12 Ocak 2016 Salı

‘Liberal aydınların bitmeyen sınavı!

10.01.2016

Geriye dönüp baktığımızda bir gerçeği olanca netliğiyle görürüz. Bugün bir karabasan gibi ülkenin üzerine  çökmüş olan Akp iktidarının gelişip güçlenmesinde ve kök salmasında sağdan sola liberal aydınlarımızın desteğinin tayin edici olmasa bile önemli rolerinin olduğu çok açık. Siyasi gelişmeleri nispeten yakından takip eden herhangi birileri bu aydınlarımızı isimlendirmekte de hiç sıkıntı çekmeyecektir.  Bir tür incir yaprağı işlevi gördüler, AKP'nin yarattığı illüzyona. Demokratik söylemler, askeri vesayete karşı dillendirilen politikalar ve daha da önemlisi 'AB'ye girdik giriyoruz' masalları bu aydınların temel motivasyonlarıydı. Ve sonraki yıllarda da 'çözüm' süreci.

Muhalif kamuoyu ve kitleler bir yandan 'ulusalcı sol' tarafından artık temellerinden çürümüş 'eski rejimi' yeniden ihya etmek motivasyonuyla darbeci paşaların ve kıdemli merkez sağ politikacıların peşine takılmaya çalışılırken-cumhuriyet mitinglerini hatırlayınız-; diğer yandan liberal aydınlar AKP  illüzyonuna destek vererek, sağlıklı bir muhalefetin gelişmesinin önüne bir karartmayla çıktılar. Askeri dönemlerin korkunç baskılarının, merkez sağ iktidarların zorbalıklarının yarattığı bitimsiz yıkımlardan çok çekmiş sol muhalif kitleler bu 'karatmanın' etkisine maruz kaldılar.

Bu anlamda örsle çekiç arasında kalan muhalefet, 2013 yılına kadar, belini doğrultamadı. Bu sürecin nirengi noktası olarak anayasa referandumunu hatırlamakta yarar var. Liberal aydınların ve ha keza bir kısım sosyalistin de destek verdiği  'yetmez ama evet' tutumuyla, % 68'lik evet oyuna ulaşan anayasa referandumu AKP oligarşisinin iktidarının kökleşmesindeki önemli adımlardan biridir.
Sağ liberallerin önemli isimleri AKP iktidarının daha ilk yıllarında iktidarın çekim alanından kurtulmayı becerdiler ve fakat siyaset dünyasının etkisiz elemanları haline geldiler.

Hasan Cemal, Murat Belge, Cengiz Çandar.vb -bir çok ismin-liberal ağır topların farkındalıklarının netleşmesi için, maalesef 'Gezi'nin imdada yetişmesi gerekti. Türkiye tarihinin unutulmaz kitlesel hareketi olarak olanca görkemiyle ve özgünlüğüyle 'gezi', iktidarın çekim alanındaki kimi aydınlarımız da bir flaş ışığı gibi bir aydınlanma yarattı desek abartmış olmayız. Gezi ve hemen arkasından ortalığa saçılan akıllara durgunluk verecek boyuttaki yolsuzluk iddiaları, yukarıdaki isimlerin başı çektiği aydınlarda bir çeşit iktidardan özgürleşme etkisi yaratırken; diğer yandan  bir kısım aydında da-Taraf'tan ayrılan Yıldıray Oğur, Melih Altınok..vb isimlerde, Etyen Mahcupyan ve akabinde Halil Berktay, Oral Çalışlar ve Gülay Göktürk'te- iktidarla bütünleşme, özdeşleşme süreçlerini hızlandırdı.

Gezi'ye yönelik dizginsiz saldırıların, dillere düşen yolsuzlukların 'makul' izahatlarının bile peşine düşmekte beis görmeyen bu zihniyet dünyasının artık kabul edemeyeceği , herhangi bir mazeretle ya da zihinsel çalımla aklayamayacağı bir şey kalmamış gibi görünüyordu.  Ama kazın ayağı öyle değildi, süreç arızasız gelişmiyordu. Nitekim IŞİD, 'iç güvenlik yasa tasarısı', 'HDP'ye yönelik akıllara seza  hukuk dışı'saldırılara karşı alınacak tutumlara ilişkin sınavlar kapıda bekliyordu. Bu sınavlarda 'yarım ağız' eleştirel tutumlarla atlatıldı. İyi de bu iktidar da dur durak bilmiyor, çözüm masasını tekmeliyor, Kürt il ve ilçelerine yönelik insansızlaştırma ve imha politikalarını yürülüğe koyuyordu. Aslında bu tür sınavları da en az zararla atlatabilmek için mazeret bulmakta ya da üretmekte pek sıkıntı çekilmeyecek gibi görünüyor. Öyle ya 'adam hendeği kazmış, silahı eline almış, devlet ne yapsın'dı?

Ancak iş bununla da bitmiyor! Oligarşi tam, kesin, mutlak ve su geçirmez bir biat arayışı içinde. Ya bizdensin ya onlardan kesinliği içinde bir duruş bekliyor, aydınlarımızdan. Tetikçiler hazır, tam kadro, bu bazen 'küçük' oluyor, bazen 'kahraman bulut'. Nitekim şimdi topun ağzında Etyen Mahcupyan. Kendisi 'sızdırılmış ajan' ilan edildi, bile. Bu duruma G. Göktürk çok sinirlendi. Ve bir yazı döşendi, 'en iyi mal-bu iyi mal kim ya da kimlerse- bile kötü pazarlamacının-herhalde kahraman bulut- elinde beş para etmez' mealinde.

Bunlar bir gün sıranın kaçınılmaz olarak kendilerine de geleceğinin farkında değiller(mi). İktidarla yatan şaşı kalkıyor, maalesef. Bu genel kural. Kendilerine dayatılan çok net; ya C. Barlas, Kurtuluş Tayiz, Orhan Miroğlu..vb-aslına bakarsan onlar da bir gün hedef tahtasına konulmayacaklar demek değil- olacaksın ya da  en köklü kopuşu gerçekleştirip iktidardan tamamen özgürleşeceksin. Karanlık otoriter rejimlerde tehdit altında olmayan sadece ve sadece reistir, büyük biraderdir. Ve sen onun yanında isen hiçbir zaman güven içinde değilsindir. Çünkü örnek alınabilecek bir prototip yoktur ya da bu tip büyük biraderin işaret parmağının ucundadır, o da bugün burayı yarın başka bir yönü gösterebilir. Şimdi ki sınav bu. Çıkarın kağıt kalemleri.

Ey CHP, sen tehlikenin farkında mısın?

28.12.2015
Allahaşkına bu parti ne yapar, ne işe yarar, biri bana anlatır mı? Hemen birileri atlayıp 'kardeşim sen CHP'den ne bekliyordun ki'? 'O bir devlet partisi, tabii ki her kritik süreçte devlet aklının ve operasyonlarının yanında yer alacak' diyecektir. İşin acıklı tarafı-tabii ki benim için- haklı da olacaklardır.
İyi de bu tahlil beni kesmiyor, beni yatıştırmıyor. Öfkem burnumda. Biri ya da birileri bu partiye 'devletini boş ver, şu güzelim ülke dipsiz bir uçurumun kenarında'yı anlatamayacak mı?
Bakar mısınız, şu kabız partiye nelerle uğraşıyor? 'Köy göçüyor deli kız kulak deldiriyor misali'. Efendim çok kıymetli raporlar hazırlamışlarmış 99'dan beri, Kürt meselesine ilişkin... 'Sen o raporlarını al başına çal' diyesiniz gelmiyor mu içinizden?
'Efendim hendekler de kabul edilemezmiş, AKP teröristlerle görüştüğü için ve onlara göz yumduğu için suçluymuş. 'Efendim devlet terörö karşısında tavizsiz olmalıymış.vb'.
'Bu kadar kör bu kadar kısır bir önderlik ve onun partisi' olur şey değil gibi gelmiyor mu, size de. Hey CHP, AKP iktidarı bu memleketi bir kan deryası içine yuvarlamaya ahdetmiş, bu tehlikeli gidişi nasıl göremezsin? Memleketinin 1/4'ü 'Gazze'ye' çevrilmiş, evleri vatandaşlarının başına tanklarla ve havan toplarıyla yıkılıyor, görmüyor musun, görmezlikten mi geliyorsun? Binlerce insan çaresiz ve bilinçli olarak göçe zorlanıyor, daha ne olmalı?
Hangi gerekçe, 3-5 aylık bebelerin, 80 yaşındaki dedelerin, hamilelerin, ev kadınlarının, çocukların öldürülmesinin, evlerin yıkılmasının mazereti olabilir? Şu etkisiz hale getirildiği söylenen 148 terörist mi-hadi diyelim geri de bir o kadar daha var-? Hangi gerekçe ölü bedenlerin devletin araçlarının arkasından sürüklenmesinin, kim olursa olsun ölü kadınların cesetlerinin çırılçıplak şehir meydanlarında teşhir edilmesinin mazereti olabilir? Daha kaç Dilek Doğan ölmeli, daha kaç insan canlı bombalarla havaya uçurulmalı?
Hangi gerekçe, C. Dündar, Erdem Gül ve 34 gazetecinin içeride olmasının izahı olabilir?
Toplumun bütün nefes borularının tek tek ve azimle, bilinçle yok edildiğini görmüyor musun? Cumhuriyetin kazanımları da dahil olmak üzere bütün ilerici ve demokrat kurumların, insanlığın bütün olumlu müktesebatının hedefte olduğunu göremiyor musun? Havanın oksijeninin süratle bu iktidar tarafından emildiğini görmüyor musun?
Senin 'yeter' demen için Kadıköy'e ve Beşiktaş'a tanklarla ve havan toplarıyla girmeleri mi, gerekiyor? Giremeyeceklerini mi sanıyorsun? Fena halde aymazlık içerisindesin.
Eski kalyonlarda gemi güvertesindeki topların bir veya bir kaçının zıvanasından bir şekilde kurtulması gemiyi batırmaya yol açacak büyük bir tehlike oluştururmuş. Önüne geleni ezer, yıkar ve gemiyi batırırmış, zıvanasından kurtulan top.. Bu iktidarın zıvanasından kurtulan bir top olduğunun farkında değil misin?
'HDP'yle uğraşıyorlar, bir bakıma da benim için iyi oluyor', diye mi içinden geçiriyorsun? Sen su katılmamış aymazsın. Bunu gün gelip senin hakkında da davalar ve soruşturmalar açıldığında anlayacaksın-yeterince güçlendiklerini gördüklerinde bundan da çekinmeyeceklerdir-, ama korkarım iş işten geçmiş olacak.
Senin kurmayların ne iş yapar? Çok değil, sadece, Erdoğan'ın M. Akif Ersoy'u anma gecesinde ya da Necip Fazıl ödülleri töreninde yaptığı konuşmaları dinlemiş olsalar kırk defa alarm butonuna basmış olmaları gerekirdi. Uyuyorlar mı? Son derece net bir şekilde, hiçbir tartışmaya izin vermeyecek kadar açıklıkla tam ve kesin bir iktidar tekeli arzuladıklarını en yetkili ağızdan bir kez daha-ilk kez değil- ideoljik boyutlarıyla belirttiler.
Ya gün gelip benliğinden, prensiplerinden, onurundan vazgeçip tam ve kesin biat edeceksin ve dolayısıyla kendini inkar edeceksin ya da etkili ve kararlı bir muhalif çizgiyle ezilenlerle, bu iktidarın mağdurlarıyla, devrimci demokratlarla, özetle Kürdüyle Türküyle halkla amasız, ikirciksiz birleşeceksin!
Sen hala 'devletim de devletim' diye kukumav kuşları gibi düşün dur! Sen hala meselenin teröre karşı mücadele ile hendekle mendekle ilgisinin olmadığını ne zaman anlayacaksın?
Cengizhan Güngör

Not: Bu çığlığımın hedefinin sadece ve sadece CHP ve onun çizgisi olduğunu, içindeki son derece kıymetli demokratlarla bir ilgisi olmadığını söylemem gerekir mi, bilmiyorum.

Ahmet Hakan'a Tahir Elçi anısına açık mektup…


04.12.2015
Tahir Elçi öldürüldükten sonra bu konudaki düşüncelerimi sizle paylaşmayı geciktirdim.  Vahşi cinayetin sıcaklığında sizin hakkınızda-sanki cinayete siz sebep olmuşsunuz  gibi- hepten yanlış anlaşılabilecek şeyler yazmak istemedim. Artık yazmalıyım diye düşünüyorum ve yazıyorum.
Öldürülmeden çok kısa bir süre önce  Tahir Elçi sizin programınıza çıkmış ve o programda 'PKK'nın terör örgütü olmadığını' söylemişti. Daha önce de çok farklı çevrelerden bir çok köşe yazarı ve siyasinin de-ben size bir çırpıda bir çok isim sayabilirim- dile getirdiği bu görüş, başta MHP'li konuşmacı olmak üzere tepki ve infialle karşılanmıştı. Tepkiler o programla da sınırlı kalmamış, T. Elçi hedef haline getirilmiş ve hakkında 7,5 yıl hapis cezası istemiyle dava açılmıştı.
Siz o programdaki yoğun saldırı karşısında 'Tahir Elçi'nin düşüncelerini ifade hürriyetini kullanma' hakkını savunmamış, 'nihayetinde Elçi'nin bir siyasal-sosyal bir analiz yaptığını' dile getirme ihtiyacı duymamıştınız.  Tam tersine 'ama kardeşim, ABD'nin terör örgütü listesinde de var' diyerek açıkladığınız görüşlerle ateşin üzerine benzin dökmüştünüz. T. Elçi o yoğun saldırılar karşısında konuya ilişkin görüşlerini izah etme fırsatı bulamamış ve konu kapatılmıştı. Siz bir taraftan ifade özgürlüğü konusunda doğru bir tavır almamış, diğer yandan da o sözlerin izah edilememesinin ne gibi gelişmelere neden olabileceğini öngöremeyerek 'başka bir konuya geçmeyi' uygun bulmuştunuz.   T. Elçi'yi tanımıyor olamazdınız. T. Elçi'nin şiddeti ya da 'terörü' kutsayacak bir kişilik olmadığını bilmiyor olamazdınız. Nitekim bu konudaki görüşlerinizi cinayetten hemen sonra yazdığınız 'Aslan gibi adam T: Elçi' başlıklı yazınızda okuduk. Ve böylece T. Elçi'nin sözleri günlerce tartışılarak sonu cinayete varacak bir sürecin fitili ateşlenmiş oldu.
Kanalınız ve kanalınızın patronu siyasi iktidarın çok yoğun baskılarına maruz kalmış olabilir. Bu yoğun baskıların programınızda kendi özgürlüğünüzü ciddi bir biçimde sınırladığı da vakidir. Ha keza vücut bütünlüğünüze yönelik saldırılara muhatap olduğunuzu da biliyoruz. Ancak, demokrasiden, ifade özgürlüğünden samimiyetle yanaysanız verilebilecek tavizlerin bir sınırı olması gerekmez miydi?
Siz her halükarda programınızın devamının daha önemli olduğunu, bu bakımdan, program anlayışınızda kendinizce 'zararsız' esnemelere gidebileceğinizi düşünüyor olabilirsiniz. Bu bir tercih. Ancak saygı duyulabilir. Öte yandan biliyoruz ki birçok ünlü gazeteci ve televizyoncu tercihlerini başka yönde kullandılar. Bir çoğu hapiste ya da işsiz. Bu da bir tercih. Eğer naçizane bana sorarsanız, bugün maruz kalınan faşizan uygulamalar karşısında doğru tercih de bu ikincisi. Tabii ki, hapse girmeyi ya da işsiz kalmayı kastetmiyorum. Kastım demokrasi ve ifade özgürlüğü konusunda ne pahasına olursa olsun tavizsiz bir tutum almak gerektiğidir. Kaldı ki, sizin gibi her gün kamuoyuna ulaşma imkanına sahip kişiliklerin biz  okuyucu-seyircilerden daha sorumlu davranmasını beklemek hakkımız değil midir?
Şiddetin özellikle iktidar tarafından hızla tırmandırıldığı koşullarda-kitlesel katliamlar, ilçelerin günlerce muhasara altında tutulması-, iç-dış düşmanlar motifleriyle desteklenerek oluşturulan devlet dilinin nasıl toplumun, kamuoyunun ve aydınların dilini etkilediğini biliyoruz. Bu gelişmenin sizin şahsınızı da ve bu çerçevede programınızı da etkiliyor olmasını beklemiyordum.  7 Haziran'da sonra iktidarın gizli açık kuvvetlerinin başat tarafını oluşturduğu şiddetin tırmanışının ve yeni konseptte oluşturulan devlet dilinin programınızı etkilemesi gerekmezdi. Nitekim programlarınızda, 7 Hazirandan sonra, zaten seyrek olarak boy gösteren HDP'li konuşmacılar,  bir türlü 'PKK'ya karşı mısın, değil misin, PKK terör örgütümüdür değil midir?' baraj sorularını geçemeyerek dertlerini anlatabilme fırsatı da bulamadılar.
Benim açımdan soru şudur; 'son altı ay içerisindeki ekranlara yansıyan duruşunuzla daha önceki A. Hakan duruşu arasında benim gözlemlediğim fark bir yanılsama mıdır? Başka bir deyimle Bende oluşan hayal kırıklığı, gerçeğe uygun olmayan bir A. Hakan imajına sahip olmamdan mı, kaynaklanmıştır.'
Saygılarımla.
Cengizhan Güngör


'Kirli' savaş ve sol!


POLİTİKA
13.11.2015
Deniyor ki; 'AKP ile HDP/PKK arasında süregelen bu kirli savaşta solcular taraf olmamalı'.
Belki de bir devlet katliamına dönüşmüş savaş karşısında geniş sol kesimlerin en azından ortak nefreti ortadayken bu 'orijinal' fikrin üzerinde durmak yersiz gibi görünebilir. Ancak bu fikrin çağrıştırdıklarıyla birlikte birkaç noktaya değinmeden edemedim.
-El çabukluğu ile HDP ile PKK arasına eşit işareti çekerek konuşmak; bir yandan Erdoğan Oligarşisinin devlet söylemini, MHP söylemini, diğer yandan Vatan Partisi-SÖZCÜ gazetesi söylemini hatırlatmasını bir kenara koyalım. Ve sadece bu söylemin asıl hedefinin HDP olduğu gerçeğinin altını çizerek geçelim.
-Aslına bakarsanız devlet aklının temelde ve esas olarak PKK ile pek bir derdi olmadı. Onlarla savaşarak süreci düşük yoğunluklu bir savaş düzeyinde tutabileceklerini ve ezebileceğini hesap ediyordu.. Ne var ki, 9O'ların başından itibaren silahsız Kürt oluşumunun Parlamentoya ve demokratik kurumlara tutunma çabası içine girmesi devlet aklının nevrini döndürdü. HEP, DEP(milletvekilleri 10 yıl hapis yattılar), HADEP, DEHAP, DTP, BDP..gibi parlamenter mücadeleye odaklanmış kurumlar topyekün saldırılara maruz kaldılar.Hemen hepsi kapatıldı, yöneticileri hapis cezalarına çarptırıldılar, faili meçhullere kurban gittiler.
-Silahsız-siyasi kurumların bu ölçüde hedef alınmasının nedeni çok basit aslında. Bu oluşumlar Türkiye'nin batısına açılan köprülerdi. Ve devlet aklının bundan ödü koptu. Her şeye rağmen parlamenter mücadeleye tutunma çabaları ve taleplerinin Türkiye sathında giderek genişleyen halkalar halinde yankı bulması  esas korkulacak noktaydı onlar için. Ve dikkat ediniz barışçıl çabalar içindeki kurumlar, aydınlar ve daha da çok batıdan uzanan destek elleri acımasız bir baskının hedefi oldular, yıllardır.
-HDP bu açıdan bir zirve, tabii ki. Yukarıda saydığım oluşumların kıramadığı çemberi HDP kırmayı becerdi. Ve %10 barajını aşarak parlamentoya girdi. İlk defa Türkiye'nin geniş sathında bir sempati halesi yaratmayı ve en azından 'yahu bu adamlar-kadınlar da çok da kötü olmayabilirler' algısı uyandırmayı becerdi.
-Film nerede koptu biliyor musunuz? Aslında onlar uzun ve kıyasıya mücadeleler karşısında ortaya çıkan ve 20-30 kişilik muhalif milletvekilleri grubuna razı olmuş gibiydiler yada öyle görünüyorlardı. Bu anlamda bir takım talepleri de karşılamakta-TV yayını- gibi bir beis görmediler. Ne zaman ki HDP hedef büyüttü-yani parti olarak seçimlere girmeyi ve barajı zorlamayı- kararlaştırdı, pandomim koptu. Artık bu kadarı da fazlaydı. Bu duruma katlanılamazdı. Hele bir de 'seni başkan yaptırrmayacağız' şiarı benimsendi ve doğusuyla batısıyla geniş kesimler arasında yankı buldu; artık bu gidişata dur denilmeliydi. Düğmeye basıldı.
-Haziran seçimlerine giderken HDP'nin 400'ü aşkın saldırıya uğraması, Mersin ve Adana'daki bombalama teşebbüsleri ucuz atlatılırken, seçimlerden iki gün önce Diyarbakır mitinginde patlayan bomba bu basılan 'düğmenin' pratik yansımaları olarak tarihe kazındı. Güvenlik güçlerinin sessiz kaldığı, izlemekle yetindiği ve bindirilmiş kıtalar tarafından gerçekleştirilen bu saldırılara, iktidar sahiplerinin koro halinde PKK ve HDP'yi terörist göstermeye çalışan  kara propagandaları eşlik etti.
-Aslında bu süreç devam ediyor. 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra HDP'ye yönelik kara propaganda yoğunlaştırılırken, nispeten tarafsız olan medya da paralize edilip susturulurken Kürt il ve ilçelerine yönelik sokağa çıkma yasakları altında yoğun saldırılar başlatıldı. Hedef aslında ezici bir oy çoğunluğuyla tercihini HDP'den yana kullanan ilçeler ve mahalleler idi. Türkiye'nin metropollerinde de HDP'li avına çıkıldı, gözaltılar ve tutuklamalarla. Kitlesel katliamlara neden olan canlı bombaların önü açıldı. Korkunç bir korku iklimi oluşturuldu.
Neden Ankara, Neden Suruç? Bu sorunun cevabı bizi gerçeğe ulaştırır. Aslında canlı bombalar HDP'yi ya da Kürtleri hedef almıyordu. Onların hedefi, en geniş anlamda Türkiye muhalefetinin HDP'ye yönelik dayanışma çabaları ve bu dayanışmanın taşıyıcısı eylemcilerdi.

HDP bütün Türkiye'ye açılan bir gönül kapısı, barış eli ve köprüsü olarak iktidar sahiplerinin yüreğine korku salmaya devam ediyor. Her şeye rağmen!

Milliyim, millisin, milli…

30.09.2015
Bu memleketin siyasi tarihi ve hatta sosyo-ekonomik tarihi, hasımlarını-siyasi ya da değil- milli olmamakla, dışgüçlerin ajanı ve piyonu olmakla bezenmiş suçlamaların tarihi gibidir. Tarihin geç kalmış uluslaşma süreçlerinden biri olan TC Devleti bir ulus olma sürecini hala içselleştirememiş olmanın sıkıntılarını yaşıyor.  Bu nedenle devlet ideolojisinin temel retoriği sindirilememiş, özgüven yoksunu, hamasete dayanan bir ayrıştırıcı milliyetçilik ve bayrak fetişizmidir.
23 sonrası ve bir süre için anlaşılabilir olan ve bir küllerinden yeniden doğma ve imparatorluktan bir ulus yaratma sürecine tekabül eden dönem için makul görülebilecek milliyetçilik ve bayrak fetişizminin artık yapışkan, sinik, gündelik bir hale dönüşerek, en küçük muhalefeti ezmek için bir araç haline getirilmesi son yılların en tipik, bir o kadar da tehlikeli özelliği olmaktadır.
İnsanlık tarihi ve benzer uluslaşma süreçleriyle kıyaslandığında çok 'sıcak' olan 90 yıllık bu geçmiş, 'ötekine'-İşçiye, emekçiye, gençlere, Rumlara, Yahudilere, Ermenilere, Kürtlere.vb-  karşı kitlesel katliamlarla ve büyük göç hareketlerine neden olmuş olmakla belirlendiği için 'yara' tazedir. 'Yaraların' tazeliği ve geçmişle yüzleşilmesine şiddetle direnen devlet aklı, arkaik bir milliyetçiliği bir tür hazımsızlık örneği olarak kanırttıkça kanırtmaktadır.
Üstelik bu milliyetçilik kanırtması, sadece yüzleşilememiş fakat geçmişte kalmış olayların varlığında değil, halen bu topraklar da yaşanan ve kitlesel bir hal almış bir başka uluslaşma sürecinin iç savaş koşullarına evrilme ihtimali taşımakta olduğu  dönemde yapılmaktadır. Ve bu nedenle de ölümcül bir tehlike arzetmektedir.
90 küsur yıldır ve halen siyasetin temel polemiğinin 'milli-gayrı milli; vatansever-vatan hainliği' kavramları etrafında yürütülmesi, devlet aklının her muhalefeti bu hamasetle bastırmayı alışkanlık haline getirmiş olması, daha da ötesinde savaş koşullarında bu retoriğin kitlesel mobilizasyonlar da kullanışlı(!) olması ve böylece mahalleleşmesi, sıradanlaşması bu büyük tehlikenin karakteristiği olmaktadır.
Bu anlamda devlet aklı öylesi bir irrasyonaliteye ulaşmıştır ki, bu hamasi, ayrıştırıcı ve fetişist milliyetçilik 'seferberliği'nin bizzat kendisi 'dış güçlerin' oyunları için en elverişli iklimi oluşturmaktadır.
SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİK
Milliyetçiliğin ne ulusal planda ne de uluslar arası muhalefet alanında 'iyiye' tekabül eden ve hatta ezen-ezilen sınıflar anlamında hiçbir karşılığı yoktur. Vahşi neokapitalist-emperyalist yayılmacılığın dünya coğrafyasının tamamına ve bütün toplumların dokularına nüfuz ettiği koşullarda, sosyalist solun bir kesimine sirayet etmiş olması da anakroniktir.
Bu durumun hiç de yeni olmadığını 60-70'li yılların solunun Kemalizmden devralınmış kuvvetli bir milliyetçi damara sahip olduğunu hatırlatacaklar olacaktır. Bu damar emperyalizmi esas olarak 'dışsal' ve 'yabancı' bir olgu olarak kavrıyordu. Bu 30 kırk yıl öncesinin naif milliyetçiliğini günümüze taşımak çabası pratik örneklerinde olduğu gibi son derece tehlikeli savrulmalara yolaçmaktadır ve bu çizgide ne kadar ısrar edilirse o kadar tehlike artmaktadır. Artık ne kapitalist emperyalist sistem bir ülkenin 'milli' damgasını taşımaktadır, ne de bu güçlerin altedilmesi yerel ya da milli ölçeklerde olma şansına sahiptir.Ne küreselleşmiş kapitalizm 'millidir' ne de muhalif, sistem karşıtı güçler 'milli' olmak durumundadır. Her zamankinden daha fazla bütün ülkelerin muhalefeti karşılıklı bağımlılık halindedir. Küresel sistemin temel dayanaklarının zaten olduğu gibi.  Sosyalizm iddiası ve küresel muhalefetin bütün varyantları  evrensel ölçekte milliyetçilik kavramını literatürden çıkarmıştır. Türkiye sosyalizmi de öyle yapmak zorundadır.
Milliyetçilik ideolojisi artık günümüzde kapitalist emperyalist küresel saldırı için bir mobilizasyon enstrümanı haline gelmiştir. Saldırı küreseldir, enternasyonaldir ve direniş de küresel ve enternasyonalist olmak zorundadır. BakınızYunanistan halkının birkaç aydır yaşadıkları.

Cengizhan Güngör

Demirtaş ve Ahmet Hakan'ın anlamadığı!


A.Hakan Demirtaş'ı cesur olmaya davet ederek, onun 'dağa dönmesini', yumruğunu sıkarak ve hatta köprüleri atmayı göze alarak haykırmasını istiyor:
"....
-"Akıttığınız kanda boğulacaksınız".
-"Kan akıtarak benim hakkımı savunamazsınız"
-"Ben siyasetle çözeceğim, bana bırak bu işi"
-"Bildiğiniz tek şey öldürmek mi?".
-"Yaptığınız her katliamla insanlıktan çıkıyorsunuz".
-"Ne kadar da meraklıymışsınız öldürmeye"
-"Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz"
-"Bir damla daha kan dökerseniz karşınızda bizi bulursunuz"
-"Size polis, asker öldürtmeyeceğiz"
-"Size kafaya kurşun sıktırtmayacağız"
-"Size kan döktürmeyeceğiz"
A.Hakan gibi siyaseti okumayı bilen, siyasi temsiliyetlerin  karakterlerini iyi bilen birinin ve iyi bir gazetecinin klavyesinden bu sözcüklerin dökülmesi bir çok kişi için şaşırtıcı oldu. Hakan'ın çeşitli kritik aşamalarda gösterdiği cesur ve kararlı tutumları bilmesek; o da iktidarın ve yancı kuruluşların yaygın psikolojik terör bombardımanının etkisinde kaldı, deyip geçebilirdik. Ya da mensup olduğu grup 'ayağını denk al, ileri gittin' dedi, diye düşünebilirdik. Ya da mesele 'terör' olunca ya da terör gibi yansıtılır ve fırtına koparılınca herkes gibi o da hizaya girdi, diyebilirdik. Ama A. Hakan böyle biri değil. Dolayısıyla bir anlamlandırma çabasını fazlasıyla hak ediyor.
-Bir kere Hakan'ın HDP'nin mental olarak ya da fiilen terör, şiddet ve silahla hiçbir ilişkisinin olmadığını en iyi bilenlerden biri olması gerekirdi.  En azından kendi röportajlarından ya da tartışma programlarında ya da başka platformlarda HDP'nin yetkili ağızlarından defalarca yapılan 'bıktırıcı' açıklamalardan. Oysa bu mektupta yaptığı çağrıyla Hakan HDP'nin 'şiddetle ya da şiddeti esas alan örgütlerle' şiddet temelli bir organik bağ içerisinde bulunduğu iddialarına hak verdiği izlenimi bırakıyor.
-Ayrıca A. Hakan gibi bir gazetecinin,  HDP'nin bir silahlı örgüt olarak PKK ile ilişkisinin özgünlüğünü ve farklılığını en iyi analiz edecek kişi olması beklenirdi. Bu konuda da tereddüt uyandırıyor, yukarıdaki satırlarıyla. PKK, siz beğenin beğenmeyin, binlerce silahlı üyesi olan ve bölgesel çapta milyonlarca sempatizanı olan bir örgüt. Vatandaşlarımız arasında da son derece anlamlı bir nüfus yoğunluğu bu örgüte ve onun hapisteki liderine önder ya da-en azından- saygın kişi, sözüne kulak verilmesi gereken kişi olarak bakıyor. Ve bu örgüt Kürt sorununun çözümünü varlık nedeni olarak belirleyen bir yapılanma. Nitekim devlet de bu örgütün hapisteki liderini muhatap alıyor. Ha keza HDP'nin ağırlıklı bileşeni olan Kürt siyasi hareketi de aynı zamanda Kürt sorununun çözümü için çaba harcayan kitlesel-yasal bir siyasi hareket. Bu yüzüyle HDP, PKK ile aynı siyaset coğrafyasında mücadele ediyor. PKK beğenmediğimiz ve tasvip etmeyeceğimiz yöntemlerle de olsa bu devasa ve çok önemli sorunu Türkiye'nin gündemine taşımış bulunuyor. Birkaç yıldır devam edegelen 'çözüm süreci' de bu durumun en bariz göstergesi değil midir? İnişli çıkışlı bir süreç içinde de olsa, hatta bugün akamete uğramış görünse de silahların devre dışı bırakılması amacı taşıyan bu barışçı çözüm arayışlarının bir ürünü değil midir, HDP?  HDP en temel söyleminin 'silahların susması ve cenazelerin son bulması' olduğu neden görülmek istenmez? HDP'nin Türkiye'nin bu tayin edici sorunun aşılmasında silahsız bir çözümün garantisi olduğu neden bir türlü anlaşılmak istenmez?
HDP'nin barış için bu son derece önemli misyonunun, silahlı hareketle-PKK- arasına 'mesafe' koymaktan değil, onunla 'yakınlığından' geçtiği neden kavranmak istemez? Bu 'yakınlığın' bir çeşit kolaylaştırıcı-barışa giden yolda- rol oynadığı en azından son birkaç yıl içerisinde neden görülmek istenmez. Ha keza devletin, son yıllarda, HDP'nin bu fonksiyonunu bolca kullandığı açık değil midir? Bu koşullarda HDP'den nasıl bir 'güvenlikçi devlet bürokratı' üslubu beklenebilir? Önemli olan silahlı şiddet araya mesafe koymak olduğu- silahlı şiddeti tasvip etmemesi- ki bunu her vesileyle yapıyorlar- neden yeterli görünmez?
-HDP'nin Kürt sorununun barışçı çözümü misyonunun yanına son derece kapsamlı bir demokrasi programı koyması, anlamlı bir çoğunluk olarak demokrat, sosyalist kişi ve kurumlarla birleşmesi  ve bu bileşiminin iki ay önce 6 milyonluk bir seçmen kitlesinin desteğini alarak 80 milletvekillik bir olanak sağlaması başta iktidar çevreleri olmak üzere kimi çevreleri belli ki son derece rahatsız etmişe benziyor. Bu nedenle geleneksel devlet refleksine umutsuzca yeniden sarılmış görünüyorlar. Yani soruna işaret eden ve sorunun çözümünün gereğini dile getiren bütün kişi ve kurumları 'silahlı örgütle işbirliği' içinde göstermek. Bu antika yöntemin yeniden piyasaya sürülmesi şaşırtıcı olmadığı kadar, egemenlerin çaresizliğini de gösteriyor. Şaşırtıcı olan bu 'zokayı' A. Hakan gibi bir gazetecinin de yutmuş olması.
İstenilen HDP'nin üslubunun, iktidarın ileri gelenlerinin ya da MHP'nin üslubu ile aynı dalga boyunda olması mıdır? Maksadın' HDP ile şiddet' ilişkisinin netleştirilmesi arzusu olmadığı çok açıktır. Aslında onlar da biliyor ki bu çok nettir. Tam tersine maksat, HDP'nin kendi şahsında barışı ve demokrasiyi elle tutulur hale getirmesinden duyulan korkudur. 

Cengizhan Güngör
İktidar sahipleri, savaş, ‘terör’ ve HDP!

02.08.2015
8 Haziran sabahı umuda uyanmıştık. Giderek oligarşik diktatörlüğe dönüşen 12 yıllık AKP iktidarı parlamentodaki çoğunluğunu kaybetmiş barış ve özgürlük mücadeleleri yolunda ciddi bir eşik atlanır gibi olmuştu.  Sevincimiz kursağımızda kaldı. Gerek egemenin Osmanlıdan kalma ve devletçi gelenekten beslenen  'oyun' kabiliyeti, gerekse kimi rastlantısal gelişmeler oligarşinin yeniden dizginleri ele geçirmesine fırsat verdi. Şu anda seçimler üzerinden iki aya yakın bir zaman geçti ve ülke hızla içte ve dışta hızla bir savaş ortamına sürükleniyor. Çatışmasızlık hali sona erdirildi emekçilere, demokratlara, sivil toplum örgütlerine ve Kürtlere karşı bölgesel bir savaş yeniden gündeme sokuldu. Genel kanı, giderek tırmandırılan şiddet ortamında, başka bir deyimle her bakımdan olağanüstü koşullarda bir tekrar seçim tezgahlamak ve bu koşullarda hiç olmazsa tek başına iktidar olanağını 'tekrar' ele geçirmek.
Geldiğimiz bu noktada oligarşik dikta bir oldu bitti yaratarak duruma egemen olmuş ve istikrarsızlığı körükleyerek askeri, polisi ve 'diğer' kuvvetleri harekete geçirmiş ve dikkati kendi üzerinden uzaklaştırarak her zaman kolaylaştırıcı devlet refleksi olan 'terör ve terörist' umacısını devreye sokmayı becermiştir. Demek istenmektedir ki; 'seçimlerde kullandığınız oylar bak nelere sebep oldu, yol yakınken örneğin 'tekrar' seçimde tutumunuzu değiştirin'.
Bu koşullara nasıl gelindi?
-Bir çok politik gözlemci uzunca bir zamandan beri Erdoğan oligarşisinin sandıkla ve barışçı bir şekilde iktidardan çekilme şansını artık kaybettiğini tespit ediyordu. Arkada öylesine kabarık suç dosyaları ve bunlara ilişkin kanıtlar birikmişti ki; iktidardan uzaklaşmak yüce divanı boylamak anlamına gelmek demekti. Ancak bu tespit, egemenin nelere muktedir olduğu ve gözünü kararttığında neler yapabileceği noktasında demokrasi güçlerinin hazırlıksız yakalandığını görmemize engel değil. Naif bir hazırlıksız yakalanma hali. Aslında ilginç olan şudur ki, özellikle Erdoğan ve yakın ekibi seçimlerden önce demokrasi güçlerini 'uyarmışlardı'. Çok çarpıcı iki örnek vermekle yetinelim; '400 milletvekili verin bitsin bu iş' ya da 'HDP barajı geçerse çözüm süreci biter', 'masa yok, mutabakat yok, Kürt sorunu da yok. Böyle giderse süreç biter' söylemleri. Ha keza HDP'ye yönelik 170'i aşkın saldırı. Bir kısmı şans eseri bir kısmı ise HDP yönetiminin ve Kürt hareketinin basiretli tutumu sayesinde 'ucuz' atlatılan korkunç provokasyonlar. Bunlar arasında Ağrı, Mersin ve Adana bombaları ve Diyarbakır mitingine yönelik bombalı saldırı özellikle zikredilmeli. Ve bu saldırıların neredeyse tamamının failleri yakalanmamış, yakalanan birkaç örneğin ise bir kukladan ibaret olduğu hemen ortaya çıkmıştır. Güvenlik güçleri sanki bu saldırganları korur bir tutum içerisine girmiş ve arkalarındaki güçlere ulaşma çabası içerisine hiç girmemişlerdir.
Sonuç olarak bilinç kararması ya da geçmişte acı bir çok tecrübeyle biriktirdiğimiz duyarlılıkları yitirme hali. Bu ruh halini, en tipik olarak 'MHP'nin davaya ihanet etmesi' nedenine bağlayan ya da hemen terör ve terörist söylemi karşısında devlet diline kayan ve 'hizaya' giren demokratlarda gözlemleyebiliriz
-Muhalefeti-Erdoğan oligarşisi karşıtlığından oluşan- bir blok olarak görme aymazlığı. Bu safiyane düşünce daha ilk günlerde kayaya tosladı. Seçim kampanyası sırasında MHP'nin sert muhalif söylemlerinden etkilenen geniş halk kitleleri ve demokrasi güçleri büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Oysa MHP, her zaman devletin vurucu gücü olarak ve devletin bekasını varlık sebebi olarak gören bir parti olarak geçmişine uygun yönelim içinde müesses nizamın bekçisi rolünü üstlenen Erdoğan oligarşisinin hizmetine girmişti. Erdoğan karşıtlığının bizatihi ve kendiliğinden bir demokratlığa karşılık gelmediği bir acı tecrübeyle bir daha anlaşılmış oldu. Bkz. Sözcü,VP..vb. kurumlar ve kişilikler.
-Evet oligarşik dikta heveslileri öyle görünüyor ki, 'B' planına hazırlıklıydılar. Bilmiyorum, kim aksini iddia edebilir? Öyle ki, hemen birkaç gün içinde B planının gereklerini hayata geçirmeye koyuldular. Yani 'savaş ve şiddet butonuna' bastılar. Seçim kampanyası sırasında bol bol provasını yaptıkları süreci gizli-açık bütün karanlık güçleri harekete geçirerek rutinleştirdiler. Bu kanlı pratiğin içine de her zaman maharetle yaptıkları HDP'yi-yani baş düşmanı- itibarsızlaştırma ve istikrarsızlık unsuru olarak gösterme propagandasını yerleştirdiler. Yandaş medya denilen büyük yalan makinesi bir pitbul acımasızlığı ve saldırganlığıyla HDP'nin boğazına atıldı.
-Kürt silahlı hareketi PKK'nin de bu sürece hazırlıksız yakalandığı anlaşılıyor. Seçimlerden önce çatışmasızlık halini inatla sürdüren PKK seçimlerden hemen sonra liderlerinin yaptığı çelişik açıklamalarla bocaladığını gösterdi. Tarihi bir demokratik başarıya imza atan HDP'nin ve demokratik sürecin önünü açması ve çatışmasızlık halini inatla ve her şeye rağmen devam ettirmesi beklenirken tam tersine HDP'nin ve aynı zamanda siyasetin alanını daraltıcı bir tutum içerisine girdi. Polis ve asker ölümleri oligarşinin şiddeti tırmandırma çabalarını kolaylaştırıcı bir rol oynadı. Bu tutumdan vazgeçmesi ve yeniden çatışmasızlık halini sürdürmesi- tepelerinde bomba yüklü uçaklar uçarken ve yargısız infazlara muhatap olurken ne kadar kadar zor olsa da-şart görünüyor. Hazır varlık nedenleri olan Kürt sorunu artık HDP'nin şahsında Türkiye halkına ve demokrasi güçlerine emanet edilmişken.
Oligarşinin bu kanlı planları ve hesabı tutacak mı, yaşayıp göreceğiz. Bu topyekün saldırıyı bütün ezilenler, mağdurlar,  devrimciler, sosyalistler, demokratlar, bilcümle iyi ve vicdan sahibi insanlar ve kurumlar olarak kişisel hesapları ve grup çıkarlarını bir kenara bırakarak altedebiliriz.
Şimdi değilse ne zaman?

Cengizhan Güngör
MHP neyi amaçlıyor?

03.07.2015 
1923 kurucu devlet aklının en temel özelliği, başta hristiyan-musevi azınlıklar olmak üzere bütün farklı etnik kökenli halkların Türkiye coğrafyasından ya tasfiyesi ya da asimilasyonuydu. Amaç bu coğrafyayı tamamen 'Türkleştirmek'ti. Aslında  haksızlık etmemek gerek. Bu özellik imparatorlukta 19. Yz. sonlarında uç vermiş ve 1915 Ermeni tehciriyle de en tepe noktasına noktasına varmıştı. 23'ün kurucu babaları bu politikaları devlet kuruluşunu kökleştirme ve ilerletme sürecinin temeli haline getirdiler.
Bu cümleden olarak 90 yıllık tarihin sıklıkla yaşanan olayları ya hristiyan azınlıkların ve musevilerin göç ettirilmesi ya da göçe zorlanması ile geçti. '24, '34, '46, '56, '64..vb yıllarda çeşitli bölgelerde yaşanan bir çok girişim bu süreci karakterize eder. Müslüman kökenli bir millet olarak Kürtler bir yandan asimile edilmeye çalışılırken diğer yandan kıyım ve katliamlara maruz bırakıldılar.
Her ulus devletin kuruluş süreçlerinin görünür en temel özelliği olarak anlamlandırılabilecek-haklı görmeseniz bile sosyolojik ve politik bir izah edebileceğiniz- bu süreç 20.yz'da giderek akıl dışı fikirler ve uygulamalar haline geldi,dünya coğrafyasının oldukça geniş bölgelerinde. Ve daha da önemlisi insanlığın ulaştığı 'bir arada yaşamanın yazılı temel etik ilkeleri' açısından suç haline geldi.
Ülkemizde 1990'ların sonlarına kadar devlet aklının bu temel refleksi-her türlü farklı etnik  ve inanç  gruplarına karşı- tavizsiz ve tartışmasız devam etti. 30 yıldır devam eden 'düşük yoğunluklu savaşta' Kürt silahlı hareketini etkisizleştirmeyi ve tasfiye etmeyi başaramayan devlet aklı gelgitli bir süreç olarak yaşansa da, birçok devlet kurumunda ve siyaset alanında çok yoğun tartışmalara ve bölünmelere yol açsa da başka yollar arayışına yöneldi. Bu kör topal devam eden sürecin irdelenmesi farklı bir yazının konusu olabilir.
Ancak öyle görünüyor ki, güncel politik gelişmelere de bakılırsa MHP, bu 90 yıllık temel politikayı en yalın ve çıplak hali ile hala temsil ediyor görüntüsü veriyor. 'HDP ile kesinlikle, HDP'nin desteklediğiyle hiç olmaz' şeklinde özetlenebilecek politik hattı bu devlet refleksinin en somut tezahürü saymayacağız da ne yapacağız? MHP politika üreticileri, bir şekilde-gayr-ı meşru bir şekilde de olsa- HDP'nin devre dışı kalmasından mutlu olacağa benziyorlar. Sanki geçmiş savaş yıllarını özler gibiler. Onlar, terörizm yanlısı olmakla suçladıkları HDP'nin nasıl olup da Türkiye'nin bütün bölgelerinden 6 milyonluk bir seçmen desteğine sahip olduğuna titizlikle kafa yorup tartışacaklarına HDP'yi her türlü melanetle birleşme pahasına tecrit politikalarının hedefi haline getiriyorlar. Bu koşullarda MHP'nin ısrarla iddia ettiğiniz parlamenter rejime bağlılığı nasıl inandırıcı olabilir? 80 milletvekili olan bir partiyi meşru görmeme hakkını nereden buluyorsunuz? Kimse MHP'den HDP ile koalisyon yapmasını, HDP' ile aynı politik hatta hizmet etmesini bekliyor değil, sonuç olarak. Ama 'silahı' devreden çıkarmak isteyenin en son yapacağı iş herhalde HDP'yi baş düşman almak olabilir.
Eğer onlar ısrarla ve kararlılıkla vurguladıkları gibi 16. Türk devletinin ebediyete kadar devamından yana iseler, her halde öncelikle yapmaları gereken milyonlarca seçmenin desteğine sahip 'terörizmin' nasıl gerçekleştiğini araştırmak olmalıdır.
Artık ok yaydan, macun tüpten çıkmıştır. Ne asimilasyon politikalarına geri dönmek mümkündür, ne de askeri yöntemlerle halkların özgürce kendilerini ifade etmelerini engelleyebilirsiniz. Kandil'i yerle yeksan etseniz, Hakkari'yi, Dersim'i, Diyarbakır'ı, Şırnak'ı dümdüz etseniz, sosyalistleri özgürlük aktivistlerini, bütün demokratları hapislere doldursanız, her evin bahçesine bir tank yerleştirseniz halkların bütün farklılıklarıyla birlikte özgür ve demokratik birlikteliğine engel olamazsınız.
HDP bu coğrafya için bir şanstır. Hem ülke için, hemen yakın bölge için bir şanstır. Çatışmasızlık halinin, birlikte özgür yaşamın garantisidir. Ya bütün inanç ve etnik gruplarla farklılıklarımızı zenginlik unsuru haline getirerek bu ülkeyi özgür ve demokratik bir ülke haline getireceğiz ya da ya da kitlesel kırımların ve katliamların kan deryasına yelken açacağız.
MHP'nin 69'larda devlet eliyle kurulmuş kamplarda yetiştirilen sola ve özgürlüklere karşı olan 'ülkücü, Türkçü, şoven' damarının çıplak haliyle yeniden ortaya çıktığına şahit oluyoruz.  Yıllardır körüklenen 'MHP'nin yeni imajı' mitosu da böylece çökmüş oluyor.


Seçimler sonuçlandı! Muhalefet ve 'AKP bölünür mü?'

14.06.2015
AKP’nin muhtemel geleceği üzerine bir varsayımda bulunmak için biraz gerilere gitmekte yarar var. 2002 seçimlerinden yaklaşık bir yıl önce kurulan ve bir yıl içerisinde %34’le iktidar koltuğuna oturan AKP, bir yandan 28 Şubatta gadre uğrayan milli görüş hareketinin kaymak tabakasını ve mağduriyet birikimini arkasına almayı becermiş, diğer yandan dağılma sürecine giren merkez sağ partilerden devşirdiği kadrolarla liberal ve kimi solcu aydınları da kuyruğuna takarak, 2001 krizinin yerle yeksan ettiği koşullarda bir umut olmayı becermişti. ‘Milli Görüş gömleğini çıkardıklarını’ iddia eden kadrolar bir yandan son derece köklü bir gelenekten kopuşu gerçekleştirmiş, diğer yandan aynı zamanda moral olarak da çökmüş ve geleceği için umudunu yitirmiş bir halka ‘yeni’ bir şey olarak kendisini pazarlayabilmişti. Bu anlamda yola çıkışı itibarıyla da AKP bir KOALİSYON’du.
2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar esas olarak kendisini korumayı becerebilmiş bu koalisyon, o ana kadar ortamı koklayarak yön tayin etmeye çalışan cemaatin bütün birikimiyle koalisyona katılımıyla yargı ve polis teşkilatında yıllardır palazlanan bir gücün üzerine hazır lop oturmuş oldu. Cemaat kadroları sahip olduğu ‘bulunmaz’ olanakları da silahlı-silahsız AKP muhalefetini tasfiye etmek üzere koalisyonun emrine vermiş oldu. Koalisyonun bu kanadı AKP hükümetine direniş gösteren devletin askeri-sivil bürokratik kadrolarını tasfiye etmede etkin bir rol oynarken, eski rejimin sivil kadrolarını da kurmaca dosyalarla etkisizleştirmeyi becerdi.
2007’de cemaatin katılımıyla etkin bir güce ulaşan AKP KOALİSYONU, 2013’ün Şubat ayında MİT kriziyle başlayan ve 17-25 Aralık soruşturmalarıyla onulmaz darbeler alarak çok ciddi bir krizle yeniden cemaatten kopmuş oldu. Hem bu gelişmelerle hem de Türkiye tarihinin en şanlı toplumsal direnişi olan ‘Gezi’ ile yüz yüze gelen AKP iktidarı bir yandan yargı ve emniyet güçleri içindeki cemaat kadrolarını huruç harekatıyla tasfiye etmeye çalışırken.diğer yandan toplumsal muhalefeti sindirmekle uğraşıyordu.
CB’ı seçimlerinde moral takviyesi yapan AKP koalisyonu Cemaatle savaşında inisiyatifi ele geçirmiş görünüyor. Ancak savaş bitmiş değil. Gezi ve toplumsal muhalefet dinamiklerinin de bastırıldığı bir ortamda  AKP kolu kanadı kırılmış eski rejimin güçleriyle-kendi deyimleriyle ergenekonla- dirsek temasını da kaybetmemeye çalışıyor.
2015 genel seçimleri yaklaşırken bir başka çatışma alanı da yavaş yavaş uç vermeye başlamıştı. Bir taraftan Başkanlık sarayı etrafında güçler tahkim edilirken-hısım, akraba, danışmanlar vb- ‘mutemet’ kişiliklerden bir oligarşik yapı palazlanıyor. Ve Erdoğan’ın başkanlığındaki bu saray oligarşisi bir yandan AKP’yi tamamen araçsallaştırırken yandaş medya güçlerini de konsolide ediyordu. Yine bu dönemde bu oligarşik yapıya karşı AKP ve yakın çevresinden birçok hoşnutsuzluğun işaretlerini kuvvetle hisseder olmuştuk. Ancak bu çatışmanın bir şekilde seçim sonrasına ertelendiğine şahit olduk. Bu koşullarda Haziran seçimleri gerçekleşti ve ilk defa muhalif partiler meclis yapısında çoğunluğu ele geçirdiler ve AKP’nin 13 yıl sonra tek başına iktidar hayalleri yerle bir oldu. Daha da önemlisi Erdoğan’ın başkanlık umudu bir başka bahara kaldı.
Peki şimdi…
-İçten içe kaynayan bir kazan da olsa, güç kaybediyor olsa da, AKP son derece kuvvetli bir seçmen desteğine sahip olduğunu bir kez daha kanıtladı.
-Kürt siyasi hareketi, sosyalistler, çok çeşitli sivil toplum kuruluşlarının, demokratların ve ilerici aydınların desteklediği HDP bütün hesapları altüst ederek parlamentoda kesinlikle dikkate alınması gereken sandalye sayısına ulaştı.
Pek de uzak olmayan bir gelecekte Erdoğan Oligarşisi ile AKP içinden ve yakın çevresinden bir güç odağı ile AKP’nin paylaşımı temelinde bir mücadelenin daha da görünür hale geleceğini kestirmek hiç de güç değil. Koalisyon tartışmaları sırasında da eskizlerini izlediğimiz bu sürecin hızlanarak devam edeceği açıktır. Örnekleri bir çırpıda sayılabilecek bu huzursuzlukların varlığı, AKP’nin geleceğinden daha fazla kaygı duyanların ve Erdoğan’ın seçimlere dönük kampanyasının AKP’yi araçsallaştırarak sürdürmesinin ‘başarısızlıkta’ önemli bir amil olduğunu düşünenlerin sayısının arttığı artık sır değil. Erdoğan’ın yakın çevresini oluşturan kimi kişiliklerin artık ‘yandaş medyanın’ bir kısmı tarafından da hedef tahtasına oturtulduğu görülüyor. Giderek daha büyük bir hızla Erdoğan oligarşisi AKP’yi dibe çekiyor. AKP ya bu sürece dur deme basiretini gösterecek ya da erime süreci hızlanacak. Büyük bir ihtimalle AKP bölünecek ve taraflar kendi partilerini kuracaklar.
Artık bu sürecin ne kadar zamana yayılabileceği ve ‘kanlı mı-kansız mı!’ sonuçlanacağı belirsizliğini koruyor. Bu belirsizliğin bir nedeni de, koalisyon hesapları içerisinde ya da bir koalisyon kurulduktan sonra muhalefetin yapacağı hayati hatalar ihtimali.
AKP’yi omuzlayan ve bu sayede palazlanan sermaye çevrelerinin içinde de sorunların daha çok konuşulur hale geldiği görülüyor. İstanbul merkezli burjuvazi ile ilişkileri ise zaten belli. Çemaat şokunun ardından bürokrasi içerisindeki güçlerinin son derece kırılgan hale geldiği açık ve durumu toparladıkları söylenemez. Hele tek başına iktidar olanağını kaybettikten sonra…Liberal aydınlardan ve liberal soldan büyük kayıplar yaşayan AKP entelijansiyası artık çekirdek güçlerinden de kaybetmeye başladı. Zamanında kendilerine hem bölgesel olarak hem de dünya çapında büyük destek veren ‘dış güçlerin’ giderek daha fazla Erdoğan oligarşisi ve AKP iktidarını çıban başı olarak gördüğü son yılların önemli karakteristiği. Artık tek desteklerinin giderek eriyor olsa da kuvvetli bir seçmen potansiyelinden ibaret olduğu herhalde tartışma götürmez.
Bu tablonun en önemli tahrik unsurunun muhalefetin bütün kanatlarıyla hem matematik olarak, hem de moral olarak güçlenmiş olması olduğunu da mutlaka altını çizerek belirtmek gerekiyor. Bu tespiti yaparken HDP’nin güçlerini ikiye katlayarak yaptığı çıkışa çok özel bir anlam atfetmek gerekiyor. Hem bu kitlesellik ve 80 milletvekili hem de CHP’nin çözüm süreci hakkında daha olumlu bir çizgiye gelmiş olması-Kürt siyasi hareketinin yalnızlıktan kurtulması açısından- HDP’nin elini güçlendiriyor.
Ayrıca seçimlere doğru bir mucizevi ışık olarak ortaya çıkan kitlesel işçi hareketi ve hala devam eden artçı sarsıntıları bir dip dalgasına işaret ediyor. Bu çok önemli…
Bir sonraki yazının konusu HDP ve onun içindeki ya da dışındaki sosyalist birikimler..

Cengizhan Güngör

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...