında AKP'nin değirmenine su taşıdığı açık.
Benim söylemek istediğim daha kapsamlı, bir özgürlükleri temel alan bir toplumsal proje ile  toplumsal ilişkileri kuşatmaya yönelik olarak dinsel ideolojinin karşısına dikilmek. Tabii ki toplumsal muhalefet güçlerinin ‘laiklik için toplumsal programı’ oluştururken özgürlükleri temel alması gerektiğine, bir din karşıtlığının ağına düşmemeye, geçmişten bu konuda devralınacak çok fazla olumlu bir gelenek olmadığını bilmeye ihtiyacı var.
Laiklik-kelimenin içerdiği geçmişten kaynaklı bütün olumsuz hatırlatmalara rağmen- için mücadelenin  toplumsal muhalefetin önemli gündem maddelerinden biri olduğunu artık farketmek gerekiyor.

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...