1 Aralık 2017 Cuma

PİŞKİNLİĞİN BÖYLESİ ve NEJAT UYGUR’UN HATIRLATTIKLARI!


Demirel, Özal dönemleri de dahil politik iktidar pişkinliğinin bu kadarına şahit olunmadı. Her şey zirvelerde yaşanıyor. En küçük bir iddia yalan, en küçük belge sahte, her muhalefet denemesi komplo. Her muhalif silahlı terör örgütü üyesi ya da ‘üyesi olmasa da’ o örgütlere hizmet eden POTANSİYEL FİLAN DEĞİL DOĞRUDAN SUÇLU. En son Bakan Bekir Bozdağ ana muhalefet partisi başkanını kast ederek, onun bir ‘ulusal güvenlik sorunu haline geldiğini’ ifade etti… Yani vatan haini, yani casus. Ana muhalefet partisi başkanı olman da, 3. Partinin eş başkanları ve milletvekili olman da kar etmiyor. Ha keza ünlüsünden gazeteci, yazar ve akademisyen olman da. Silahı filmlerden, tv dizilerinden ya da erkeksen askerde görmüş olsan da yetmez. Hayatında bir karıncayı incitmemiş olman da, görüşlerini-tabii ki eleştirilerini- yazarak dile getirmiş olman da hiç önemli değil. Sen silahlı bir terör örgütüne ya da birden çoğuna hizmet ediyorsun ve sen uluslararası komploların basit bir piyonusun. ‘Dik duran siyasilerimizin ve dolayısıyla ülkemizin burnunu sürtmek isteyen dış odakların ajanı’. Belgelerin sahte, fotokopi ve ‘kim eline tutuşturdu?’, öyle ya!

Diyorsun ki; ‘bak bakanlarının rüşvet aldığı iddia ediliyor’, ‘bak evlerinden milyonlarca dolar çıktı, para sayma makineleri..vs’. Minare büyük kılıfa sığmıyor, lütfedip görevden alıyorlar. Alıyorlar da ne yapıyorlar? Kahkahalar eşliğinde mecliste aklıyorlar, mahkemelerde aklıyorlar. Yetmiyor evlerinden çıkan paraları faiziyle iade ediyorlar. Normal bir muhakeme kabiliyetine ve asgari bir ahlak anlayışına sahip vatandaş için çıldırmak işten bile değil. Her şey gözlerimizin önünde ve onların içine bakarak gerçekleştiriliyor. Yetmiyor, rüşvetçibaşını Türk bayrağının önüne oturtup ‘hayırsever bir işadamı, ülkenin cari açığını kapatan iş adamı, devletimizin halis milli projesi’ diye takdim ediyorlar. Yetmiyor, bu ülkenin iki(rakamla 2) bakanı 75 milyonun gözü önünde adama plaket takdim ediyorlar.

Gün oluyor devran dönüyor, milli işadamımız ABD’ye teslim oluyor-ya da orada yakalanıyor- hemen bir açıklama; ‘bu gelişmenin ülkemizle hiçbir ilgisi yoktur’. Aylar ayları kovalıyor bir bakıyorsun ‘bizimle hiçbir ilgisi olmayan’ yüzakımız işadamı için ABD’ye 3 günde iki nota-müzik notası değil- veriliyor. Diyorlar ki: ‘bir vatandaşımız için endişe ediyoruz, bir devletin vatandaşı ile ilgilenmesi gerekir, o nedenle nota-müzik notası değil- verdik…vs.’ Tabii ki kıllanıyorsun.. Öyle ya bunlar ve bir vatandaşla-işadamı da olsa- empati kurmak! Olur şey değil. Meğer adam ABD mahkemesiyle anlaşmış ve ‘ötmek’ üzereymiş. Ötüyor, ötüyor da ne oluyor: ülkemizin cari açığını kapatan, hayırsever, güzide işadamımız kimi borazancılara göre ‘rehin alınarak, zorla elinden yalan ifade alınmış bir şahıs’, kimilerine göre, uluslararası odakların-bu anlamda ABD’nin- ajanı haline dönüşüyor… Ne beklersin, çağırsın-tabii ki yüce yargımız- Zafer Çağlayan’ı, Barış Güler’i, Süleyman Aslan’ı,-bu arada adam sır oldu. Kilolarca para için Makedonya’da üniversite açacağı(!) iddia edilmişti- Egemen Bağış’ı  ‘yaa oğlum orada ya da burada adam ben bunlara-deli paralardan bahsederek- rüşvet verdim diyor, ne iş? Aklandın maklandın da bak adam verdim diyor, açıkla bakalım’ desin… (Geçerken söyleyelim işin tuhaf tarafını bu Süleyman Aslan’ın bizim paralarımızla tutulan Hakan Atilla’nın avukatları-yani bizim avukatlarımız- tarafından ‘Zarraf’dan utanmazca rüşvet almakla’ suçlandığını). Saf mısın, salak mısın, diyeceksiniz? Tabii ki böyle bir şey olmuyor? Olacağı da yok gibi…

Tam tersine koro halinde, bir işaretle başlayan ‘ülkemizin gelişip güçlenmesinden rahatsız olan dış mihraklar’ edebiyatının bilmem kaçıncı versiyonu piyasaya sürülüyor. Ve ağza alınmadık küfürler… Yakası açılmadık yalanlar… Vatan-millet-Sakarya… Arş arş ileri… Ve hemen MGK’da Afrin’e müdahale tavsiyeleri…vs.

Nejat Uygur bir parodisinde yüzünde maske, içinden mücevherler sarkan çuval sırtında, bir evin salonunda polise yakalanır.  Hemen göğsünden Türk bayrağını çıkarıp sallayarak fenerini yüzüne tutmuş polise karşı uygun adım yürüyerek haykırır: ‘Türkiye seninle gurur duyuyor’. Pişkinliğin böylesi… O parodiydi.. Yaşadığımız gerçek…

Diyeceksiniz ki, haklı olarak; ‘yahu kardeşim sen hangi ülkede yaşıyorsun, bu pişkinliklerin ne ilki ne de sonuncusu, böyle giderse..’ Esed’den Esad’a rücu etmediler mi, zinhar Esed’li çözüm içinde olmayızdan, Suriye’nin birlik ve bütünlüğüne geçmediler mi, Buralara Emevi camii’nde namaz kılmak hayallerinden geçerek gelinmedi mi? Domates, limon elde kalınca, turistlerin ayağı ülkeden kesilince, angajman kuralları diye diklenenler, efelenenler ‘Putin kardeşim’ demeye başlamadı mı? FETÖ ile yıllarca yağlı ballı olup gelişip sıçramasına önayak olanlar ortaklık bozulup silahlar çekilince yarım ağız kandırıldık deyip savaş ilan etmedi mi? Onlarca insan uydurma delillerle yıllarca hapis yatırıldı, yüzlerce insan takibata uğradı, koğuşturuldu, işinden edildi. Sonra da ‘ben yapmadım o yaptı’ denilerek koskoca bir dönemin hukuksuzlukları, suçları sanki onca yıl ortaklık yapmamışlar gibi pişkince FETÖ terör örgütünün üstüne yıkıldı. Kendileri tek kabahatleri ‘kandırılmak’ olan sütten çıkmış ak kaşıklar olarak iktidarlarını devam ettirmeye çalışıyorlar.

Pişkinlikte tavan dönemi! Bir dönem ya da birkaç gün içinde dostlar düşman, doğrular yanlış, gerçekler yalan haline geliyor. Bugün böyle çıkarılan kanunlar gün içerisinde ya da birkaç gün içinde defalarca değiştirilebiliyor. 17 yılın temel karakteristiği…

SORULAR BAKİ
Bir kere sorulduktan sonra artık o sorulardan kaçamazsınız, inatla sizi takip ederler. Ta ki cevaplarını bulana kadar, sizle ya da sizsiz.  
Sorular şunlar:
-Rüşvet verildiği ve kolaylaştırıcılıklarından(!) yararlanıldığı-Reza tarafından- iddia edilen bir dönemin bakanları Zafer Çağlayan, Egemen Bağış ve Süleyman Soylu, Barış Güler yeni gelişmeler ışığında soruşturulacak mıdır? Dosyalar raftan indirilecek midir?
-Suriye’lilere harcandığı söylenen 30 milyarın komik durumlara düşmeden kayıtlara dayalı açıklaması yapılacak mıdır? Bu 30 milyar içinde AFAD’ın harcadığı iddia edilen 2.6 milyarın, sayıştay raporlarına göre muhasebeleştirilmediği doğru mudur, doğruysa gerekli kurumlar harekete geçirilmiş midir?
-Hısım akraba tarafından 1 sterlinlik sermaye ile kurulan vergi cennetindeki bir bankaya gönderilen paraların-dekontların/belgelerin sahteliğini ispat etmek çabaları dışında- Türkiye’de vergilenip vergilenmediği, kayıtlı olup olmadıkları ve hangi ticari süreçlerin parçası olarak gönderildiği soruşturulacak mıdır?
-Bütün bu olup bitenlerin mecliste araştırılması önergeleri-eğer belgeler ve iddiaların yalan ve sahte olduğu iddia ediliyorsa- neden reddedilmiştir?

Sadece son on günün ortaya çıkardığı kallavi sorular… Geçmişten kalan daha yüzlercesi var, kuşkusuz. Muhataplarından bir cevap alamayacağını bildiğin sorular sormak aptalca değil mi? Hiç değil. Israrla ve inatla sorulmaya devam edilecek. Klişe deyimiyle ‘gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir alışkanlıkları’ vardır…

Hasılı her türlü yolsuzluk ve usulsüzlük iddiasını hemen ve otomatik olarak, ’yahu bi bakalım hele’ soğukkanlılığını elinin tersiyle bir kenara iterek kafadan reddetmenin sebeb-i hikmeti nedir? Neden korkulmaktadır?

26 Kasım 2017 Pazar

İYİLİĞE ve BARIŞA ADANMIŞ BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ RACHEL CORRİE


Cengizhan Güngör
"Neden barış hâlâ bir hayal dünyada ve neden savaş bu kadar yakınımızda bir gerçek? Neden her gün kırk bin çocuk ölüyor? Yırtılan ozon tabakası, ölen balinalar, kesilen ağaçlar... Aklımda bin çeşit şey var. Ama bunların hepsinin önünde gelen şey, barış!.."

Bir zenginlik ülkesinde, okul töreninde 11 yaşındaki bir kız öğrencinin ağzından dökülen bu sözleri duymuş olsaydınız ne hissederdiniz? Büyük bir olasılıkla ‘kimi çocukların böyle büyük laflar etmeye yatkın olduğunu’ düşünür ve belki de ‘öğrenilmiş’ olduğunu varsayardınız…

Rachel Corrie bu sözleri okul kürsüsünden dile getirdiğinde 11 yaşında bir kız çocuğuydu. 1979 yılında Amerika’nın Olimpia şehrinde doğmuştu ve bu konuşmayı yaptıktan 12 yıl sonra, 2003 yılı Mart’ında  ülkesinden binlerce kilometre uzaklıktaki Gazze bölgesinin Refah kentinde bir İsrail askeri zırhlı dozerinin altına kalacak ve böylece onun kısacık yaşamı sona erecekti. Rachel 11 yaşında okul kürsüsünden dile getirdiği duygularının/düşüncelerinin izini sürmüş, barışa ve ‘ötekine’ adanmış kısacık yaşamı trajik bir şekilde sonlanmıştı. Rachel dozerin paletleri altında ezilerek öldürüldüğünde Refah’lı bir eczacının evinin yıkımını elinde megafonla engellemeye çalışıyordu.
Rachel ‘Uluslararası Dayanışma Gönüllüleri’nin barış aktivistiydi. Ve Refah kentinde İsrail ordusunun evleri yıktığı, katliam yaptığı, yaşam kaynakları olan seralarını ve su kuyularını tahrip ettiği bir kentin insanları ile dayanışma amacıyla bir grup arkadaşıyla birlikte bulunuyordu.

''Dünyada böyle bir zulmün kıyamet koparmadan gerçekleştirilebileceğine inanamıyorum. Dünyanın böyle korkunç bir hâle gelmesine göz yumuşumuza tanıklık etmek, canımı yakıyor, geçmişte de yaktığı gibi'', diyordu Rachel annesine Refah’tan yazdığı mektubunda.

Bakın annesine daha neler yazıyor, zulmün ve yıkımın ateşinin içinden;
“Dolayısıyla, eğer ben bu çocukların(GAZZE’li çocuklar) yaşadığı dünyaya ulaşmam ve kısa süreliğine ve de kısmen içine girmemden sonra nefret hissi duyuyorsam, tersine, onlar benim dünyama girselerdi ne hissedeceklerini merak ediyorum. Onlar Birleşik Devletler'deki çocukların anne ve babalarının vurulmadığını biliyorlar ve okyanusu görmeye gidebildiklerini biliyorlar. Fakat eğer okyanusu görmüş olsanız ve su bulma sıkıntısının olmadığı, (su kaynaklarının) geceleyin buldozerler tarafından yok edilmediği, huzurlu bir yerde yaşamış olsanız ve eğer uykudan evinizin duvarlarının aniden içeriye yıkılmasıyla uyanmak korkusu hissetmeden bir gece geçirseniz ve eğer hiç kimsesini kaybetmemiş insanlarla karşılaşsanız— eğer ölüm saçan kuleler, tanklar, silahlı “yerleşimler” ve bu şimdiki dev metal duvar ile çevrelenmemiş bir dünyanın gerçekliğini yaşasanız, dünyanın tek süpergücü tarafından desteklenen, dünyanın dördüncü büyük ordusunun, sizi vatanınızdan silmek için yaptığı devamlı baskıya karşı direniş içinde, sağ kalma—yalnızca yaşama—mücadelesiyle geçen tüm çocukluk yıllarınız için dünyayı affedebilir miydiniz, merak ediyorum. Bu, buradaki çocuklar hakkında merak ettiğim bir şey. Gerçekten bilselerdi, ne olacağını merak ediyorum.”  Bu ölçüde ‘öteki’ olabilmek-dikkat edin empatiden söz etmiyorum; bu satırlarda açığa çıkan ‘o’ haline gelebilmek-; galiba Rachel ve Rachel  gibi insankızlarının/oğullarının ‘gücü’nün kaynağı…

Ve yine galiba insan denilen türümüzün bütün bitimsiz ‘intihar’ çabalarına rağmen, kendi türüne reva gördüğü tüm barbarlıklara rağmen hala varlığını sürdürüyor olmasının sırrı, Rachel ve Rachel gibi binlerce ‘kahramanın’ öteki için feda edilmiş yaşam öykülerinde gizli.

Evet türümüz onların yüzü suyu hürmetine hala ayakta ve yine biz ancak onlar sayesinde hala barış içerisinde, özgür ve eşitlikçi bir dünya özlemini/umudunu diri tutabiliyoruz.

Hasılı; yine ve her zaman ‘kahramanlara ihtiyaç duymayan’ bir dünya özlemiyle Rachel’in ve onun gibi binlerce kahramanın anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Rachel'in mektuplarını okuyunuz:
http://ifamericaknew.org/cur_sit/rlinturkish.html

10 Kasım 2017 Cuma

KAHRAMANLAR MI, KAHRAMANLARA İHTİYAÇ DUYMAYAN DÜNYA MI?




Bu satırların konusu bir ‘kahraman’; MORDECHAİ VANUNU. Bu adam kim mi? Okuyunuz…

KİM?
Yıl 2004, Nisan’ın 21’i, dünya basınında flaş haber; 11,5 yılı tek başına, kimseyle görüştürülmeden hücrede geçirerek 18 yıllık cezasını dolduran Vanunu, İsrail Askelon/Sekme Cezaevi’nden tahliye oluyor. 31 yaşında girdiği cezaevinden 49 yaşında çıkabiliyor.

1986 yılında İsrail’de gizli bir mahkemede vatana ihanet ve casusluk suçlarından yargılanmış, suçlu bulunmuş ve 18 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Cezasının ilk 11 buçuk yılını tek başına hücrede geçirdi. Bu sürenin ilk iki buçuk yılında 24 saat boyunca kamerayla izlendi, penceresiz hücresinde ışıklar sürekli açıktı. Bu durum 1998’de en uzun süre hücrede kalan mahkum ünvanıyla Guinness dünya rekorlar kitabına girmesini sağladı. Dış dünyayla bağlantısı sadece gardiyanı ve ailesinden birinin iki haftada bir gerçekleştirdiği ziyaretlerdi. Cezasının onikinci yılında diğer mahkumların arasına karışmasına izin verildi.

Serbest bırakılmıştı ama cezası(?) bitmemişti. Yabancılarla görüşemeyecek ve yazışamayacak, e-mail ve faks kullanamayacak. Nerede yaşamak istediğini seçmesine izin verilecek, ama buradan polisi izni olmadan ayrılamayacak. Yabancı büyükelçiliklere, sınırlara, limanlara veya havaalanlarına yaklaşmasına izin verilemeyecek. En az bir yıl için İsrail’den ayrılamayacak. Bu kısıtlamalar 6 ay sürecek, bu süre sonunda tekrar yenilenebilecek. Eğer bunları ihlal ederse yeni bir davadan tekrar mahkeme önüne çıkarılabilecekti. 21 Nisan 2004'te serbest bırakılmasının ardından Vanunu, tam 30 kez şartlı tahliye koşullarını yerine getirmediği gerekçesiyle tutuklandı ve benzeri görülmemiş kısıtlamalarla yüzleşmek zorunda kaldı. Vanunu 2004, 2007 ve 2010'un Mayıs ayında çeşitli gerekçelerle defalarca hapse yollandı. Vanunu en son 24 Mayıs'ta üç aylık hapis cezasına çarptırıldı.

NE ‘SUÇ’ İŞLEMİŞTİ?
Peki, gizli mahkeme, 11,5 yıl hücre cezası olmak üzere 18 yıl hapis ve sonrasında bunca tedbire(!) maruz bırakılan bu adam ne suç işlemişti? Onun suçunu 1997 yılında o zamanki İsrail cumhurbaşkanı Ezer Weizmann veciz bir şekilde özetlemişti: “O sırları ifşa eden bir casus. Bunu PARA YERİNE İLKELER İÇİN yapması bir fark yaratmaz. O vatanına ihanet etti”.

EVET, Vanunu ‘devlet sırlarını’ ifşa etmişti. 9 yıl teknisyen olarak çalıştığı ve varlığı İsrail hükümeti tarafından kabul edilmeyen Necef çölündeki gizli Dimona nükleer üssünün fotoğraflarını çekmiş ve bu fotoğrafları ve bilgileri İngiliz Sunday Times gazetesi ile paylaşmıştı, 1986 yılında… Bu belgeler/bilgiler ışığında uzmanlar, İsrail’in güneyinde Ürdün sınırı yakınında, Dimona'da -Vanunu 1976'dan itibaren beri burada çalışıyordu - "tekstil fabrikası" olarak gösterilen tesislerde, 200 kadar nükleer bomba ürettiği sonucuna vardı. Ve böylece varlığı çokça speküle edilen ve resmen kabul edilmeyen İsrail’in nükleer gücünden bütün dünya haberdar olmuştu.

Hapisten çıktığında yabancılarla konuşması yasak olduğundan İsrail'li bir gazeteciye BBC için gizlice verdiği bir röportajda Vanunu şöyle diyordu: “ASLA, HİÇ PİŞMAN DEĞİLİM. Ödediğim o ağır bedel ve çektiğim ceza da dahil yaptıklarım her şeye değerdi. Bu cezayı hak ettiğimi de düşünmüyorum. Bunun yalnızca benim değil herkesin yapması gereken bir şey olduğunu düşünüyorum.” Hapisten çıktığında ise destekleyen/protesto eden israillilerden oluşan kalabalığa "yaptığım her şeyle gurur duyuyorum" demişti.

Vanunu, barış aktivistleri ve nükleer santral karşıtları için bir 'kahraman'. Pentagon'da analist olarak görev yapan Ellsberg de Vanunu gibi vicdanının sesini dinleyenlerden biri. Vietnam Savaşı sırasında Pentagon ve Beyaz Saray'ın Amerikan halkına söylediği yalanları, gizi belgeleri New York Times'a vererek ortaya çıkaran Ellsberg, Vanunu'yu 'nükleer dönemin önde gelen kahramanlarından biri' olarak niteledi. Vanunu birçok kez Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildi. Eylül 2004'te John Lennon adına verilen Barış Ödülü'ne Yoko Ono tarafından layık görüldü. Aralık 2004'te ise Glasgow Üniversitesi öğrencileri tarafından üniversitenin fahri rektörü olarak seçildi.

2009 yılında ise Vanunu, yazdığı bir mektupla Nobel Barış Ödülü adaylığından çıkarılmasını istedi. "Komite'den beni adaylık listesinden çıkarmasını istiyorum. Adaylar arasında Simon Peres'in olduğu bir listenin parçası olamam. Peres İsrail'in nükleer programının arkasındaki adamdır. Peres 30 Eylül 1986'da benim kaçırılmamı emretti, gizli bir mahkemede casus ve vatan haini olarak hüküm giymemi sağladı. Hâlâ benim serbest bırakılmama engel oluyor. Özgür olmadığım, İsrail'de kalmak zorunda bırakıldığım sürece, hiçbir adaylığı kabul etmeyeceğim. Tek istediğim özgürlük, sadece özgürlük!"

Mordechai Vanunu halen Kudüs’teki Anglikan Kilisesi’nde kalıyor.

Vanunu hala özgür değil. Yaptığı fedakarlık bir sonuç verdi mi? Dünyanın en az 200 nükleer başlığa sahip olan İsrail nükleer programına karşı sessizliğine bakılırsa, vermedi. Ötesi İran’ın başlangıç aşamasındaki nükleer programı için koparılan gürültüye/iki yüzlülüğe bakarsanız içinize bir sıkıntı çöker…

Ama o vicdanının sesini dinledi ve onun gerektirdiğini yaptı. Bedelini de bir insanoğlunun kaldıramayacağı ağırlıktaki bedelini de, alnının akıyla ödedi. Ve insanlık tarihinin kahramanlar galerisinde yerini aldı.

Bize düşen, kahramanlara ihtiyaç duyulmayan eşit, özgür bireylerin oluşturduğu, sömürünün ve baskının ortadan kalktığı sonsuz barış ve uyum dünyasını yaratmak için uğraşmaya devam etmek…

Cengizhan Güngör

http://acikradyo.com.tr/arsiv-icerigi/mordechai-vanunu

15 Temmuz 2017 Cumartesi

MAAZALLAH 15 TEMMUZ BAŞARILI OLSAYDI… TAMAM DA...

Üstündeki kalın bir sır perdesini ve yanıtlanmayan, daha doğrusu yanıtlanmak istenmeyen bir çok soruyu  bir ön kabul olarak görüp ve fakat bu yazı dolayımıyla bir kenara koyarak bazı çıkarsamalar yapabiliriz.

Fetullahçı çetenin 15 Temmuz darbe girişimi başarısız oldu. Yaşadığımız 3,5 başarılı(!) darbe deneyimlerinden yola çıkarak, eğer 15 Temmuzcular başarılı olsalardı, ‘olacaklar’ konusunda bir takım tahminler de bulunabiliriz;

-İlk iş olarak ‘memleketin huzur ve sükununu’ sağlamak  ve ‘kardeş kavgasını engellemek’-geçmiş örneklerden hatırlıyoruz- üzere OHAL ilan edilecekti.
-Bütün uluslar arası ve ikili anlaşmalara riayet ve dahil olunan iuluslar arası organizasyonlara sadakat teyid edilecekti.
-Cemaat yandaşı yayın organları ve hatta merkez medya darbeyi selamlayacak ve yayınlarıyla topluma hiza vereceklerdi.
-Siyaset tatil edilecek. belki de bütün siyasi partiler kapatılacak, kukla bir atanmış parlamento oluşturulacaktı.
-TSK içinde ve MİT‘de cemaatçi olmayan ya da biat etmeyen kadrolar hızla ve topluca tasfiye edilecekti.
-Darbecilerin muarızı iktidar partisi yöneticileri başta olmak üzere, siyasetçiler hapse atılacak, belki de HDP ve sosyalist partiler, ve dahi parlamento kapatılacaktı.
-Başta Kürt medyası, STK’ları, belediyeleri tasfiye edilecek, kanaat önderleri tutuklanacak,  devrimci- demokratik medya kuruluşları, meslek kuruluşları kapatılacak ya da yayınları üzerinde yoğun bir sansür uygulanacaktı.
-Her türlü toplantı, yürüyüş, gösteri ve özellikle grevler yasaklanacak, Kürt siyasi hareketi başta olmak üzere bütün sosyalist ve muhalif önderler, gazeteciler baskı altına alınacak ya da tutuklanacaktı.
-Zaten ele geçirilmiş yargı, ergenekon, balyoz ve KCK davalarında pek çok örneğine şahit olduğumuz gibi uydurma ve sahte delillerle, göstermelik mahkemelerle muhalif demokratik potansiyeli dağıtma ve hapse tıkma misyonunu üstlenecekti.  ‘İç ve dış düşmanlar ve ajan faaliyeti’ başlıca suçlama konuları olacak ve tasfiye gerekçeleri haline gelecekti.
-Kamu kurumları ve üniversitelerden büyük çaplı tasfiyeler yapılacak yerlerine kendi-cemaat- kadroları yerleştirilecekti.
-Cemaat yanlısı holding ve şirketler ihaleleri sırtlamaya, kayırılmaya, kollanmaya kaldıkları yerden devam edeceklerdi.  
-Darbecilerin mensup olduğu cemaatin ideolojik referansları hesaba katılırsa; AKP’nin islamı temsil etmediği ve hatta islamı yozlaştırdığı ve yanlış tanıttığı iddiaları üzerinden yeni bir dindar nesil yerleştirme ve devleti İslami çerçevede yeniden düzenleme faaliyetine hız verilecekti.

BAŞARILI OLMADI…
İyi ki de… 

Ancak bir yıl sonrasında vardığımız noktayı ve yaşadığımız gerçekliği-tahminler ve varsayımlar olarak değil-olgular olarak değerlendirirsek;

-Hemen OHAL ilan edildi ve her üç ayda bir uzatılmaya devam ediliyor.
-Memleket OHAL KHK’ları ile yönetiliyor. Bu KHK’lar a itiraz mümkün değil. KHK’larla onbinlerce emniyet, TSK , yargı ve sivil bürokrasi mensubu işlerinden edildi. Ha keza sıradan memurlar, öğretmenler sokağa atıldı. KHK tasfiyelerinin hedeflerinden biri de üniversiteler oldu. Binlerce öğretim üyesi-siyasi görüşleri ve eğilimleri ne olursa olsun, sırf muhalif kimlikleri ya da biat etmemeleri nedeniyle kıyıma uğradılar.
-KHK’lar, OHAL ilan edilmesinin gerekçeleriyle alakalı olmayan birçok alanda sorumsuzca kullanılıyor. Medyada, yerel yönetimlerin kayyım atanarak seçilmişlerden atanmışlara devrinde, iş hayatının onlarca şirkete kayyım atanarak yeniden düzenlenmesinde. bir çok dev kamu iktisadi kurumunun Türkiye varlık Fonu oluşturularak bu fona devredilmesinde, örneğin.
-OHAL altında gerçekleştirilen referandumla tek adam yönetimi inşasının yolu açıldı. OHAL dayanaklı KHK’larla yönetim pratiği parlamentoyu kısır ve sonuçsuz tartışmaların yapıldığı göstermelik bir platform haline getirdi. Parlamento bir köşeye itildi.
-Üçüncü büyük partinin iki eş başkanı dahil 12 milletvekili ve bir ana muhalefet partisi milletvekili çok su kaldırır gerekçelerle hapse atıldı ve aylardır duruşma gününü bekliyorlar. Ana muhalefet partisinin başkanı ve siyasileri dahi en üst makamdan hergün tehdit edilerek siyasi hayatlarını sürdürebiliyorlar. Siyaset seçilmişler açısından bile bir risk alanı haline getirilerek tekel altına alınmaya çalışılıyor.
-Üçüncü büyük partinin seçilmiş yöneticilerinin bulunduğu belediyelerinin başına kayyım atandı. Ve bir çoğu hapiste.  Binlerce üyesi gözaltına alındı, önemli bir kısmı tutuklu.
-Kürt illerinde yerel yayın organları, çocuk tv’leri dahil, STK’lar, belediyelerin kültür, sosyal hizmet ve kadınlara ve gençlere hizmet veren merkezleri kapatıldı.
-En büyüğünden en küçüğüne muhalif medya organlarının tanınmış köşe yazarları ve yöneticileri ve 150’yi aşkın gazeteci sudan sebeplerle tutuklandı.  Aylardır duruşma bekliyorlar… Merkez Medyaya ve yöneticilerine diz çöktürüldü.
-Yandaş şirketler iktidarın koruması ve kollaması altında pervasızca palazlanmaya devam ediyorlar.
-Grevler-CB’nin da açıkca ifade ettiği gibi OHAL sayesinde ve onun kararnameleriyle yasaklanıyor. Grev yapmak artık olanaklı olmaktan çıkarıldı. Hak aramak ise ister bireysel, ister birlikte büyük riskler almayı gerektiriyor., artık.
-Yargı kadrolaşması Beştepe iktidarı açısından tamamlanmış gibi. Mahkeme kararları artık mahkemelerde alınmıyor. Yine uydurma ve sahte deliller, yine keyfi  tutuklamalar, mesnetsiz iddianameler.
-Dindar ve kindar nesil yetiştirme amacı eğitim alanında yapılan düzenlemelerle, devletin ve kurumlarının dinsel referanslarla yeniden düzenlemesi dolu dizgin sürdürülüyor.  
-Memleket bölgesel çatışmaların hemen kıyısında, savaş felaketlerine savrulma potansiyeli  taşıyan, her an fiyaskoyla sonuçlanan dış politika oyunlarıyla tehlikeli sularda dolaşıyor.

Ve ne üzücüdür ki, sadece haksız yere atıldıkları işlerine dönebilmek için açlık grevi yapan iki eğitimci Nuriye ve Semih 129. günde ölüme biraz daha yakınlar…

Başka söze ya da kıssadan hisseye gerek var mı? Başka bir deyimle bu seksen milyonluk ülke, 15 Temmuz darbecilerine de, bu zalim dikta heveslilerine de layık mıdır?

17 Haziran 2017 Cumartesi

SOSYALİST SOLUN CHP İLE BİTMEYEN İMTİHANI!




Sonda söyleyeceğimizi baştan söyleyecek olursak bu ilişkiyi ‘ne onunla ne de onsuz olma hali’ diye tanımlayabiliriz. Biraz ‘saplantılı’, biraz ‘öfkeli’(!) Bu anlamda marazi(!) Bu boyutuyla bu ilişkinin analizi aynı zamanda psikolojinin konusu. Burada da bize söz düşmez.

Kimi sosyalist kesimlere bakarsanız ‘burjuvazinin reformcu’ partisi. ‘Büyük burjuvazinin yedek lastiği’dir. ‘Reformcu’ sıfatına takılmayın, ‘reformculuk’ biz de olumlu çağrışım yapmaz. Hatta kimi zamanlarda ‘karşı-devrimcilikten’ daha fazla sakınılması gereken bir hastalığa işaret etmiştir. Hadi abartmayalım pek bir farkları yoktur, en azından. Kızarız, öfkeleniriz, suçlarız. Onunla birlikte anılmaktan da ödümüz kopar, devrimciliğimize halel geleceğini düşünürüz. Bu net karşı duruşlu kesimler açısından bile araçsal olarak CHP’nin işlevsel olduğu inkar edilemez.

Diğer sosyalist gelenekler için ise CHP ile ilişkilerinin daha şekilsiz, daha geçişken, daha belirsiz olduğu söylenebilir.

Özetle sosyalist cenah açısından genelde özgüven sahibi, kendinden emin, soğukkanlı bir ilişki değildir bu? Öfke ile abartılı beklentiler arasında git-gelli duygusal bir ilişki.  

Sosyalist solla CHP arasındaki bu duygusal(!) ilişkinin ya da sosyalist soldaki CHP’ye ilişkin kafa karışıklığının temel nedenlerinden biri sosyalist soldaki ‘kemalist’ damardır. Kemalist damarın gücü o sosyalist odağın CHP karşısındaki tutumunu etkilemektedir. İster CHP’nin yeterince ‘kemalist’  olmaması eleştirisinde olsun, isterse hayırhah/antenleri özel olarak CHP’ye endeksli bir tutum izleyenler bakımından olsun, isterse de CHP karşıtlığı temelinde bir konumlanış içerisinde olsunlar sosyalist sol; ya abartılı beklentilerini karşılayamaması halinde öfke krizine sürüklenmekte ya da ona sırtını dönmektedir. Ancak bir sosyalist odaktaki ‘kemalist’ damarın görece güçlülüğü illa o odağın CHP’ye daha sempatik bir yaklaşım içerisinde olduğu gerçeğini üretmiyor. Hatta çoğu zaman benzerliklerin çokluğu aynı kutupların birbirini itmesindeki gibi bir tepkisellik doğuruyor. Ama spektrum aynı; Kemalizm!

OYSA CHP…
CHP ise devlet kurucusu partinin bütün özelliklerini taşır. Öncelikleri vardır. Kurucu babaların 1923 toplumsal sözleşmesinin yılmaz bekçisi, devletin bekasının teminatıdır. Tabii ki zamanın, yüz yıllık bu partinin üzerinden toz bile kaldıramadığını iddia etmek mümkün değildir. CHP ne 30’lu yılların, ne de 50’li, 60’lı yılların CHP’sidir. Özellikle 60’lı yılların sonu ve 70’li yılların başı CHP’deki önemli değişim rüzgarına damgasını vurur. Öğrenci gençlik hareketleri, işçi grevleri, üretici eylemlilikleri, TİP’in parlamentoya girişi, ezcümle köklü toplumsal uyanış, CHP’de köklü bir yönetim değişikliği ile birlikte ‘ortanın soluna’ dümen kırılmasına yol açmıştır.

CHP bir devlet kurucusu partidir, evet! Ancak, ne kendisi çok uzun yıllardır iktidardadır, ne de son 10 yıldır devlet onun kurduğu devlettir. Esaslarını oluşturduğu, daha doğru bir ifadeyle devletin esaslarını oluşturan kurucu babaların kurduğu CHP’nin artık ‘devletini’ kaybettiğini bilincine çıkarması gerekmektedir. İki arada bir derededir. Bir geçiş dönemindedir. Bünyesinde barındırdığı milyonlarca iyi eğitimli, sola açık ilerici insanlar ve modern-kentli özelliği bu geçiş döneminden yeni dönemin özelliklerine uygun bir dönüşümle çıkabileceğinin potansiyellerini ifade etmektedir. Ve bunun işaretleri de vardır.

Ancak, CHP açısından bu olumlu dönüşümün sağlanabilmesinin önünde ciddi kısıtlar da vardır. Öncelikli olarak yoğun, üretimden kaynaklı kitlesel-toplumsal hareketliliğin olmaması önemli bir handikaptır. Ha keza ve bununla bağlantılı olarak sosyalist solun görece güçsüzlüğü diğer bir handikaptır. Kendi dışındaki solun-60’ların TİP’i ve sosyalist hareketliliğini düşünün’- güçlenmesi CHP’nin de sola kaymasına neden olmaktadır. Her ne kadar ‘sosyal demokrat’ bir kimlik iddiasında olsa da ne kişisel tarihi-ortaya çıkış koşulları- bakımından, ne de bu ülke, CHP’nin dayanabileceği bir sosyal taban anlamında işçi aristokrasisine sahiptir. Geçmişten miras ideolojik referanslarının ürettiği kısıtlar da cabası, tabii ki!

BU BAKIMDAN…
Sosyalist sol olarak başta Kürt meselesi ve demokratik hassasiyetler bakımından CHP’yi yapıcı bir eleştiriye-her zaman ve net bir şekilde- tabii tutarken; geldiği yerden daha ileriye çekmenin yollarını aramalıyız. Bu ‘adalet yürüyüşü’ muhalefetin parlamentonun kısır koridorlarından sokağa taşınması anlamında çok önemli bir gelişmedir…
Her şey bir kenara biz sosyalistler olarak bu sevgi-nefret ilişkisi sarmalından kurtulmalı ve kendi işimize bakmalıyız.
Bu satırlar aynı zamanda bir özeleştiri olarak okunmalıdır…

9 Mayıs 2017 Salı

MUCİZELER Mİ, GERÇEKLER Mİ? (2)

Zonguldak maden işçilerinin Ankara yürüyüşü 1991

60’lı yılların ortalarından itibaren 70’li yılların sonuna kadar-12 Mart 1971 askeri darbesine rağmen- toplumun derinliklerinden-alttan- gelen devasa bir özgürlükçü kitlesel dalgayla sarmalanmıştı Türkiye toplumu… Ülkenin büyük bir sosyo-ekonomik gelişme yaşadığı, halkın özneleştiği fırtınalı yıllar. Vietnam, Laos ve  Kamboçya zaferleriyle büyük yara alan ABD emperyalizminin gerileyişi, barış ve anti-emperyalist mücadele dalgasının bütün dünyayı kaplaması ile at başı gidiyordu, ülkemizdeki sola, demokrasiye ve özgürlüklere açık kitleselleşme… 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar süren 16 yıl boyunca üniversite gençliği ayaktaydı, cumhuriyet tarihinin en büyük ve kitlesel grevlerine şahit oluyordu, ülke, üreticiler ayaktaydı. TİP(Türkiye İşçi Partisi) parlamentoya 1965’de 15 milletvekili sokuyor, bu dip dalgası CHP’yi ortanın solu adı altında arayışa itiyor. Milli şef İnönü devrilerek sola yüzünü dönmüş-o dönemler- Ecevit, CHP’nin başına geliyordu. Bu gelişme CHP’yi 1977 seçimlerinde 212 milletvekili kazanmaya kadar götürdü. Bugün ‘marjinal diye nitelendirilen sol grupların yayın organları yüzbinlerle ifade edilen satış rakamlarına ulaşıyordu. Özgürlükçü kitlesel dalga DGM’lerin kaldırılmasına yolaçıyordu, İşçi sınıfının sendikalaşması çığ gibi büyüyordu ve askeri darbe gerçekleştiğinde yüzbinlerce işçi grevdeydi. Kültür sanat dünyası bütün sektörleriyle demokrasiye, sola ve özgürlüklere açık bu dalgayla bütünleşmişti. Bu süreç 12 Eylül askeri darbesiyle kanlı bir şekilde bastırılacaktı.
Bu nisbeten uzun sayılabilecek yakın tarih tasviri, nostalji ihtiyacından doğmuyor. Bugüne dair gerçekçi sonuçlar üretebilmek için geçmiş bize çok önemli veriler sunuyor:
-Demokrasi ve özgürlük mücadelesi ezilen, sömürülen, baskı altındaki sınıfların dip dalgasıyla bütünleşebildiği ölçüde sıçramalarla ilerliyor. O dönemin karakteristik özelliği buydu. Kitleler sokakta, grevlerde, fabrika ve toprak işgallerinde, üniversiteler ayaktaydı. Sol cesaretle fabrikalara, işçi mahallelerine ve üretim bölgelerine yöneliyor ve büyük bir hüsn-ü kabulle karşılanıyordu.
-Kör kişisel menfaatlere odaklanmış, köşe dönmeci, azgın rekabet koşullarında birbirinin sırtına basarak ayakta kalmaktan başka çaresi olmayan, toplumu var eden bütün olumlu özelliklerin çürüdüğü bugünün tipik bireyleri ve toplumu; o yıllarda dayanışmayı, fedakarlığı, birlikte mücadele azmini özgürlükçü değerleri ayakta tutuyordu.  Alttakiler aşağıdan yukarıya fedakarlıklarla dolu bir mücadeleyle yeni bir toplum inşa ediyordu. Ta ki, hakim sınıflar durumun vehametinin farkedip kanlı darbelerini yapana kadar.
Geçerken o dönemin olumlu-olumsuz bütün veçheleriyle irdelenmesinin bu yazının konusu olmadığını belirtmek gerekiyor.

BUGÜN İSE…
Dünya çapında dip dalgaları geri çekilmiş durumda. Cenova, Seattle, Wall-street’i işgal et eylemleriyle ortaya çıkan kitlesel parıltılar sönümleniyor ve süreklilik üretemiyor. 1991 Irak müdahalesi sırasında milyonlarca protestocuyla uzun yıllardır ilk defa zirve yapan barış hareketi artık neredeyse marjinal  hale geldi. Uluslar arası siyaset alanı özgürlük ve demokrasi rüzgarlarının giderek etkisinin daha az hissedildiği bir arena haline geldi. Bir çok ülkede sağcı ve ırkçı hareketler yükseliyor ya da o akımların yarattığı etkiler siyaset yapıcılar arasında karşılık buluyor. 70’li yılların özgürlükçü rüzgarının etkisiyle hızla yükselen uluslar arası sosyalist hareket hem anavatanlarında, hem de bütün ülkelerde dibe vurmuş durumda…
Ülkede ise  ’80 askeri darbesinin son derece yıkıcı etkisi etkisi bugünlere kadar devam eden sonuçlar üretmiş görünüyor. Sendikal örgütlenme neredeyse deveye hendek atlatmaktan zor hale getirildi, oluşturulan mevzuatla. Bugünkü sendikalaşma oranları 70’li yılların sendikalı işçilerinin oranları ile mukayese bile edilemez. En küçük hak arama talepleri zorla bastırılıyor, bütün prosedürleri tamamlanmış grev girişimleri daha ilan edilmeden iktidar tarafından yasaklanıyor. Sınıf dayanışması çökertildi. En küçük hak arama girişimleri daha başlamadan gazla, copla, tazyikli suyla, keyfi gözaltılarla bastırılıyor. Son otuz yıla damgasını vuran kitlesel hareketliliği bir elin parmaklarının sayısıyla bile ifade etmek mümkün. 1990-91 Zonguldak maden işçilerinin Ankara’ya kitlesel yürüyüşleri, Susurluk’taki kazadan sonra derin devlete karşı yapılan bir dakika karanlık eylemleri, özelleştirme karşıtı eylemler, Tekel işçilerinin direnişi,  Hrant Dink cenazesi kitleselliği, tabii ki tarihimizde çok özel bir yer işgal edecek gezi direnişi ve Kürt siyasi hareketinin kitleselliği tartışılmaz yükselişi…Bu kitlesel hareketlilikler de bir süreklilik arzetmeden kendi konjonktürlerinin özgün çıkışları olarak kaldılar.
Bütün bunları sıkıcı olmak pahasına aktarmamın nedeni, bildiğim, inandığım, tanığı olduğum bir gerçeği özellikle vurgulamak içindi. Sosyal uyanışla, kitlesel hak arayış eylemleriyle, ezilenlerin mağdurların, baskı altında olan sınıfların ve toplumsal kesimlerin toplu direnişiyle desteklenmeyen özgürlük ve demokrasi mücadelesi hakim sınıfların kendi aralarındaki hesaplaşmalarının girdabında ve düzen payandası siyasi koridorların, kulislerin mahfillerin çıkmazında kaybolmaya mahkumdur.

MUHALEFET ALANI…
Kuşkusuz %50’yi bulan-ya da geçen- ‘hayır’ tepkisi çok önemlidir. En azından saray iktidarına korku dolu anlar yaşatmıştır. Ve şimdi onlar pabucun pahalı olduğunu görmüşlerdir. Ve şapkalarını önlerine koyup yeni stratejik-taktik tedbirler ve kararlar almaya zorunlu kılınmışlardır. Ancak %50’lik bu tepkiden bir birlikte hareket eden, koordine, politik bir merkeze sahip ‘cephe’ yaratmaya çalışmak gerçeği bükmek olarak görünüyor.
En büyük kısıt, tabii ki en kritik anlarda depreşen süreci akamete uğratan CHP devletçiliği… Varsayılan ya da oluşturulması düşünülen bu cephenin doğal olarak en büyük bileşeni olacak olan-olmak isteyip istememesinden bağımsız olarak- CHP’nin yeni hayal kırıklıkları üretecek provokatif çıkışlar yapması ihtimali, olumlu bir rol oynaması ihtimalinden çok daha kuvvetlidir. Maalesef tarihsel koşullar öyle ya da böyle %25’lik bir seçmen desteğine sahip ana muhalefet partisine kendisinin doğasına uygun olmayan bir görev yüklemiş görünüyor. Fakat aşağıdan yukarıya bir kitlesel desteğin olmadığı koşullarda ne CHP’nin dönüşmesi, ne de onun dışında ve ona rağmen bir alternatif itiraz kitleselliğinin oluşması mümkün görünüyor.
CHP açısından ikinci ve en önemli kısıt Kürt sorunu karşısında ve bu tutumun bir uzantısı olarak Kürt siyasi hereketiyle ve onunla ilgili oluşumlar karşısında iktidarla-daha doğrusu devlet çizgisiyle- nüans düzeyinde bile farklılıklara sahip olmamasıdır. CHP’nin, HDP ile ve Kürt siyasetiyle bırakın mesafeli yaklaşımlarını, her vesileyle mesafeyi ve düşmanlıkları büyütmeye çalışan bir çizgi izlemesi demokratik mücadele açısından ciddi bir handikaptır. Oysa bir-iki yıldır yaşadığımız gelişmeler ve en son 7 Haziran gösteriyor ki, CHP açısından HDP ile dirsek temasına girmeden, ayrıca Kürt sorunu konusundaki geleneksel çizgisini değiştirmeden saray iktidarına karşı mücadelenin başarıya ulaşması mümkün değildir. HDP ve temsil ettikleri bu anlamda anahtardır.
Bilmiyorum; MHP muhaliflerinin ‘hayırcı’ birikimleri ‘cephe’ yaratma çabaları açısından ayrıca analiz etmeyi gerektirir mi? Ancak yeri gelmişken altını ısrarla çizerek belirtmek gerekir ki, MHP’nin hayırcı tabanıyla ve daha da önemlisi AKP’nin ‘evetçi’ kitlesiyle temas noktaları ve dili oluşturulmadan başarı beklemek de mümkün değildir.
Saray daha 7 Haziran’da HDP’nin iktidarının geleceği açısından ne kadar büyük bir tehlike olduğunu anlamıştı. İronik bir şekilde söylersek HDP dışındaki sosyalistler, HDP konusunda tereddütler yaşarken saray anlamıştı durumun vehametini. Onun için gelinen noktada, eşbaşkanlar dahil 10 milletvekili hapiste, belediyeler kayyım altında, binlerce aktivist hapishanede, seçmen yoğunluğu olan iil, ilçe ve mahalleler yerle yeksan… Bu nedenle HDP’nin eli kolu bağlanıyor, etkisizleştirilmeye ve itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. HDP açısından önemli kısıt budur. İkinci kısıt ise hala geniş seçmen kitlelerinde bir Kürt partisi olarak algılanmasının önemli bir yaygınlık göstermesidir.
Bütün bu saydığımız kısıtlara ve iktidar kaynaklı zorbalıklara rağmen ‘hayır’ birikimi muhalif siyasi partileri, STK’ları, sivil–demokratik birikimleriyle ve inisiyatifleriyle göz kamaştırıcı bir kampanya yürüttüler. Başta kolu kanadı kırık olmasına rağmen HDP, Haziran hareketinin bütün bileşenleri, sendikalar, meslek odaları, Demokrasi için Birlik Grubu, ‘Hayır ve Ötesi’ ve sosyalist oluşumlar, bu aidiyetlerin kadın ve erkekleri, gençleri ve yaşlıları ve tüm gönüllüler, demokrat yurttaşlar olmak üzere. Ha keza CHP gençleri, kimi CHP vekilleri ve teşkilatları. Bu kampanyada özellikle akademisyenlerin, kadınların ve gençlerin coşkusu, çalışkanlığı, fedakarlığı gelecek açısından demokrasi güçlerine umut veriyor.
Yeni rejim inşasının muktedirleri her alanda, her cephede, topyekün, demokratik inisiyatifleri oluşumları, kişileri ezmeye, kürsüleri ve toplumun nefes alma borularını tahrip etmeye çalışıyor. Bu topyekün saldırılar karşısında bütün alanlarda demokratik-kitlesel meşruiyete dayalı bir topyekün direniş ihtiyacı vardır. Ne mücadeleyi 2019’a ertelemeye ve uygun CB adayı bulmaya endeksleme lüksümüz var, ne de parlamentonun, siyasi kulis ve mahfillerin çıkmaz sokaklarına. Yurttaşlarımızın bulunduğu her yer demokratik topyekün direniş alanlarıdır.   
Her şeye rağmen 60’lı-70’li yılların özgürleştirici rüzgarını bu ülkenin  sokaklarında ve meydanlarında hissettik.. Ve bu ülke de derinlerde bir yerlerde çağlayan devasa bir yer altı nehri var. Nereden mi biliyoruz? Kritik dönemlerde büyük bir coşkuyla bu ülkenin meydanlarında ve sokaklarında uç vermesinden ve günlerce sokakları, meydanları işgal etmesinden.

8 Mayıs 2017 Pazartesi

MUCİZELER Mİ, GERÇEKLER Mİ? (1)


Referandum sonuçları ve referandum ertesi gelişmeler, iktidar muhalifi demokratik- siyasi aktörlerin şapkayı önlerine koyarak yeniden düşünmelerini ve ortaya çıkan durumu analiz ederek yeni çıkış yolları aramalarını zorunlu kılıyor. Böylesi zorlu koşulların ‘gerçeği bütün ayrıntılarıyla’ ortaya koymak ve gerçeklikten korkmama/kopmama zorunluluğu doğurduğu açıktır. Hem iktidar sahipleri ve onları öyle ya da böyle 15 yıldır iktidarda tutan etkenler, hem de muhalif demokratik-siyasi güçleri belirleyen koşullar açısından. ‘Aslında biz kazandık’ şeklinde özetlenebilecek ve mezarlıktan geçerken ıslık çalma şeklindeki subjektif algılara kapılmadan. Bize lazım olan sadece ve sadece gerçeklerdir.  Artık bir an önce bir nefes alma ihtiyacı içinde olan, yaşam alanlarımızın oksijenini hızla emen  diktatoryal inşa sürecinin sekteye uğratılmasını bekleyen, umut eden milyonların varlığını bilerek söylüyorum; orta da sihirli bir değnek yoktur. Mucize beklenmemelidir. Demokrasi mücadelesinin başarı kazanması daha uzun ve meşakkatli bir süreci zorunlu kılmaktadır.

İKTİDAR ALANI
Saray/AKP iktidarı 15. yılında bile hiçbir cumhuriyet hükümetine nasip olmayan bir seçmen desteğine sahip.  Ne tek parti döneminin CHP’si, ne DP, ne AP, ne Ecevit CHP’si bu kadar uzun süreli ve ülke nüfusunun yarısını kapsayan bir kitle desteğine mazhar olabildiler. Bu durum, oldukça uzun bir parlamenter siyaset geleneğine sahip ülkemiz için ilk defa rastlanan özgün bir durumdur. %34’le, 2002 yılında çıkılan iktidar yolculuğu, %40’ın altına hiç düşmeyen ve gelinen noktada hala %50’ler civarında seyreden bir seçmen desteğine sahiptir. Bu gerçeklik-büyük bir kitle desteği- ne uluslar arası siyasi aktörler, ne de ülke içi-özellikle- siyasi aktörler tarafından  ihmal edilebilir. İktidar muhalifi-siyaset yelpazesinin hangi kanadından olursa olsun- iddia sahibi her oluşum öncelikle bu gerçeği sindirmek zorundadır.
İster sonuçları etkileyecek ölçüde olan ‘hayır’ oylarının YSK tarafından çalındığını ya da tersini düşünelim;  öyle ya da böyle saray iktidarı yine kazanmıştır ve özgüven tazeleyerek tahripkar yolculuğuna devam etmektedir. Başka bir deyişle otokrasiye yönelik muhalefet çok önemli olan ve kapının eşiğine kadar gelen psikolojik üstünlüğü ele geçirme fırsatını kaçırmıştır. ‘Psikolojik üstünlük’ özellikle kullandığım bir tanımlama. Demek istiyorum ki, ‘hayır’ oyları kazanmış olsaydı bile iktidar değişmeyecekti. Ancak ‘hayır’ kazansaydı iktidar ciddi bir yara alacak ve ‘hayır’ daha sonraki bir çok pozitif gelişmeyi tetikleyecek bir rol oynayacaktı. Bu fırsat şimdilik kaçmıştır. İktidar, islamı bir tür zihinleri iğdiş edici ideolojik enstrüman olarak kullanarak yeni bir rejim ve devlet inşası faaliyetlerine devam etmektedir. Yukarıda tasvir ettiğimiz durumu mercek altına alıp iktidarı, onun zihniyet dünyasını, yöntemlerini ve sahip olduğu kitlesel desteğin unsurlarını daha ayrıntılı analiz etmek  gerekiyor.
Öncelikle kitlesel desteğin toplumsal dikey bir yarılmadan beslendiği gerçeğini altını çizerek bir yere kaydetmek gerekiyor. Şüphesiz her otokratik iktidar böyle bir yarılmadan beslenir. Bu anlamda yaşadığımız olgu atipik değildir. Atipik olan olsa olsa, bu dikey yarılmayı yeniden yeniden üretebilme ve bu kadar zamandır sürdürebilme kapasitesine sahip bir iktidar yapısıyla karşı karşıya olduğumuz gerçeğidir. Bu dikey yarılma iktidara toplumun yarısının desteğini alarak hegemonyasını sürdürme imkanı sağlamaktadır. İktidar sahipleri bu dikey yarılmayı koruyarak, konsolide etmeyi başararak yeni rejim inşası yolculuğuna devam etmektedir. Üstelik bu destek toplumun görece yoksul ve kırsal bölgelerinde daha da artmaktadır. Önemli ve pozitif bir gelişme olarak ‘hayır’ oylarının kazandığı büyük kentlerin  görece yoksul varoşlarında da ‘iktidara onay tercihi’ hakimdir.
İkinci olarak; iktidarın köklü bir reel politiker zihniyet dünyasına sahip olduğu ve bu anlamda sahip olduğu tek prensibin ‘ne pahasına olursa olsun ve hangi araçlarla olursa olsun iktidarda kalmak’ olduğu söylenebilir. Müthiş bir kıvraklıkla ve kısa süreler içerisinde 180 derecelik politika değişikliklerine gidebilmekte, her fiyaskoyu başka alanlara yönelerek  ve ideolojik müktesabatını kullanarak az zararla atlatmayı becerebilmekte, bozulan ittifakları yenileriyle ikame edebilmektedir. Bu reel politiker kıvraklığın ‘yumuşak geçiş’ çözümlerine imkan vermeyen bir temeli olduğunu da görmek gerekiyor. 15 yıllık iktidar uygulamaları iktidar sahipleri açısından manevra alanlarını ve yumuşak geçiş imkanlarını tüketmiş, onlar için iktidardan düşmenin bedellerini ziyadesiyle tahammül edilemez hale getirmiştir.
Üçüncü olarak; iktidar kendisini hiçbir ahlaki, siyasi, hukuki ve hatta kanuni bir normla bağlı görmemektedir. İktidarda kalmak uğruna ülkenin üçüncü siyasi partisinin eş başkanları da dahil 10 milletvekilini, yüzlerce aktivistini hapse atmakta, 100’e yakın belediyeye ve büyük işletmelere kayyım atamakta, yüzlerce ulusal yerel medya organını, stk’yı mühürlemekte bir beis görmemektedir. Kuşkusuz en etkili muhalif gazetenin yöneticilerini, köşe yazarlarını ve 150 gazeteciyi hapse atma pervasızlığını da özellikle vurgulamak gerekiyor. Devlet asker, sivil ve emniyet bürokrasisiyle eşi görülmedik bir tasfiye sonucu sil baştan yeniden inşa edilmektedir. Ha keza ülke yargısı, eğitim kurumları ve tabii ki akademi dünyası… Ayrıca basına yansıdığı kadarıyla ve çeşitli(!) durumlarda kullanılması ihtiyacına paralel olarak yarı legal sokak güçleri örgütlenmektedir.
Polis-askeri özel harekat ve kolluk güçleri kendilerini hukuk ve hatta kanunlarla bağlı görmemektedir. Kendilerine bir çok örnekte olduğu gibi bu cürümlerin sonuçlarından zarar görmeyecekleri güvencesi verilmektedir.
Dördüncü olarak; emperyal güç odaklarının yeniden saflaşmalarının ve uluslar arası güç çatışmalarının  yeni bir boyut kazanmasının da iktidar sahiplerine çeşitli manevra imkanları tanıdığını söyleyebiliriz. Rusya Suriye müdahalesiyle, duvarın yıkılmasından sonraki etkisiz eleman durumundan kurtulmuş ve hegemonya çatışmaları ortamına bütün haşmetiyle yeniden dahil olmuştur. Ha keza Çin, Pasifiğe odaklanan çatışmanın en önemli unsurlarından biri olarak Asya’dan Afrika’ya askeri gücünü de büyüterek yayılmaktadır. ABD Trump’la hegemonya mücadelesinde Obama iktidarına kıyasla daha aktif ve sert bir tavır izlemeye hazır görünmektedir. AB kendi iç sorunlarıyla boğuşmakta, birleşik, müdahil bir güç olarak kalabileceği konusunda tereddütler yaşamaktadır. Bu kaotik ve hareketli ortam, en sıcak çatışmaların hüküm sürdüğü bölgenin hemen dibinde bulunan ülkemizin iktidarına da çeşitli hegemon güçler arasında salınan, birini diğerine karşı kullanabildiği bir politik esneklik(!) imkanı tanımaktadır.
Son olarak; iktidarın uluslar arası arenada demokratik kaygıların epeyi azaldığı, hemen irili ufaklı bir çok ülkede demokrasi dalgasının hızla geri çekildiği bir ortamda icrayı sanat eylediği gerçeğini de belirtmek gerekiyor. . .

MUHALEFET ALANI
Bu konuyu değerlendirmeyi ikinci bir yazıya bırakmakla birlikte, bu alana ilişkin birkaç soru ortaya atarak bu yazıyı noktalamak istiyorum.
-%48.5’luk ‘hayır’ potansiyelini bir ‘cephe’ olarak değerlendirmek mümkün müdür? Başka bir ifade ile bu potansiyeli asgari bir demokratik program-kaçınılamaz bir şekilde Kürt sorunu da dahil olmak üzere- etrafında birleştirmek mümkün müdür?
-Alttan gelen kitlesel hak arayış mücadeleleri ve sosyal uyanış olmadan demokratik süreçlerin sıçrama yapması ne ölçüde mümkün olabilir?
-‘Hayır’ birikiminin olmazsa olmaz ve en büyük bileşeni olan CHP’nin zorlu demokratik mücadelenin kendi payına düşen kısmını omuzlayabilmesi ne ölçüde mümkündür? Eğer değilse CHP’nin demokratik süreçleri sekteye uğratan tutumları nasıl ve hangi güçlerle aşılabilecektir?
-İktidarın bütün cephelere güç yığma ve bütün cephelerde topyekün demokratik süreçleri daha başından tahrip etme girişimleri hangi güçler ve taktik süreçlerle engellenebilir?
-HDP başta olmak üzere radikal demokrasi güçlerinin ya da sosyalist oluşumların bu zorlu mücadelelerin yükünü omuzlayacak potansiyeli var mıdır?
...vs.

17 Nisan 2017 Pazartesi

‘BAŞKAN’ KAZANDI KAZANMASINA DA, ANCAK….


Tamam, son derece eşitsiz, haksız, adaletsiz ve ‘HAYIR’ talebinin hertürlü yöntemle baskı altına alındığı bir kampanya döneminden sonra; YSK’nın da hukuk dışı müdahalesiyle, ‘EVET’ burun farkıyla kazandı. Üstelik ‘evet’ için bütün devlet imkanları fütursuzca seferber edilerek sürdürülen bir kampanya döneminin sonunda…  Halk deyişiyle ‘kurtlar salınmış, taşlar bağlanmıştı’.

Bütün bu göz önünde yaşanan gerçeklere rağmen muktedir kazandı. Kaleciye yapılan faule gözlerini kapatan hakemin de eşliğinde atılan golle muktedir kazandı. Onun herhangi bir usül kaygısı, demokratik kurallar nosyonu, demokratik meşruiyet kaygısı taşımadığını fazlasıyla anlayabilecek kadar deneyim sahibiyiz. Onun için meşruiyet , +1 le de olsa bir çoğunluk yakalamakla sağlanacak sayısal bir değer(!) ifade ediyor. Öyle olmasaydı; ‘millet kazandı’, ‘milletin önünde durulmaz’ çığılıkları atarak ‘milletin’ diğer yarısı yok sayılabilir miydi? Öyle olmasaydı; obstrüksiyonla ve çok az farkla kazanılan bir zaferden(!) sonra ‘anayasa’ adı verilen ve aslında toplumun büyük çoğunluğunun üzerinde anlaşmasının şart olduğu, bu nedenle toplumsal uzlaşma metni olması gereken bir metnin bir ‘anayasa’ olduğunu ısrarla iddia edebilir miydi? Şurası açık ki, iktidar sahipleri hedeflerine ulaşma noktasında ne siyasi, ne ahlaki, ne demokratik kurallar kaygısı taşıyorlar.

Görünen o ki, muktedir ve kurmayları 7 Haziran’da HDP’nin 81 milletvekilliği kazanmasıyla taçlanan, başkanlık hayallerinin o gün için suya düşmesine yolaçan  süreci iyi analiz etmiş. Ve dolayısıyla HDP’nin belini kırmaya çalışmak amacıyla, kitleler nezdinde itibarsızlaştırmak için düğmeye basarak işe başladılar. Ana muhalefet partisinin artık alışageldiğimiz basiretsiz, öngörüsüz desteğiyle de HDP’yi referandum sürecinde etkisizleştirmeyi-sesinin kitlelere ulaşmasını engelleyerek- bir ölçüde becerdiler. Yakın gelecek HDP üzerindeki baskıların da artarak devam edebileceğine işaret etmektedir.

BU KAZANCIN GETİRİLERİ…
Öncelikli olarak ortaya çıkan sonucun muktedire naif de olsa en azından kitleler nezdinde suni bir özgüven tazelemesi şeklinde bir yanılsama yaratmaya yetecek kadar fırsat  verdiği açıktır.

CB artık tasarladıklarını hayata geçirmede; zaten sahip olduğu hiçbir kimseyi, hiçbir usülü, milletin diğer yarısını hesaba katmama tavrını dünden daha fazla bir cesaretle sürdürme motivasyonunu tazelemiştir.

Öyle ya da böyle elde edilmiş de olsa, bu CB’nin bir kere daha sağladığı kitle desteğinin uluslar arası kamuoyu oluşturucusu kurumlar ve yabancı hükümetler nezdinde hesap dışına itilemeyecek olduğu açıktır. Hele çıkar ilişkilerine ve çatışmalarına dayanan uluslar arası platformda… CB’nin uluslar arası ilişkilerdeki geçişkenlik kabiliyetinin, olağanüstü uyum kabiliyetinin, pragmatizminin yakın dönemde tekrar galebe çalarak ilişkileri yeniden düzenlemeye(!) yol açacağını öngörmek  hiç de isabetsiz olmasa gerektir. Özellikle batılı hükümetler ve kurumlar bir süre daha gelişmeleri sütre gerisinden izleyeceklerdir...

Geleneksel İstanbul patronlarının ve dahi bir kısım Anadolu patronlarının varolduğu gözlenen huzursuzluğunun bir olgu olarak ortaya çıkması en azından bir süre daha ertelenecektir.

Ayrıca, AKP içinde geçmiş yakın dönemde gözlemlediğimiz muhalefet potansiyelinin bir süre daha gelişmeleri gözlemlemek durağanlığına itileceğini öngörmek isabetsiz olmasa gerektir. Ha keza asker-sivil bürokrasi içindeki muhalefet odaklarının… Aynı zamanda MHP muhalefeti de en azından tasarladıklarını hayata geçirmek bakımından gelişmeleri izlemek için erteleme ihtiyacı duyacaklardır.

Son olarak bu zaferin(!) en geniş anlamıyla ‘HAYIR’ aktivistlerinde, bir ölçüde, daha da çok muhalif kitleler nezdinde bir ‘ne yapsak etsek olmuyor’, ‘öyle yapıyor, böyle yapıyor yine de kazanıyor’ şeklinde, geçici olmasını umduğum  karamsarlığı beslemesi kaçınılmaz.

ANCAK,
Kural dışı, etik dışı müdahaleler ancak foto finişle tespite edilebilecek kadar bir farklılık yaratabilmiştir. Belki de yaratamamıştır. Bu ilan edilen farkın gerçekliğini belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Kural ve etik dışılıkların rolünün bu fark üzerinde ne kadar etkili olduğu belki de devletin karanlık dehlizlerinde kaybolacaktır. Ama şurası çok açıktır ki, bu referandum şaibeli seçimler listesinin ilk sıralarında yerini alacaktır.

Büyük iller kaybedilmiştir. Muktedirin ‘Türkiye’nin özü, özeti’ dediği İstanbul kaybedilmiştir. Bütün beklentiler, tercihinin ‘evet’ yönünde olacağı şeklinde olan Ankara seçmeni herkesi yanıltmıştır. Neredeyse hiçbir ilde ‘evet’ oyları geçmiş seçimlerin AKP+MHP toplamını bulamamıştır. Kayıpların MHP’den mi, AKP’den mi olduğu zamanla daha net görünür olacaktır.

Göz kamaştırıcı bir ‘hayır’ kampanyası yaşanmıştır. Muhalefet odakları başta sosyalistler, sosyal- demokratlar, demokratlar olmak üzere kendi kulvarlarında, ama birbirlerine kulak vererek, gerektiğinde dayanışarak ilerisi için umut verici, son zamanlarda örneğine pek rastlamadığımız bir birliktelik örneği vermiştir. Bu süreçte Kürt siyaseti farklı muhalefet birikimlerinin daha bir dikkatine girer olmuştur.  Muhalefet ayrıştırıcı zaaflarından arınarak, kendi kimliklerini öne çıkarmadan ortak hedefe yoğunlaşmayı başarabilmiştir. Çok farklı saiklerle hareket eden, çeşitlilik arzeden muhalefet aynı hedefe yönelik ayrı ama birleşik bir hareketlilik oluşturmuştur. Bu önemli ve farklı bir deneyimdir.

Her yaştan kadınlar ve gençler ‘hayır’ kampanyasının temel direkleri olmuşlar ön plana geçerek yakın gelecek için umudu besleyici bir rol oynamışlardır.

Eşi benzeri görülmedik baskılara maruz kalan HDP bütün bunlara rağmen dik durmuş ve içine itildiği etkisizleştirilme çabalarına rağmen çemberi bir ölçüde de olsa kırabilmeyi becermiştir. Kürt siyaseti ve Kürt seçmeni baskılara boyun eğmemiş, ısrarla kaderini ülke halklarıyla birleştirme iradesinden yana koymuştur…

SON OLARAK,
Muhalefet bir bütün olarak, yoksulluk,üretim,  varoşlar, yoksullar, emekçilerle ilişkisinin zayıflığı şeklinde belirginleşen temel zaafının üstesinden gelmek zorundadır. Bu konuda sosyalistlere hayati öneme sahip bir rol düşmektedir.

Görülmüştür ki, Kürt siyasi hareketi ve HDP demokrasi mücadelesinin temel direklerindendir. İktidar sahiplerinin en zayıf tarafı da budur. Acılar ortaklaştırılmadan, baskı ve adaletsizliklere birlikte direnilmeden demokrasi mücadelesi sürdürülemez.

Belki de mümkün olmayacak bir şey söylüyorum ancak, CHP her kritik aşamada uç veren geleneksel devletçi çizgisinden-dokunulmazlıkların kaldırılmasına, dış müdahale teskeresine, OHAL’in ilanına…vs. destek verme-  arınmak zorundadır. Bu bir zorunluluktur.

Evet;
“Bu daha başlangıç mücadeleye devam”.

17 Mart 2017 Cuma

‘HAYIR’ KAZANACAK DA NE DEĞİŞECEK?


Bir görüş var. Deniliyor ki; “ne değişecek, diyelim ki ‘hayır’ kazandı. Tek başına iktidar, sonsuz yetkilere sahip ve üstelik hiçbir sorumluluğu yok, yani ‘sorumsuz’. Üstelik  2019’a kadar iktidar. Bu demektir ki, 2019’a kadar bu durumu değiştirme şansımız da yok. Üstelik OHAL var”.

Bu görüşün Kürt vatandaşlarına uyarlanmış bir şekli de var; “devlet evinizi başınıza yıktı. Partinizin milletvekilleri içeride, binlerce kürt siyasi, yerel önderleriniz hapis, belediyelerinize el konuldu. STK’larınız, medya organlarınız, kendinizi ifade olanaklarınız elinizden alındı. Ve üstelik bu eşi görülmemiş zulüm ittifak halinde uygulanıyor. Siz söz konusu olduğunuzda ‘hayır’cıların önemli bir kesimi de ya destekliyor ya da görmezden geliyor. Peki size ne oluyor? Bu referanduma katılmak bu zulüm düzenini meşrulaştırmak anlamı taşımaz mı? Sanki referandum paketi içinde sizi ilgilendiren bir kırıntı mı var?”

Bu iki görüş aynı sonucu üretmeye aday görünüyor; sandığa gitmemek… Üstelik referanduma bir ay kala ve sandıktan ‘hayır’  çıkması ihtimalinin hala baskın olduğu koşullarda. Referandumda sandığa gitmemenin aksi iddia edilemez bir biçimde ‘evet’ anlamına geldiği açıkken. Öyle ya, katılım azlığı ve hele de potansiyel ‘hayır’cı kesimlerin sandığa gitmemesi daha az ‘evet’ oyuyla %51’i yakalama şansı doğuruyor…

Peki ‘hayır’ın kazanması mümkün mü?
Bütün göstergeler ‘hayır’ın kazanma ihtimalinin kuvveti bir ihtimal olduğunu yönünde.

-Kamu oyuna yansıyan araştırma sonuçlarını, iktidar mensuplarının, yandaş basının endişe ifade eden ve tehlikeye işaret eden açıklamalarını bir kenara bıraksak bile; ‘evet’  kurmaylarının hala soğukkanlı ve içeriği güven veren bir kampanya beceremiyor(!) olmaları bir acziyet ifadesidir. Onlar da anladılar ki, ellerindeki pazara sundukları ‘evet’ ürünü son derece zayıf ve inandırıcılıktan yoksun. Bu nedenle içte ve dışarıda gerilimi tırmandırmaktan başka bir şey ellerinden gelmiyor. Bir çeşit panik hali. Cumhurbaşkanının sahaya çıkmasıyla durumun değişeceğini düşünen ve buna umut bağlayan ‘evet’ cenahı hayal kırıklığı içinde.

-Onbeş yıldır ilk defa son derece geniş bir muhalefet çevresi ‘hayır’ etrafında birleşmiş görünüyor. 2013’e kadar Akp iktidarını destekleyen liberal kesimlerden tutunuz, CHP, HDP solun bütün renkleri, MHP seçmeninin önemli bir kesimi, Saadet Partisi, demokratik kitle örgütleri, stk’lar ve bir kısım eski asker ‘hayır’ı gönülden sahiplenmiş görünüyorlar. Bu yeni bir durumdur ve ‘Hayır’ isteği sağı bölmektedir… Daha da ötesinde  tasfiye edilmiş etkili AKP kurucu kurmaylarının henüz ‘evet’ desteği vermemiş olmaları son derece manidardır. Özetle inisiyatif ‘hayır’cıların elinde görünüyor…

Peki ‘hayır’ kazanırsa ne sonuçlar doğar?
-Beştepe iktidarı son derece yoğun bir sıkışmışlık içerisinde. Bu sıkışmışlık sadece ciddi bir tehlike olan ‘hayır’ baskısından kaynaklanmıyor. İç politikada, ekonomik alanda, özellikle dış politikada yaşananlar, dikkatle bakıldığında fırtına öncesi emareleri andırıyor. En son dış düşmanlar arasında Bulgaristan’da yerini almış bulunuyor. TC 90 yıllık yaşamının hiçbir döneminde bu denli bir tecrit yaşamamıştı. Ne askeri iktidarlar döneminde, ne de ’74 Kıbrıs müdahalesinden sonra. İktidarın dış politikası sadece devletlerarası politika da bir fiyaskoyla karşı karşıya değil, halklar arasında da düşmanlık görülmemiş düzeye ulaşmış durumda. Geleneksel dış politika söylemine sığınacak olursak ‘ülkenin itibarı ayaklar altında’.  Bir yandan Trump’ın öbür yanda Putin’in tutuğu ipin üzerinde iktidar cambazlık yapıyor. Ekonomik kriz pansuman tedbirlerle yatıştırılmaya çalışılıyor. Kaynağı belirsiz dış fonlarla… Bu kısaca özetlenen durum kesinlikle ‘sürdürülebilir’ değildir. Ve muhtemel bir ‘hayır’ zaferinde, açıktır ki, iktidar ittifakının siyaset kazanı bu basıncı kaldıramayacaktır.

-Erdoğan iktidarı etrafında yoğunlaşan ve tekelleşen güç siyasi yaşamının ikinci büyük yenilgisiyle üstelik kendisi açısından daha elverişsiz koşullarda karşı karşıya kalacaktır. Koşullar artık 7 Haziran’daki gibi değildir. İktidar ittifaklarını kaybetmiş ve ‘silahlarını’ tüketmiştir, daha da ötesi muhtemel ‘silahları’ artık öngörülebilir haldedir-şapkadaki tavşanı artık tanıyoruz-, diğer yandan İktidar ittifakının yeni unsurlarının huzursuzlukları açığa çıkacaktır. AKP içinde bastırılan muhalefetin kendini daha açık ifade edebilmesinin koşulları da olgunlaşmış olacaktır. Özetle iktidar çevreleri özgüven kaybına uğrayacak, yenilmez sanılan amiral gemisinin zırhı delinecek, amiral gemisi okyanusta başıboş kalacaktır. İktidarını sürdürmek artık çok ama çok zor olacaktır.

-Demokratik muhalefet Gezi direnişinde, 7 Haziran’da-çok kısa süreli de olsa- kazandığı özgüveni tazeleyecek, inisiyatif kazanacak ve birleştiğinde güçlü olmanın önemini idrak edecektir.

-Şapkadaki tavşanlardan birinin de ‘hayır’ durumunda bir ‘erken seçim’ olduğu artık sır değil. Eğer böyle bir yola tevessül edilirse bu sürecin beştepe iktidarı açısından büyük risk taşıdığı kolaylıkla iddia edilebilir. Beştepenin seçim kampanyasının ne olacağını tahmin etmek zor olmamalı. Örneğin, ‘Fetö-PKK ve üstakıl, dış düşmanlar birleşti,…vs’. Komik değil mi? Evet fazlasıyla komik, artık…

Peki ‘hayır’ın kazanmasının Kürtler için ne anlamı var?
Bu soru şöyle de sorulabilir, ülkenin demokratik bir mevzi kazanmasının o ülkeyi oluşturan halklar açısından önemi nedir? ‘Hayır’ın kazanmasının müstebit iktidarın geriletilmesinde, demokrasi güçlerinin önünün açılmasında ve dolayısıyla Kürt sorununun barışçı çözümünün yeniden konuşulabilir hale gelmesinde önemli rol oynayacağı açıktır. Beştepe iktidarı içerde izlediği yıkım ve imha politikasıyla, dışarıda izlediği bölücü ittifaklarla demokratik süreçlerin oluşmasının önünde en büyük engeldir. Barış içinde birlikte yaşamı savunan, arzulayan Kürt ya da Türk, kim olursa olsun ülkenin demokratikleşme süreçlerine destek olmak dışında bugün için başka bir seçenek bulunmamaktadır. ‘Hayır’ duruşu aynı zamanda içeriye atılmış siyasilere, yerel yöneticilere, gazetecilere, ellerinden alınmış belediyelere ve çalışanlarına karşı bir görev halindedir. ‘Hayır’ kazanımı iki halkı birbirine daha da yakınlaştıracaktır…

21 Şubat 2017 Salı

‘EVET’ CENAHINDA ŞANZIMAN DAĞILMIŞ DURUMDA!



Her kafadan bir ses çıkıyor. Kimisi  kesin zaferden emin değil, kimisi tam tersi sonuçlar çıkabileceği ihtimalini acıklı bir şekilde ısrarla dile getiriyor. Yeminli tetikçilerin bütün saldırılarına rağmen ‘aman dikkat’ seviyesinde de olsa uyarılarını sürdürüyorlar. Yandaş kamuoyu kuruluşlarının bazıları ‘hayır’ın önde olduğunu itiraf ederken, diğerleri ancak ‘başabaş’ bir durumdan söz ediyorlar. Hatta kimileri bir ‘olağan dışı’ sürecin bahane edilerek referandumun ertelenebileceğinden bile söz edebiliyor. Kimse yeni müttefikleri MHP’nin seçmen kitlesine güvenmiyor. Haksız da değiller. Nitekim MHP’li muhalifler bir çok ünlü ülkücünün katılımıyla  güçlü bir ‘hayır’ toplantısıyla kampanyayı başlattılar.

Reis’in sahaya çıkmasıyla her şeyin düzeleceğine(!) olan inanç da sarsılıyor. Reis programlarını iptal ediyor. O da ‘hayır’cılarla terörizmi aynılaştırma retoriğinden ‘CHP’li ve hatta HDP’li kardeşlerim’ üslubuna sıçrıyor, onun da kafası karışık. Umre kıyafetiyle arz-ı endam ediyorsunuz, ‘bu bir rejim değişikliği değildir, sistem değişikliğidir’ diyorsunuz, sonra ağzınızdan ‘gücü tek elde topluyoruz’ sözünü kaçırıveriyorsunuz.

Özgüvenli, ortak, inançlı bir kampanya dili tutturabilmiş değiller. ‘Evet’i ‘hayır’cıların ne kadar kötü ve tehlikeli olduğunu ısrarla dile getirerek hakim kılabileceklerini sananlar hala baskın. Daha doğrusu getirdikleri anayasa değişikliği teklifini savunabilecek pozitif bir duruşa sahip değiller. Bazıları ‘pozitif kampanya yapılmalı’ diyor, ısrarla, ama olmuyor olamıyor. Çünkü ortalıkta ‘el içinde savunulabilecek’ bir şey yok. Kazanma ihtimalleri ancak tozu dumana katarak, gürültüye ve boğuntuya getirebilme performansına bağlı. Sanki bir çoğu da ‘inanmıyor’ gibi ya da içten içe ‘bu kadarı da fazla mı acaba’ diye düşünüyorlar. Öyle ya ‘reis’in yarın nasıl bir tutum alacağı, kimi hedef tahtasına oturtacağı belirsiz. Bir şey söylüyorsunuz, o cepheden halisane duygularla ya bizzat reisin ya da kalemşörlerin dizginsiz saldırılarına maruz kalıyorsunuz.

O cenahtan birileri ‘evet’ kazanamazsa, iç savaş çıkar tehditleri savuruyor, mafyatik örgütlü simalar da ‘hayır’cıları sokakta beklediklerini(!) ifade ediyorlar. Gaza gelen gençler de silahlarla resim çektirip dolaşıma sokuyorlar. Dünür silahtan sözediyor, ‘Halkın Özel Harekatı (HÖH) arabaları da yeniden sokaklara sürülüyor.

Devletin kurumları da-belki de artık AKP’nin kurumları demek daha doğru- sanki ‘hayır’ cephesini güçlendirmek üzere seferber olmuş durumda. Kimi valiler, kaymakamlar, Cumhuriyet Savcı yardımcıları, MEB il ilçe müdürleri, bürokratlar hiçbir endişe duymadan ‘evet tercihlerini’ kamuoyu ile paylaşıyorlar. Hatta imamlar, müezzinler…

KHK’larla binlerce insan işinden gücünden edilip itiraz hakları elinden alınmış bir şekilde önce sokağa, yetmiyor hapise atılıyor. Ülkenin gözbebeği saygın üniversiteler bir yandan YÖK ve işbirlikçileri tarafından bilim insanlarından ‘temizleniyor’. Üstelik kimi iktidar dostları cenahından bile ciddi ve feryat halinde tepkilere yolaçacak şekilde Cübbeler postallarla çiğneniyor, Yaşlı, genç bilim insanları hocalar gaza boğuluyor, darp ediliyor. Sonra da çıkıp-alay eder gibi- ‘hata varsa düzeltilir’, ‘haksızlığa uğradıklarını düşünenler devlete başvursunlar’ diyorsunuz. Bazı valilikler gösterileri, toplantıları çeşitli bahanelerle yasaklıyor. Sokağa çıkan ve ‘hayır’ bildirisi dağıtanlar gözaltına alınıyor.

Parlamentonun 59 vekilli üçüncü büyük partisinin eş başkanlarını, 10 vekilini gülünesi iddianamelerle içeri atıyor, yüzlerce yıllık yargılamalara maruz bırakıyorsunuz. Vekillerin kimilerini ön kapıdan bırakıp, arkadan tekrar tutukluyorsunuz. Sanki Çin işkencesi… Artık köseleye dönmüş vicdanları bile kanatacak yöntemlerle… On binlerce üyesini, sempatizanını gözaltına alıyor, 5 binini tutukluyorsunuz. Eş başkanlardan birinin vekilliğini düşürüyorsunuz. Amaç HDP’yi fiilen kapatmak..

En etkili muhalif gazete Cumhuriyetin yazar ve yöneticilerini, onlarca gazeteciyi aylardır iddianamelerini bile hazırlamadan içeri atıyorsunuz Muhalif medya organını çocuk TV’lerine varıncaya kadar kapatıyorsunuz.

Zorbalıklar saymakla bitecek gibi değil.

Bu ülkenin yurttaşları mesajınızı alıyor; siz diyorsunuz ki, ‘hele bir referandumda ‘evet’ kazansın siz bizi o zaman görün. Bu yaşadıklarınız ne ki!’  Ama emin olun, bu mesajınızın ‘evet’ beklentinize tam tersi bir katkısı olacak.

Şapkada tavşan kalmadı mı ki? Tabii ki değil. ‘Osmanlı da oyun bitmez’ derler. Aslında  o ‘tavşanlar‘ da sır değil. Kandil’e, Şengal’e sefer, Suriye’de girilen savaş macerasının sıçratılması…vb. Ve bu dolayımda mehter marşları eşliğinde, miğferli resimler ve kahramanlık türküleriyle yaratılacak kesif bir milli seferberlik havası, şovenizm dalgası. Bu hazırlıklar içinde olanlara 1974 yılında Kıbrıs ‘zaferini’ oya tahvil etmek isteyen Ecevit’in başına gelenleri hatırlatmak gerekir.



Hülasa ‘evetçi’ cenahın vardığı nokta Binali Yıldırım’ın grup toplantısında yaptığı ülkücü işareti. Komik değil mi? Tüy diker gibi. Bir çoğumuz hemen Kılıçdaroğlu’nun Ekmeleddin kampanyası sürdürürken seçim otobüsünden verdiği fotoğrafı hatırlamadık mı?  Sizce ülkücüler ne düşündüler dersiniz?    

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...