27 Aralık 2016 Salı

YILMAZ ÖZDİL, SÖZCÜ, 250 BİN İMZA VE IRKÇILIK…



Özdil Sözcü’de yazdı; Suriyeli’lerin ülkemizde g.tlerini gezdirdiklerini, kayak yaptıklarını…vb. Askerlerimizin İŞİD mezalimine maruz kalarak katledilmelerinden duyduğu infiali dile getirirken. Onun bu satırlarını okumak dolayısıyla bir şaşkınlığa uğramadık. Onun ırkçılığı tescilli. Roboski katliamı dolayısıyla ‘katırlara çok üzüldüğü’ yolundaki  ifadelerinin mürekkebi bile kurumadı. Ha keza gazetesinin ve kendisinin Kürt kebabına karşı Ege otlarını tavsiye ettikleri yazılarının.

Bir aklı evvelde kampanya başlattı. “Ülkemizde yaşayan 18-45 yaş arası Suriyeli’lerin askere alınması ve TSK komutasında  Suriye’deki savaşa katılmalarının sağlanması’ yolunda. Yani bizim gençlerimizin yerine Suriyeli’ler katledilsin kampanyası… Öyle ya memleket sonuç olarak onların memleketiydi. Yetmedi bir hafta içerisinde 250 bin imza toplandı. Bu sayının giderek artacağı da belli.

Türkiye’deki varlıkları 3 milyona yaklaşan Suriyeli’lerden hangilerinin nerelerde kıçlarını gezdirdikleri, kayak yaptıkları, tabii ki Özdil’in derdi değil.  Eğer Özdil’i haklı çıkaracak miktarda Suriyeli ülkemizde sayfiye hayatı yaşıyorsa, kamplarda üstüste yaşayan, sokaklarda dilenen, kağıt mendil satan, emsallerinden üçtebir oranında daha az ücret alarak bugün çalışabilen yarın iş bulup bulamayacakları belli olmayan, fahiş fiyatlarda kiraladıkları it bağlasan durmaz evlerde üstüste yaşayanlar, metropollerde ve güzide tatil bölgelerinde sokaklarda, meydanlarda kovalananlar, fuhşa mahkum olan çocuklar, kadınlar kimler? Ege Denizi ve Akdenizin sularında çoluk çocuk boğulan insanlar da herhalde Alpler’e kayak yapmaya gidiyorlardı. Hadi diyelim Özdil’in iddia ettiği kadar ülkemizde sayfiye hayatı yaşayan, kıçlarını gezdiren  Suriyeli var. Özdil’in dileği gerçekleşse herhalde askere alınıp Suriye’de savaşa gönderilebilecekler de bunlar olmayacak. Öyle ya, onlar yine bir şekilde yırtacak ve cepheye gönderilecekler de kamplarda yaşayan, evi barkı yıkılmış, savaşta yakınlarını kaybetmiş garibanlar olacak. Nereden bakarsan bak bu ‘ateşten kestaneleri alacak maşa’ ihtiyacı her şeyden önce insani değil. Bu insanlar sonuç olarak bir iç savaştan kaçmıyorlar mı? Hani ‘düşman ülkelerini  işgal etmiş’ bunlar da kıçlarını gezdirmeyi tercih etmişler. Bir yanda cihatçı katliamcılar diğer yanda Esad mezalimi…

Hani memleketimizde bir vecize(!) vardır; ‘alavere dalavere Kürt memet nöbete’ diye. Özdil bu zihniyetin billurlaşmış ifadesi. Aslında bu zihniyetin temsilcileri/sahipleri keşke Özdil ve kampanyayı başlatanlardan ibaret olsa. İngiliz emperyalistleri Çanakkale’de ve daha bir çok sömürgeci savaşta Hint’li, Yeni Zelandalı, Avustralyalı garibanları cephelere sürüp  telef etmedi mi? Ha keza Franko’nun faşist orduları cumhuriyetçilerin üzerine mağripli garibanları sürmedi mi? Özdil ve kampanyacılar sömürgecilerin, emperyalistlerin, faşistlerin, muktedirlerin zihniyetinin mikro takipçileri aslında. Sadece o  kadar… Bunlar Rusya’ ve ABD gibi hegemonyacı güçlerin bizi ‘kullanmalarından’ yeterince rahatsız olmazlar da kendilerinin yerine ikame edilebilecek gariban ararlar. 

‘Kardeşim senin elin memleketinde ne işin var, tankınla, tüfeğinle, sen sınırlarını tahkim et, tedbirlerini al, Suriye muhalefeti adı altındaki çetelerle iş tutmayı bırak, savaşa son ver, barışı sağla’ diyeceği yerde, bizimkiler değil, onlar katledilsin zihniyetine kapıl. 5 yıldır Suriye’de macera peşinde koşan hükümetin savaşçı siyasetlerinin devamı olan askeri müdahalenin genç askerlerimizin başlarına açtıkları felaketle karşısında da  asıl sorumluyu görme/destekle, ‘biz değil, onlar katledilsin’ triplerine gir.

Üzüntü verici olan tabii ki, imza kampanyasının gördüğü rağbet!  Yaşadıkları sıkıntıların, felaketlerin sorumluları olarak ‘ötekini’ görme; bazen ‘Kürtleri, bazen Yahudileri, müslüman olmayanları, homoları, romanları, kadınları, Ermenileri, Suriyelileri..vb görmek galiba temel hasletlerimizden.  Faşizmin üzerinden yükseldiği, inşa edildiği en temel zaafımız da bu galiba. Nitekim, Avrupa’da bizimkiler de dahil göçmenlerin muhatap oldukları da bu tür ırkçı argümanlar. Üstelik Avrupalı ırkçıların son derece net bir şekilde, diğer siyasilerin de ürkek bir şekilde temsil ettikleri ve aslında Avrupalı vasata da hakim olan zihniyet aynı Özdil’in zihniyeti. Onlar da Avrupa’da yaşayan göçmenlerin, asalaklığından, çalışmayıp sosyal ödeneklerle idare edip kıçlarını gezdirdiklerinden yakınırlar. İlginç değil mi? Maalesef bizim vasatımıza hakim olan bu zaaf da yükselen faşizm için verimli bir zemin oluşturuyor.

Resimde kayak yapan Suriyelileri görüyorsunuz.

Cengizhan Güngör

10 Aralık 2016 Cumartesi

SİSTEM DEĞİŞMİYOR, YENİ BİR REJİM İNŞA EDİLİYOR…



İster yeni anayasa yapılma tarihlerini esas alarak sıralayın, isterse 1923 toplum sözleşmesinin 2000’li yıllara kadar devam ettiğini varsayarak sıralayın ‘yeni’  Türkiye Cumhuriyetini anayasal olarak da taçlandırmanın arefesindeyiz. Birincisini esas alırsanız 6. cumhuriyetimiz, diğer tercihi esas alırsanız 2. cumhuriyetimiz kuruluyor.

2002 yılında AKP iktidarının kurulmasıyla ‘yeni’ cumhuriyetin inşa süreci başlamış oldu. ‘Yeni’ ifadesi kuşkusuz bir olumluluk içermiyor. 1923’de kurucu babalar tarafından oluşturulan 90 yıllık toplumsal mutabakatının eskide kalmak üzere olduğunu vurgulamak için ‘yeni’.

1923 kurucu mutabakatının en önemli ayaklarından biri İslamın devletleştirilmesi ve politik islamın siyaset alanının dışına itilmesine karar verilmesiydi, kuşkusuz. Bu mümkün olamadı. Erken cumhuriyet dönemi bu süreci zorla da olsa 1922 zaferinin yarattığı dalgayı da arkasına alarak bir ölçüde başardı. Ancak süreç içerisinde rejimin karşılaştığı her krizde gerek sosyal uyanışlar ve kitle mücadeleleri karşısında, gerekse milli(!) davalarda rejimin güçlerinin payandası  ve sivil muharip gönüllü gücü görevini üstlenen politik islam siyaset arenasından dışlanmak şurada dursun, giderek o rejimin ortağı oldu.

Sarsıntılarla da olsa 2000’li yıllara kadar idare eden ’23 rejimi son büyük ekonomik, siyasi ve askeri krizlere dayanamayarak komaya girdi. ’23 rejiminin dışladığı diğer bir kesim olan Kürtlerin 30 yıllık isyanı bir türlü bastırılamıyor, ardarda patlak veren ekonomik ve siyasi krizler ölümcül darbeler indiriyordu, 90 yıllık rejime. Bu süreç politik islamın aradan sıyrılması ve iktidara adım atmasıyla sonuçlandı. 2002 Kasım ayında yapılan seçimlerden birinci ve çoğunluğa sahip parti olarak çıkan AKP ‘yeni’ sürecin başlangıcının tayin edici adımı oldu.

Klişe deyimiyle artık ‘hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’tı. Her köklü rejim değişikliği gibi bu yeni süreçte iktidar, ilk yıllarını toplumun bütününü dikkate aldığı izlenimi vererek, genel hassasiyetlere duyarlı olduğunu ifade ederek , hasımlarını ürkütmemeye çalışarak, rejimin temel problemlerini çözmeye hazır olduğunu iddia ile dile getirerek  bastığı zemini güçlendirmeye çabaladı. Bu süreç eski rejim sahiplerinin politik müdahalelerini altederek, kitlesel uyanışları ezerek, her yeni döneme uygun ittifak politikaları izleyerek bugünlere kadar geldi. Öyle görünüyor ki yeni iktidar sahipleri, Osmanlı’dan, Bizans’tan tevarüs ettikleri yönetme potansiyeliyle ve politik islamın ideolojik bagajıyla türlü krizlerle başederek adım adım taşlarını döşedikleri rejim değişikliği tasavvurlarını taçlandırmak için tam zamanı olduğunu düşünüyorlar… Başkanlık rejimi adı verilen anayasal taçlanma ile birlikte, zaten uzunca bir süredir başlamış olan bütün toplumsal dokunun, gündelik yaşam alışkanlıkları ve davranış kalıplarının, ekonomik sistemin, eğitimin, siyasi yapının politik islamın bir yorumunun ideolojik referansları temelinde YENİDEN İNŞASI süreci hızlanacak.

Yepyeni bir durumla karşı karşıyayız. Bu ‘yeniliği’ anlamak için muhtemel yanlış anlamaları da hesaba katarak, 1979 islam devrimi ve sonrasında yeni rejimin inşası sürecinde yaşanılan İran deneyimiyle paralellik kurulabilir. Bu deneyimi köklü bir şekilde incelemek gerek. Bu anlama çabaları maalesef,  ‘şeriat geliyor, İran gibi olacağız’ kısırlığının engelinden kurtularak tartışılmalı. Yoksa ne Türkiye İran, ne de 79'lar dünyasındayız. Hatırlanacağı üzere İran'da islami yeni rejim komünistlerden liberallere geniş bir ittifak yelpazesiyle işe koyulmuş, eski rejimin modern versiyonlarını-Bahtiyar, Beni Sadr- yedekleyerek başladığı sürece istisnasız bütün muhalefeti kısa zamanda tasfiye ederek devam etmiş ve nihayetinde İran rejimini EN KÜÇÜK DOKULARINA kadar yeniden kurgulamıştı. Ha keza ‘23 rejimi inşa edilirken o dönemin kurucu babalarının yaptıklarını hatırlayarak-içerik olarak tamamen farklı da olsa- bugün yapılanları manalandırabiliriz. Tıpkı onlar gibi bunlarda 'yepyeni' bir şey peşindeler. Özetle mesele basit bir parlamenter rejimden başkanlık sistemine geçiş ya da sistem değişikliği değildir. Köklü bir rejim değişikliğidir..  

‘YENİ’ CUMHURİYETİN TEMEL KARAKTERİSTİKLERİ
Kuşkusuz geride bıraktığımız 15 sene yeni rejimin hangi temel özelliklere sahip olacağı noktasında çıkarsamalar yapabilmek için zengin bir veri kaynağı sunuyor. İlkönce bu rejim, çok belli ki; sınırsız-sorumsuz tek adam yönetimine dayanan, yargı bağımsızlığının, çeşitli denetim mekanizmalarının  ortadan kaldırıldığı ya da etkisizleştirildiği, parlamento ve siyasi partilerin kenar süsü haline getirildiği, kişisel hak ve özgürlüklerin, basın özgürlüğünün yok edildiği, toplumun örgütlenme hakkının binbir türlü yolla engellendiği bir baskı rejimi olacak.

Öyle görünüyor ki, bir her vesileyle yaratılan, manipüle edilen ‘milli seferberlik ve teyakkuz’ hali kalıcılaştırılacak. Temel konular olan ‘dış tehditler, bölücülük ve terörizm’ manipülasyonlarının yanına, ’dolar bozdurma’ kampanyaları gibi konjonktürel temalar da eklenerek artık sürekli seferberlik halinde tutulmaya çalışılacağız, bu açık.

Dış politika denilen alanın her türlü provokasyona açık içi kof bir hegemonyacı bakışla sürdürüleceği ve bu olgunun ‘dış düşmanlar’ temelinde süreklileştirileceği görünüyor.

Bir diğer temel alan olan eğitim ve bu alanda yapılan operasyonlar sonucu geldiğimiz durum da son derece açık. Eğitim kindar ve dindar nesiller yetiştirmek temel amacına göre kurgulanıyor…

Toplumu bir arada tutan ideolojik kodların da ince bir çabayla yeniden kurgulandığına şahit oluyoruz. Otobüste şort giyen kadını tekmelemek, hamile kadının sokağa çıkmasının kişisel saldırganlıkla karşılanır hale gelmesi  15 yıldır inşa edilen kültürel iklimin sonuçları. Giyimden kuşama, davranış kalıplarına kadar her şey yeniden kodlanıyor. Birbirimizi anlamlandırmakta son derece önemli olan ‘dilimiz’ değiştiriliyor. Seküler gündelik jargon tamamen yeni bir jargonla ikame edilmiş bulunuyor.  

Yeni rejimin ekonomisinde cumhurbaşkanı ve etrafında oluşturduğu zümre devletinin çok etkin bir rol oynayacağı net bir şekilde görülüyor. Devlet zaten bir süredir özellikle TMSF eliyle ve kayyımlar yoluyla sermaye transferinin en önemli enstrümanlarından biri. Bir çeşit korporatizmle-toplum çıkarlarının devletin çıkarları anlamına geldiği- karşı karşıyayız. Belli ki devlet ekonomide etkinliğini kalıcılaştırmaya hazırlanıyor.

‘Süreç tamamlandı, her şey bitti, geçmiş olsun mu’, tabii ki değil. Ancak şurası açık ki, bu süreci tersine çevirecek, eskimiş rejimin bu duruma gelinmesinden sorumlu yüklerinden de arınmış demokratik, devrimci, özgürlükçü alternatif maalesef etkisiz ve inisiyatifsiz. Bu durumun kısa vadede değişmesi mümkün mü, ben bilmiyorum.

Bitirirken, yeni rejimin inşasının eski rejimin temel payandalarından MHP ve TSK işbirliği ile sürmesinin de fazlasıyla ironik olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu durumun yeni rejimin gerçek sahiplerinin bir avantajı mı, yoksa dezavantajı mı-zayıflığı mı- olduğunu ayrıca tartışmak gerekiyor. 

29 Kasım 2016 Salı

‘DEMOKRASİ’ VE SOSYALİST KOMÜNAL DEMOKRASİ…



Fidel’in ölümüyle birlikte sosyalizm ve demokrasi tartışmaları canlanmış görünüyor. Bu yazının konusu turist olarak bile Küba’da bulunmamış,-bulunmuş olsaydım bile bu konuda bir şey söylemek  hakkını kendimde bulamazdım- Küba hakkındaki bilgileri okumalarından ve yaşamı boyunca Küba’ya kulak kabartmaktan ibaret biri için tabii ki  ‘Küba demokrasisi’ değil. Bu yazının konusu Fidel’in vedası vesilesiyle yeniden gündeme gelen verili demokrasi kavramını sorgulamak ve sosyalist demokrasi için ipuçları yakalamaya çalışmak.

Bu nedenle verili demokrasi olgusunun, takılıp kalınan Kuzey Avrupa ülkeleri örneklerinin ötesinde ‘alternatif demokrasi’ kavramına kafa yormak gerekiyor. Sosyalizm deneylerinin kimilerinin ‘duvar’ altında kalmış olması, kimilerinin merkezi, hiyerarşik, otoriter, büyük kalabalıkların iradesini dışlayan yapılar haline gelmesi zaman zaman alevlenerek epeydir devam edegelen bu tartışmayı zorunlu kılıyor.

Temel sorular;
-Neden doğrudan demokrasi değil, temsili demokrasi? Neden temsilciler seçmek zorundayız? Temsilcileri parti liderlerinin belirlediği ya da kimi güç ve sermaye sahibi olmanın ya da ‘eğitimli’ olmanın temsilci olmanın asgari şartı olduğu-‘az gelişmiş demokrasi’ örneklerinden de bağımsız olarak- neden temsilcilerle irademizi yansıtmak(!) zorundayız? Son derece gelişmiş iletişim teknolojilerine sahip olunan bu çağda neden temsiliyet? Ve tabii ki neden son derece kalabalık topluluklar altında hiyerarşik merkezi yapılar içinde yaşamak zorundayız? Küçük yerel birimlerde, özerk yapılarda ve özyönetimlerle örgütlenmiş insanlık, neden iradesini doğrudan gerçekleştirebilmek olanağına sahip olamasın? Sosyalist demokrasi aşağıdan yukarı küçük toplumsal birimler ve yerele dayanmak zorunda değil midir? Bugün bize dayatılan ve önünde secde etmemiz istenen sandığa ve belli zaman aralıklarıyla yapılan seçimlere ve merkeziyetçiliğe dayalı ‘temsili ‘demokrasi’ kavrayışı ve olgusu olsa olsa bir demokrasi illüzyonudur.  O ‘demokrasi’, egemen sınıfların çıkar çatışmalarının ya da genel anlamda sınıfsal çatışmaların krize dönüşerek sistemi yıpratır hale gelmesini önlemek amacıyla oluşturulmuş bir denge bulma ve uzlaşma enstrümanıdır.

-Ezen ezilen, sermaye sahibi-emekçi, zengin-fakir, muktedir-mağdur, güçlü-güçsüz ayrımlarının ve nihai olarak uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin belirlediği toplumlarda nasıl bir halk iradesinden, daha da ötesinde bir ‘demokrasiden’ bahsedilebilir? İlla bahsedilecekse bu insanlığın geleceğini nasıl temsil eder? Eğer böyleyse, bu durum, uzlaşmaz sınıf çatışmaları ve çelişkilerinin insanlığın mutlak kaderi olduğunu kabullenmek olmaz mı? Bütün büyüklü  küçüklü ekonomik birim ve sektörlerde daha fazlave daha fazla kar esasının ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin hüküm sürdüğü koşullarda hangi demokrasiden bahsedilebilir? Büyük silah üreticilerinin, büyük sanayi komplekslerinin, finans baronlarının tam tekel belirleyiciliği altında nasıl bir demokrasiden bahsedilebilir? Bütün kitle iletişim ve kamoyu oluşturma araçlarının kar maksimizasyonu temelinde ekonomik birimler haline geldiği bir toplumsal yapıda hangi ideal demokrasiden ve özgür iradeden söz edilebilir?

-Devletler halinde örgütlenmiş toplumlarda, ezilen ve sömürülen sınıflara yabancılaşmış, onların denetimlerinin hiç olmadığı ya da o kurumlara etkisinin hiçbir şekilde mümkün olmadığı silahlı kurumlara ve istihbarat teşkilatlarına sahip bir yapılanma sosyalist demokrasinin bir özelliği olabilir mi?

-Verili demokrasi olgusu ister İsveç’de, ister Türkiye’de ya da Amerika’da sömürülen sınıf ve tabakaların güncel ve uzun erimi taleplerini sistem içinde massedebilme olanaklarını  egemenlere  sunar. Verili demokrasinin öznesi egemen sermaye, onların hiyerarşik siyasi partileri ve liderleri değil midir? Öyleyse sosyalist demokrasi hiyerarşik olmayan, aşağıdan yukarıya biraraya gelmiş hiçbir özel ayrıcalığa sahip olmayan özgür yurttaşların, sınırsız kendilerini ifade etme ve karar alma yetkisine sahip yüzlerce meclisinden oluşmak durumunda olmamalı mıdır?

-İsveç'de ya da Türkiye'de kendi ürettiklerine, özgür iradesine ve doğaya tamamen yabancılaşmış, uzmanlık alanlarına hapsedilmiş, ‘derin iktidarın’ çeperlerine bile ulaşma olanağı olmayan, 4-5 yılda bir sandığa gidebilme olanağıyla edilgenleştirilmiş, yaşadığı gezegenin akıbetini kar maksimizasyonunun belirlediği, ‘rutin’ dışına çıkıp kaderine isyan ettiğinde de merkezi devlet tarafından zorbalıkla bastırılan, tröstleşmiş medya tekelleri tarafından ufku iğdiş edilmiş insanlığın verili sitemin dışında bir arayışa girmesinden daha doğal ne olabilir?

Murat Sevinç’den mülhem olarak söylersek; sosyalizm deneylerinin öznesi olan halklar ve devrimciler yola çıkarken yaşadıkları sistemin ‘gerçek demokrasi’ olmadığını düşünüyorlardı. Yerden göğe kadar haklıydılar. Sonuç olarak yine bu sistemin dışına çıkamamış ya da alternatif bir dünya yaratamamış olmaları onların haklılıklarını gölgeleyemez. Bugün o zamanlardakinden daha çok ‘haklıyız’. Çünkü verili sistem küçücük bir parçası olduğumuz eko sistemi ve türümüzün geleceğini tehlikeye atıyor. Bir daha deneyeceğiz, hep deneyeceğiz. Ta ki, sınırsız özgürlük içerisinde bütün farklılıkların kendilerini ifade edebildikleri ve kendilerini gerçekleştirebildikleri eşit ve özgür, yöneten ve yönetilen ayrımının, sömürünün, sınıfların ve savaşların ortadan kalktığı büyük uyum dünyasını gerçekleştirene kadar!

9 Kasım 2016 Çarşamba

LANETLİ SORULAR VE İYİMSERLİK İÇERMEYEN KARALAMALAR...



“Şeytanın Gör Dediği”

Her gün yeni ve bir öncekinden daha büyük bir saldırı ile karşı karşıya kalıyoruz. Demokratik muhalefet güçleri dur durak bilmeyen bir saldırı sağanağı altında. Sadece son bir-iki ayı dikkate alacak olursak;  Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay şokunu üzerimizden atamamışken, yayın organları kapatılıp dururken, Kürt il ve ilçelerindeki belediyelere kayyım atamaları furyasıyla karşılaşmışken, Gültan Kışanak-Fırat Anlı içeri tıkılırken Cumhuriyet Gazetesi tutuklamaları ve hemen arkasından HDP’li dokuz milletvekilinin hapishaneye atılmaları ile sarsılıyoruz.  Her saldırı bir öncekini gölgede bırakıyor.  Hergün açığa alınan, sürülen, gözaltına alınan binlerce kamu emekçisi yazar ve akademisyen gündelik hayatın artık sayılardan ibaret istatistikleri haline geldiler. Aslına bakılırsa yaşadıklarımız hiç de sürpriz değil. Her saldırı aylar öncesinden işaretlerini vermeye başlıyor.

Bu ülke ordusu tankıyla, topuyla, askeriyle başka bir ülkenin topraklarında ilerliyor; sınıra yüzlerce tank, zırhlı araç ve askeri teçhizat ve askeri personel yığılıyor. Bir fetih seferberliği ve ‘alalım bizim eski yerleri’ çığırtkanlığı ile şoven-milliyetçi duygular harekete geçiriliyor, kitleler mobilize ediliyor. Meclis devre dışı, memleket sarayın şefliğinde hükümet kararnameleriyle yönetiliyor.  İçte savaş, dışta savaş, iç hainler ve onları destekleyen dış hainler … İktidarın tozu dumana katan gündelik propaganda retoriği… İrili ufaklı iktidar beslemesi ya da iktidarın yıldırdığı-sindirdiği yazılı ve görsel medya devasa bir yalan üzerinden kurgulanmış bu saldırgan propagandayı her türlü komplo teorisiyle süsleyerek insanların üzerine boca ediyor.

Peki biz ne yapıyoruz? ‘Yoğun bir ekonomik kriz kapıda, zaten AB ve ABD’de saray iktidarına karşı tutumunu sertleştiriyor,  saray iktidarının her cephede dış politikası iflas etmiş durumda … ‘Karanlığın en koyulaştığı an sabahın yaklaştığı andır’, ‘zulüm ile abad olunmaz’, ‘darbeyle gelen askeri cuntalar bile uzun süre iktidarda kalamadı’, ‘saldırganlığı zayıflığından’, ‘umuda sarılalım’, demokrasi cephesi kurulmalı…vb. içerikli onlarca okkalı analiz. Ve her bir köşede farklı itirazlarla karşılanan bitimsiz demokratik cephe kurma çalışmaları.. Son günlerde yukarıdaki özdeyişleri, benzerlerini ve tespitleri sık kullanır/yapar olduk.  Aslına bakarsanız bu tespitler/analizler tek tek ele alındığında da, daha büyük ölçekte değerlendirildiğinde de ne bir abartı içeriyor, ne de yanlış… 

Ancak halimiz; bir nevi karanlıkta ıslık çalma hali ya da ringin köşesinden antrenörünün ’aslansın kaplansın rakibin neredeyse devrilecek’ şeklindeki motivasyonuna(!) karşı, ‘peki beni kim dövüyor’ diyen, yediği yumruklardan fena halde sersemlemiş, neredeyse yıkılmakta olan boksörün durumuna benzemiyor mu?

Peki sorun ne? Neden en geniş anlamda muhalif duruş, bu saldırıları, püskürtmeyi bırakın savuşturacak gücü kendinde bulamıyor? Neden diktatörlüğün inşası sürecini bırakın durdurmayı, yavaşlatmayı bile beceremiyoruz? Neden saldırılara karşı fedakarca direnen, ancak yalnızca cılız ve marjinal tepkiler oluşturabilen ‘reaktif- tepkisel’ bir konuma mahkum olduk? Kayıtsız-kuyutsuz bir demokrasi cephesi kurulabilmesi için daha ne tür melanetlerin, olmadık felaketlerin başımıza gelmesi gerekiyor? Hadi diyelim bir mucize gerçekleşti ve islamofaşist gidişata karşı bir demokrasi cephesi inşa edildi; geçmiş olsun ‘tren’ kaçmış olabilir mi? Diktatörlük inşasında kritik eşiği geçmiş olabilirler mi?

Muktedir; ‘en iyi savunma saldırıdır’, ‘yılanın başını küçükken ezmek gerekir’, ‘kesinlikle ve her şart altında göz açtırmamak gerekir’ düsturuyla ve ‘ne pahasına olursa olsun’ mantığıyla hiçbir hukuki norm ve evrensel ilke tanımadan/gözetmeden saldırıyor. Bu topyekün ve her cephedeki saldırı-bazen naif mantığımızın sınırlarını zorlayan-kendileri açısından bir hayat-memat meselesi. Sırtlarındaki günah küfesi başka türlüsüne imkan tanımıyor… Onlar bu stratejiye mahkumlar, mecburlar…

Elhak, bu stratejik-taktik saldırı furyasını Bizans-Osmanlı mirası entrikalar temelinde yalan ve iftira üzerinden ve her türlü aracı mübah görerek, başarıyla sürdürüyorlar.  Kuvvetli ve etkin araçlara sahipler… İrili ufaklı bir çok kanalla birlikte medya alanında tam bir tekele sahip oldular. Tam ve su sızdırmaz bir iktidar tekeli kurmak istiyorlar.

Kimileri bu iktidar stratejisinin sürdürülebilir olmadığını söyleyeceklerdir. İçerde ve dışarıda son derece tehlikeli sularda sürdürülen  ve her gün bir önceki politikaların tam aksi manevralar yapmak zorunda kalan  gidişatın hiç beklenmedik anda tepe üstü çakılma potansiyeli taşıdığını söyleyeceklerdir. Haklıdırlar, katılırım. Sarayın yaslandığı yeni itifak zemininin hiç de güven verici olmadığını söyleyenler çıkacaktır, haklıdırlar. Ha keza hiçbir istibdat rejiminin hele bu topraklarda uzun vadeli kökler salamayacağını söyleyecektirler, tartışırım. Hatta yine bazıları iç dinamikler olmasa bile emperyal güçlerin müdahaleleriyle bu iktidarın bir çeşit darbe ile gitmesi ihtimalinin çok kuvvetli olduğunu söyleceklerdir. Bu ihtimalin gerçekleşebilir olduğu açık. Ancak o halde, bu kesif karanlığın daha uzun vadeli ve çıkışsız hale geleceği açıktır. Ve her halükarda, bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde  başka muktedirlerin dümeninde olduğu yeni bir karanlık sürecin başlayacağını öngörmek yanlış olmaz. Bu memleketin tarihi emperyal müdahalelerin sonucunda gerçekleşen iktidar değişikliklerinin çok acı sonuçlara yolaçtığını gösteren deneylerle doludur.

Bağlarken, en geniş anlamıyla demokratik muhalefetin-iç dinamiklerin- kısa vadede, demokratik bir sürece yol  verecek şekilde başarıya ulaşma şansı olmadığını belirtmek gerekiyor.  Bu bakımdan demokratların, sosyalistlerin, devrimcilerin, kişi ve kuruluşların uzun vadeli bir mücadeleye kendilerini hazırlamaları, eylem çizgilerini ve kurumlar inşa etme çabalarını bu noktaya yoğunlaştırmaları gerekiyor… İşimiz hiç kolay değil…

13 Ekim 2016 Perşembe

16. TÜRK DEVLETİNİN 0.1 SÜRÜMÜ!


Kurucu babalar, 1923’de Türkiye Cumhuriyetinin temellerini, islamın devletleştirilmesi(buna laiklik adını verdiler), Kürtlerin bastırılması ve asimilasyonu, hristiyan azınlıkların tasfiyesi kaideleri üstüne inşa ettiler.  

Hristiyan azınlıklar hızlı işleyen bir süreçte yeni devletin hükümranlık alanından büyük ölçüde tasfiye edildi. Arda kalan son derece az bir nüfus yoğunluğu da her türlü hakları elinden alınmış olarak etkisizleştirildi.

Yeni devletin ‘Türk’ milleti temelli inşası süreci, ideolojik referanslarını da Türklük efsanelerinde buldu. Bu gelişmenin yanısıra islam da yeni devletin bir kurumu olarak yukarıdan aşağı biçimlendirildi. Osmanlı bakiyesi islami elitler artık iktidarın çeperlerine itilmişlerdi. Ve onlara ve etki alanlarına artık, ancak sosyal uyanışın bastırılması gereken kritik dönemlerde ihtiyaç duyulacaktı. Bu süreçte, politik islam bir yandan devlet operasyonlarının yan unsuru olarak sosyal uyanışa karşı pozisyon alırken, diğer yandan devlet kadroları ve kurumlarında, siyaset alanında etki alanlarını genişletmeye yönelik olarak-ideolojik vasattan da güç alarak- örgütlendiler.

Kürtler kendilerine dayatılan çerçeveye yönelik itirazlarını bir çok kez isyanlarla ya da legal siyaset alanında yaptıkları çıkışlarla ifade ettiler. Karşılığı şiddet, yok sayılma ve asimilasyon politikaları oldu.

2000’lere gelindiğinde, artık bu terazi bu sıkleti çekemez olmuştu. Kürtler varlıklarının ve siyasi ve kültürel haklarının anayasal bir statüye kavuşturulmasını talep ediyorlar. 1923 çerçevesini zorluyorlar.

Modern(!) islami elitler koalisyonu 2002’de toplumsal ideolojik vasatın da yoğun desteği ile eskimiş rejimin bir kısım mağdurlarını da arkasına alacak etkili manevralarla AKP şahsında iktidarı ele geçirdiler.

YENİ DEVLET…
17. Türk devletinin inşası sürecini yaşıyoruz. Belki de daha doğru bir deyimle 16. Türk devletinin 0.1 sürümünün inşası sürecini. Eski rejim sahipleri büyük ölçüde tasfiye edildiler. Kalanlar ise politik islamın ideolojik referansları ve tahakkümü altında Saray iktidarı ile bütünleşmiş görünüyorlar.  Saray ise devletin kimi tabularıyla-örneğin Kürt politikasının tasfiyesi ve yok sayılması-  temelinde uzlaşmış görünüyor.

Bütün devlet kurumları, eğitim başta olmak üzere yargı, emniyet ve askeri bürokrasi, islamın bir mezhebinin mensupları tarafından yeniden kurgulanıyor. Devlet ideolojisi fiilen ve resmen adım adım dinselleştiriliyor. Yeni iktidar sahipleri Diyanet İşleri Başkanlığı şahsında devletleştirilen ‘devlet’ islamını devraldı, bu kurumu devletin temel kaidesi haline getirmeye, etki alanını sınırsızlaştırmaya uğraşıyor.

Parlamento alanında MHP yedeklenmiş, CHP tabiatına uygun olarak ‘devlet çıkarları temelinde’ büyük ölçüde paralize edilmiştir. HDP bütün nefes boruları ve halka seslenme imkanları elinden alınarak köşeye sıkıştırılmış, kadrolarına ve üyelerine yönelik  gözaltı ve tutuklama girişimleri ile siyaset alanının dışına itilmeye çalışılmaktadır.
Demokrasi ve özgürlük yanlısı laisist muhalefet hiçbir kural tanınmadan bütün renkleriyle, medyasıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla, akademisyenleri, öğretmenleri, memurları, yazarları ve sanatçılarıyla yok edilmek istenmektedir. Medya organlarına işletmelere ve yerel yönetimlere kayyım atanmaktadır. Siyaset alanı çapaklarından arındırılarak tekelleştirilmekte, iktidar dikensiz bir gül bahçesi yaratmak istemektedir.

İktidar sahipleri bugüne kadar gerek muktedirler arasındaki çatışmalardan doğan, gerekse de etkin muhalif çıkışlardan-gezi ve Kürt direnişi- oluşan ciddi badireleri başarıyla atlatmış görünüyor.

Saray iktidarını diktatoryal amaçları doğrultusunda konsolide ederken, dev güçler arasındaki uluslar arası hegemonya mücadelesinin yarattığı manevra alanını etkin bir pragmatizmle lehine kullanmayı becerebilmektedir. Kimi zaman ABD’yi dikkate alarak Rusyayı; Rusyayı hesaba katarak ABD’yi kollamakta ve böylece bu tehlikeli sularda sörf yapmayı-iktidarı için en büyük tehlikenin de emperyal güçlerin arasındaki çatışmaların giderek sertleşmesi olduğunun da altını çizmek gerekir- becerebilmektedir. Dönülmez denilen keskin virajları alabilmekte, bir günün Esed’i daha sonra Esad, ‘öldürmeyi iyi bilen İsrail’i’ dost olabilmektedir. İŞİD’i desteklemekten ‘DAEŞ’e’ karşı silahlı operasyonlara geçebilmektedir.

İktidar üretime dayanan ciddi bir sosyal uyanışla da karşılaşmıyor olması ya da o gelişmeyi engelleyici ekonomik, sendikal ve politik anti-demokratik polisiye tedbirleri alıyor olması dolayısıyla da rahat bir durumdadır.

İktidar, dayandığı kadroların yetersizliği, güvenilmez müttefikler, uluslararası camiada  giderek büyüyen olumsuz algısı, küçük de olsa bir türlü bastırılamayan aktif ve potansiyel muhalefet odakları dolayısıyla zorluklar içerisindedir aynı zamanda. Ancak rüzgar hala ondan yana esmektedir, seçmen desteği devam etmektedir ve inisiyatifi büyük ölçüde elinde tutmaktadır.  Diktatörlük rejimi büyük ölçüde inşa edilmiştir.

ELDE NE VAR?
-Parlamento alanında Bir kısım CHP milletvekilinden ve HDP’den oluşan etkinliği sınırlanmış sesi duyulamayan bir muhalefet.
-Bastırılamayan Kürt talepleri
-Büyük baskılarla işinden gücünden atılan ya da atılma tehdidi altındaki akademisyen, sanatçı, gazeteci ve yazarlar.
-Dar bir militan kitlesine harekete geçirme becerisine sahip sivil toplum örgütleri ve bir kısım sendikalar.
-Yine kitlesel temsiliyeti sınırlı genç aktivistler.
-Yine yoğun baskılar altında sesleri boğulmaya ve kürsüleri elinden alınmaya çalışılan sosyalist parti ve kuruluşlar…

NE YAPILACAK, O ZAMAN?
Öncelikli olarak bu tabloyu önümüze koymak; demokrasi, özgürlük ve laiklik için mücadelenin uzun soluklu olacağını kabul etmek gerekiyor.

Hemen ardından her ne kadar ihtimal dahilinde olsa bile emperyal güç çatışmaları arenasında bir emperyal odak tarafından bu iktidarın tasfiye edilmesi beklentisinden uzaklaşmak gerekiyor. Birincisi ilkesel olarak, ikincisi bu tür bir tasfiye sürecinin daha anti demokratik süreçleri tetiklemesinin kaçınılmaz olması bakımından…

Üçüncüsü, ekonomik kriz beklentilerine bel bağlamaktan ve Gezi gelecek dertler bitecek hayalinden…

Gerisini bilahare tartışalım...

Çok mu karamsar bir yazı oldu?

28 Eylül 2016 Çarşamba

HARUKİ MURAKAMİ VE ZAMANIN RUHU


“İnsanlar kötüydü, kitaplara sığındım...”
Cemil Meriç

Murakami okuyorum, bir süredir.  Hani şu bir süredir batıda da son derece popüler olan Japon yazar. Çağdaş edebiyatın en çok söz edilen yazarlarından biri, bugünlerde. Yazdıkları büyük ilgi görüyor, Japonya’da da, batıda da... Hatta nobel adaylığından söz edilir oldu.

Dört kitabını okudum, şu ana kadar... Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları, Yaban Koyununun İzinde, Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında, Sputnik Sevgilim..

Doğrusunu söylemek gerekirse adam beni de kucakladı. İlgiyle okudum. Okuduğum kitapları mı, öyleydi bilmiyorum, roman kahramanları en fazla kırklı yaşlarda... Çocukluklarından, daha da çok ergenlik yaşlarından başlayarak bu yaş grubunu; bunalımlarıyla, yalnızlıkları ve dertleriyle bir çeşit otopsi masasına yatırıyor. Herkes kendinden, o yaş dönemlerinden bir şeyler bulabilir. Bu anlamda evrensel... Heyecanla ve merakla okuyor, insan ruhunun derinliklerinde dolaşıyorsunuz. Son derece kolay anlaşılır ve okunur bir uslupla insana dair kuvvetli mesajlar veriyor.

Ancak bana batan bir şeyler var, kitaplarında; neler mi onlar?

-Sanki özel olarak 'entelektüel batılı okur' hedef alınarak yazılmış, gibiler... Bu özellik bazen çok göze batar hale de geliyor. Hani 'ben de-tabii ki kahramanlarım da- sizden biriyim' der, gibi. Kahramanları-ki onlar Japon- birer seçkin batı kültürü uzmanları ve hayranları...Batının klasik, modern edebiyatına hakimler… Batının klasik müziğini, jazz, blues, soul, rock'nroll vb müzik akımlarını neredeyse bir uzman derecesinde biliyorlar ve sanki sadece onları dinliyorlar, takip ediyorlar... Piyano eğitimi almışlar ve  Nat King Cole'un bir parçasına meftunlar, Mozart'a hastalar, Brahms, Schubert ve Bach hayranılar. Onlar ‘BMW’nin koltuğuna kurulup Schubert’in Winterreise’nın tadını çıkarırlar’.

-Kahramanlar 'bira' içmiyor, Amstel, Heineken..vb ünlü markalar içiyor. Neden özellikle markalarıyla söz edilir, bilemedim. Şarap, viski...vb bütün içki türlerinde son derece bilgililer, yüksek beğeni düzeylerine sahipler. Hangi şarap'ın, hangi yılın hasadının en iyi kalitede olduğunu bilirler. Su değil, Perriere içerler...Polo tişört ve bilmem ne marka pantolon ya da etek giyerler. Batılı markalar bunlar. Toyota'nın, BMW'nin, Citroen'ın, Alfa Romeo'nun bilmem hangi model arabalarına binerler...

Dolayısıyla kitaplarında biraz kaba bir-eskilerin deyimiyle malumat füruş'luk- çok bilmişlik-batı kültürüne dair- var, sırıtıyor...

Hayır, hayır! ‘Japonsun, sen Japon kal’ mantığına sahip değilim. Ya da ‘bize Japon’u anlat, folklorunu anlat’ sığlığında da değil… Ha keza Murakami’nin tasvir ettiği kahramanlardan Japonya’da yüzbinlerce de olabilir, vardır. Aslında sorun, bir yanıyla Japon yer ve kahraman isimlerini kitaplarından çıkarsanız, bir batılı yazardan farkının kalmayacak olması, Yani, sorun Murakami kitaplarının sayfalarından kaba bir batı hayranlığının sızıyor olması. Sorun, bence burada. Aslına bakarsanız bu bir ‘hayranlık’ olarak da nitelendirilmemeli, belki,  Çünkü kurgusal, bir amaca yönelik olarak yapılandırılmış güzellemeler bütünü. Murakami, batılı okura sanki şöyle der gibidir; ‘şimdi ben size ‘bizi’ anlatsam, en fazla egzotik merakları olanlarınızın ilgisini çekebilirim, oysa benim derdim başka’.

Bu dert, amaç nedir mi, diyorsunuz, batıda da tanınır olmak, bu anlamda daha geniş bir şöhret alanına sahip olmak, daha çok kazanmak ya da nobel’e doğru adım atmak. Ya da bunların hepsi...

Ne zaman ki, roman, edebiyat her ne ise o, ticaretin ve dolayısıyla bir endüstri olarak pazarlamanın metaı haline geldi; edebi kaygılar yanında, pazarlama ve kârın yazarlar tarafından dikkate alınması kaçınılmaz(?) oldu. Hani ‘zamanın ruhu’ dedikleri.

Kapitalizm ve piyasa biraz zor da olsa ve nihayetinde bu kutsal ve kendine özgü insanlık değerlerinin son kalesini de kuşatmış bulunuyor. Son sığınağımız edebiyat da elden gidiyor mu?

11 Eylül 2016 Pazar

ALTAN BİRADERLER VE HAZİN SON…



Bence ayrı ayrı değerlendirilmeyi hakediyorlar…
A. Altan...
Bir dönemin muktedirlerinin hazırladığı proje gazeteciliğinin-rakibi saf dışı etme projesi- genel yayın yönetmeni. Yönetmenliğine AKP destekçiliğiyle başladı. 'Askeri vesayete(!)' karşı mücadele de bugünün saray iktidarına, o zaman şartsız kayıtsız omuz verdi. Gözü öylesine kararmıştı ki ya da öylesine bir gazetecilik(!) şehvetine kapılmıştı ki kendisine bavullarla gelen uydurma bilgi ve belgeleri yayınlayarak devasa bir komplonun tetikçisi oldu. Birçok insanın mağduriyetine yol açan sürecin köşe taşlarının döşenmesine yardımcı oldu.
Ta ki, gazetesinin 'gerçek' sahibi o günkü iktidarla boğaz boğaza gelene kadar. O andan itibaren sert muhalefet yürütmeye başladı. Çok geçti. İnandırıcılığını tamamen yitirmişti. İtibarını sıfırlamıştı.
En büyük hassasiyeti olduğunu iddia ettiği askeri vesayetin temel direği şahsiyetler, kendi gazetesinin destek verdiği davaların bir bir çökmesiyle serbest kaldılar. Uydurma delillerle ve aleni hukuksuzluklarla açılan davalarda bir çok masum insanla aynı torbaya doldurulan gerçek darbeci ve kontracılar da 'aklanmış' olarak tahliye oldular. Askeri vesayete karşı mücadele niyetiyle hararetle destek verdiği, görmezden geldiği hukuksuzluklar ve  provokatif yayıncılık nedeniyle gerçek suçlular da 'ak'landılar. Tam tersi askeri vesayet şimdi eskisinden daha güçlü. Bu da onun ilahi cezası, kişisel azabı herhalde... İşin acıklı tarafı odur ki; bir zamanlar hararetle desteklediği saray iktidarı askeri vesayetle bütünleşti.
Benim için bu hazin deneyden çıkardığım iki hisse şu: En büyük tehlike, kötülük diye bellediğiniz hedefe karşı mücadelede her türlü aracı mübah, her türlü provokasyonu göz yumulabilir, her türlü haksızlığı, hukuksuzluğu 'ayrıntı' görürseniz, her türlü ortaklığı içinize sindirebilirseniz; sonuç olarak o kötülüğü güçlendirmiş, o tehlikeyi büyütmüş olursunuz. Bugün olan budur. Hedefinizi gerçekleştirmek için başvurduğunuz araçlar, sandığınızın aksine, hiç de önemsiz ve tali değildir. Makbul ve doğru olmayan araçlar sizi hedefinize ulaştırmaz. Ya da araçlarınızın niteliği sizin hedefinize ulaştıktan sonra nasıl bir kimlik kazanacağınızın da işaretlerini verir.  
İkincisi, gazetecilik halkın doğru bilgilendirilmesidir ve bu meslekte ne olursa olsun gerçekler esas alınır. Gazeteci için en tehlikeli alan bir yandan kimi iktidar sahiplerinin maddi çıkarlarının genişletilmesi mücadelesi(!) vermekse; diğer yandan muktedirler arasındaki çatışmaların koç başı rolü oynamaya soyunmaktır.
M. Altan…
Onun temel hassasiyeti ‘ne olursa olsun AB üyesi olmak’ noktasında düğümleniyordu. Onun için bu ideal, memleketi her türlü ‘dertten’-askeri vesayet dahil- kurtaracak(!) bir mahiyet arzediyordu. Bu amaca müthiş bir tutkuyla bağlıydı. Her konuşması ve hatta paragrafının ana teması AB üyeliğiydi. İlginçtir bu tutkusu onun aynı zamanda aşil topuğuydu, tam da oradan yakalandı. Sonradan saray iktidarı haline gelen AKP hükümetinin ilk yıllarında, AB’ye üye olmak için gösterdiği çabalar(!) ve azim(!) M. Altan’ı mest etmişti. O da böylece ‘politik’ kariyerine ‘AKPperverlikle’ başladı, diğer kardeşi gibi… İktidar sahipleri AB üyeliği hedeflerinden uzaklaştıkça o da muhalif olarak konumlandı. Gezi direnişinden sonra kendisine sunulan her türlü olanağı sert bir muhalefet yürüterek kullandı.  
Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, M. Altan saf kötülüğün ‘aleti’ olmadı. Bir tertibin ve provokasyonun içinde yer almadı. Belki onun için günün moda deyimi ‘kandırılma’ ve iyi niyetlerinin kurbanı olma sıfatı kullanılabilir.
Bu son cümle, diğer kardeşin bilinçli bir kişisel seçim ve iradeyle iktidar sahipleri çatışmasının ve provokasyonun aleti olduğu iddiası taşımaz. Bunu nacizane ben bilemem. Olsa olsa ve sadece yayın politikasıyla yüzlerce masum insanın-ve dolayısıyla yakınlarının çektiği acıyla- mesleğinden olmasıyla, yıllarca hapiste kalmasıyla, hapishanede ölmesiyle, intihar etmesiyle oluşan ‘saf kötülüğün’ müsebbiplerinden biri olduğu anlamını taşır.
Sonuç olarak…
Altan kardeşlerin birlikte yola çıktıkları arkadaşları Yıldıray Oğur, Melih Altınok, M. Esayan..vb’nin demir attıkları zavallı ve sefih konum dikkate alındığında; onların vardığı yer yine de bir ‘olumluluk’ olarak işaretlenebilir. Bu da benim ‘saflığımın’ yolaçtığı bir not düşme kaygısı olsun.
Cengizhan Güngör

8 Eylül 2016 Perşembe

EY ‘DEVLET AKLI’ GELDİYSEN MASAYA VUR ve SURİYE ÇIKARTMASI!


Kimi siyaset erbabı sık sık ‘devlet aklından’ dem vurur. Devlet refleksiyle yaşanılan gerçeküstü(!), son derece yıkıcı ve ülkenin geleceğinin tahrip edildiği gelişmeler karşısında ‘devlet aklının’ bir gün gelip galebe çalacağına, rasyonalitenin galip geleceğine olan  olan inanç daha bir kuvvetlenir, kimi çevrelerde…

Devlet aklı denilen bu refleksin kimi zaman boy göstermediği de söylenemez doğrusu. Örneğin ‘TSK’nın son söze sahip olduğu dönem öyle bir aşamaya ulaşır ki, bu tahakküm devletin tepelerinde tartışma konusu olur. Kürtlerin varlığının bile şiddetle reddedildiği dönemlerde bir bakarsınız taraflar masaya oturmuşlardır. Yakın tarihe gidilecek olursa; ‘tek partili rejim’ devletin bekasını sağlayamayacak olduğunda ‘çok partili rejime’ geçilir. Grev hakkı ve sendikal örgütlenme hakları tanınır.

Görünürde ve esasa ilişkin bir ‘rejim’ değişikliği olmadığı halde ‘devlet aklı’ denilen güç harekete geçer ve o zamana kadar uyguladığı temel politikalardan vazgeçer. Tabii böylesi önemli sıçramaların yaşanabilmesi bir çok etkene bağlıdır. Başta bu değişiklik arzusunun toplumsal bir talep haline gelmesi ve devletin kapısına dayanması gerekir. Yani süreç ‘alttakilerin’ değişim taleplerine ne kadar etkin bir şekilde sahip olduğu ve bu kuvvetli kitlesel taleplerin egemen sınıfların dayanışmasını ne ölçüde etkileyebildiği ile ilgilidir. İşte o zaman potansiyel bir güç olarak ‘uykuda’ olan devlet aklı harekete geçer, bu temel politikalarda ısrar edildiği takdirde ‘devletin bekasının’ tehlikede olduğunu farkeder ve devletin varlık temelini sarsmayacak değişikliklere razı olur.  Eğer ‘devlet aklı’ bütün uyarıcı etkenlere rağmen harekete  geç(e)mezse, ya devrimler olur ya da devlet bir egemen kliğin elinden diğerine-genellikle zorla- geçer.

Sadede gelmeden önce devletin ‘akılsızlığının’ esas, ‘akıllılığının’ ise tali ve arızi olduğunu belirtmek gerekir. Bunun neden böyle olduğuna ilişkin sorunun cevabını ise devletin varoluşuna içkin tarihsel süreçlerde bulabiliriz. Bu yazının konusu bu değil…

SURİYE’YE ASKERİ MÜDAHALE!
Devlet, konjonktürel olarak ona hakim olan sarayın kararı ile TSK’nı Suriye topraklarına soktu. Bir açıdan bakıldığında devlet ‘akılsızlığının’ yeniden  galebe çaldığı söylenebilir. Çünkü bu süreç bir çok açıdan uzun vadede 16. Türk devletinin sonunu hazırlayacak gelişmelerin fitilini ateşleyebilir.  Ve görünen o ki, devlete hakim olan muktedirler ve devletin temel unsurları bu macerayı bir çeşit oy birliği ile destekliyorlar. Üstelik toplumsal refleksler açısından bakıldığında bu müdahaleye yönelik muhalefetin de son derece marjinal olduğu söylenebilir. Tam tersine toplumsal refleksin de devlet tarafından müdahale lehinde oluşturulduğu/manipüle edildiği söylenebilir.

Bırakın bir çok diğer son derece önemli saiki bir kenara, bu ülkede ciddi bir nüfus potansiyeline sahip ve bin yıldır sarsıntılarla da olsa bir şekilde sürdürülen Kürtlerle Türklerin kardeşliği sona erebilir-maazallah- ve korkulan gerçekleşir; ülke bölünür! Suriye müdahalesinin en çok endişelenilmesi gerek çıktısı, maalesef bu olabilir.

İktidar öteden beri sahip olduğu bölgesel hegomonya arzularından vazgeçmiş değil. Tam tersine harekatın her günü yeni hedeflere-en son Rakka- talip olunduğu açıklanarak bu arzunun ne kadar kuvvetli olduğu özellikle vurgulanıyor. Bizatihi bu hegemonal hedeflerin ifade ettiği potansiyel tehlikeler bir yana, harekatın hiç saklanma ihtiyacı duyulmadan açıklanan hedeflerinden birinin Kuzey Suriye Kürt kantonları olması bir çeşit akıl tutulmasına işaret ediyor.  İktidar ‘Kobani eylemleri’ diye tarihe geçen kalkışmadan hiçbir ders almışa benzemiyor. Daha ötesi bu bir taraftan darbelenen Kürtlerin ‘bu taraftan’ tepki verebileceği görmezden geliniyor. Üstelik 35 yıldır savaşan silahlı güçlere ve kuvvetli siyasi ve sosyal örgütlenmelere sahip Kürtler görmezden geliniyor.

Devlet Kürtlerin silahlı güçlerine, siyasi oluşumlarına, sivil toplum kurumlarına ve yerel yönetimlerine karşı 7 Haziran’dan beri yıkıcı bir savaş sürdürüyor. Kimse inkar edemez ki, bütün bu süreçte yaşananlar ortak duygulanımları ve birlikte yaşama arzularını dinamitliyor. Üstelik Kürtlerin silahlı örgütü olan PKK’nın da birlikte çözüm imkanları arayışını terk ederek daha bölgesel çapta ve Kürtler açısından meselelere baktığının işaretlerinin çoğaldığı bir dönemde. Ve bölgesel çapta Kuzey Suriye’de dahil bütün bölge Kürtlerinin son derece örgütlü olmanın gücünü tattığı ve uluslar arası arenada itibar sahibi olmalarının olanaklarına özgüvene sahip olduğu bir dönemde.

Devlet ya bin yıllık kardeşlik efsanesine çok fazla inanç besliyor, ya Kürtler arasındaki çelişkilere fazlasıyla bel bağlıyor, ya müttefiklerine, ya da kendi ezici gücüne ve baskıcı tarihine çok fazla güveniyor.

‘Savaş istemiyoruz, Barış istiyoruz’, ‘Yurtta da barış, bölgede de barış’ çığlığı toplumsallaşmadıkça ve yaygınlaşmadıkça ülkemiz tehlikeli bir girdaba sürüklenmekten kurtulamayacak. Ancak bu şiarın kısa ve orta vadede baskın hale gelebileceğinin işaretleri de ufukta görünmüyor, maalesef!

Cengizhan Güngör

2 Eylül 2016 Cuma

CHP TAKINTISI(!) YA DA LAF OLA TORBA DOLA(MI?)…



“…CHP, sosyal demokrat kimlikli bir parti olarak; Çoğulculuk ve katılımcılığı, İnsan Haklarını, özgürlük ve hukuk devleti kurallarına sahip çıkmayı, Azınlık haklarına saygıyı, Eşitlik ve adalet ilkelerini, Dayanışmayı, Barış ve hoşgörüyü, Emeğin önceliği ve bütünlüğünü, Çevrenin ve doğanın korunmasını, Yani sosyal demokrasinin çağdaş evrensel değerlerini her koşul ve ortamda sahiplenir, politikalarında rehber olarak değerlendirir….
Parti programından


Arkadaşlarım diyorlar ki, ‘kardeşim sana ne, neden CHP yönetimi ile uğraşıp duruyorsun. Sen sosyalist bir adamsın. Sen ‘size’ bak. Ayrıca bu bir devlet partisi, kurucu parti. Ondan ne beklenebilir ki?’.

Haklılar mı, değiller mi?

Yukarıdaki parti programından aldığım pasaja bakarsanız, demokratların, sosyalistlerin bu partiden bir takım beklentileri olması doğal görünüyor. İddialı hedefler. Bu pasajdan öte daha iddialı hedeflerin belirlendiği CHP metinlerine de rastlamak mümkün kuşkusuz. Kaldı ki, içinde, tabanında binlerce demokratı barındıran bir parti. Parti meclisinde, milletvekilleri arasında birçok tutarlı demokrat var.

Diğer taraftan ‘devlet kurucusu’ bir parti, evet! Genetik kodları ‘ne olursa olsun aslolan devletin bekası’ anlayışı tarafından şifrelenmiş. Bu da doğru. Geleneksel olarak diğer sosyal demokrat partiler gibi ‘işçi hareketleri temelinde yükselmiş/oluşmuş bir parti’ değil. İşçi hareketiyle anlamlı bağları olan bir parti değil.

Meselenin farklı cephelerini yansıtan bu değerlendirmeler bir bütün olarak CHP’nin fotoğrafını yansıtıyor, kuşkusuz. Bu çelişkili bir manzara. Uzlaşmaz çelişkilerin partisi…

İyi de bu çelişkiler bir sosyalist olarak benim çelişkilerim değil ki. CHP’nin çelişkileri. Dolayısıyla diyorum; sosyalistlerin CHP’yi-bir kitle partisi olarak- etkilemeye çalışmasından daha doğal ne olabilir? Tabii ki, kendi özgün programlarından taviz vermeden, kuyrukçuluk yapmadan.

Peki umutsuz bir çaba mı? Hem evet, hem hayır! 60’lı yılların sonunda başlayan ve 70’li yıllar boyunca devam eden CHP’nin ‘değişim’ sürecine bakarsanız, CHP’nin daha ‘iyi’ zamanlarını da gördük, deyip umutlanabiirsiniz; ya da çeşitli dönemlerdeki kritik çıkışlarını dikkate alarak… Son zamanlarda yeniden nükseden ‘genel kurmay brifinglerine yönelik hassasiyetlerini’ dikkate alarak da umutsuzluğa kapılabilirsiniz, tabii ki…

CHP’nin YAKALANDIĞI AMANSIZ ‘KÜRT KAPANI’…
HDP ile birlikte fotoğraf vermeme kaygısı, bu partiyi felç ediyor. ‘Terörizmle anılmak ve bölücülük’ propagandalarına karşı bütün demokratik duyargaları etkisizleşiyor bir tür zombi haline dönüşüyorlar. Yumuşak karınları burası… Aşilin topuğu gibi. Devlet refleksi ve muktedirler buradan yakalandığında CHP ökseye yakalanmış kuş gibi. ‘İçindeki devlet’ şahlanıyor.

Bu nedenle, Kürt illerinin yerle yeksan edilmesi ona tesir etmiyor, sivillerin ölmesi, hukuksuz gözaltılar, kayıplar, kitlesel göçler onu ırgalamıyor. Dış ses ‘ama hendek kazmışlar, ama silahları var’ deyince iş bitiyor. ‘Nedeni, niçini’ artık onları ilgilendirmiyor. ‘İyi de bu yaşlı amca ve teyzenin bu sabi sübyanın ne günahı vardı’ diyemiyor. Barış için imza veren akademisyenler, aydınlar olmadık hakaretlere maruz kalırken, işten atılıp gözaltına alınırken yeri göğü birbirine katamıyor. Karnından konuşuyor…

ŞİMDİ DE ‘MİLLİ MUTABAKAT’ KAPANI…
‘Yahu kardeşim, sizler politik İslamcı iki hizip olarak memleketi uçurumun kenarına getirdiniz; kollayıp himaye ettiğiniz katiller sürüsü, faşistler elindeki olanaklarla halka demokrasiye saldırdı, sen ne mutabakatından söz ediyorsun’ diyemiyor. OHAL ilanını hemen destekliyor,

Onbinlerce insanın işten atılması, açığa alınması, kitlesel tutuklamalar karşısında nutku tutulmuş durumda. Memleket OHAL ilanının gerekçeleriyle hiç ilgisi olmayan Kanun Kuvvetinde Kararnamelerle yönetiliyor, CHP felç. Cılız sesler, serzenişler, sitemler… Dünyanın tanıdığı edebiyatçı Aslı Erdoğan, Yazar Necmiye Alpay tutuklu, onlarca TV kanalı, gazeteler kapatılıyor, gazeteciler tutuklanıyor, el çabukluğu marifet muhalifler bertaraf edilmeye çalışılıyor CHP ‘kem küm’…Denize düşen Saray iktidarına can kurtaran simidi oluyor. Yargı esir alınmış, medya, akademya hançerlenmiş, para militer güçler organize ediliyor, kamu alanı bırakın islamı, islamın bir mezhebi tarafından fiilen yeniden yapılandırılıyor, fiili bir başkanlık rejimi inşa edilmiş, CHP’nin haline bak.

Üstelik bütün bu tablo, 6 milyonun üstünde seçmenin oyunu alarak barajı geçip 59 milletvekiline sahip olmuş bir partinin tecridi ve dışlanmasıyla oluştu.  Anayasa komisyonuna çağırmıyorlar, Meclisi tamamen devre dışı bıraktılar ‘Efendim ama biz eleştirdik, ama biz karşı çıktık’. Yer miyiz, bilmem.

TSK iktidarın emri, bir takım evrensel hegemon güçlerin gizli açık onayıyla başka bir ülkenin topraklarına giriyor. CHP yönetimi harekatın gerçek hedeflerinin gizlendiğini bile bile rıza gösteriyor, onay veriyor…Bir savaş macerasına doğru pupa yelken… CHP yönetiminin temel sloganlarından ‘yurtta sulh, cihanda sulh’; ‘yurtta savaş, cihanda savaş’; CHP dut…

LAF OLDU, TORBA DOLDU!
Kendimizi mi yorduk, muhtemelen. Kader utansın; memleket öylesine kritik bir dönemde ve öylesine tehlikelerle dolu bir mecrada ilerliyor ki; CHP’nin o tarafta ya da bu tarafta tutum alması ülkenin kaderiyle ilgili.

Maalesef sosyalistlerin bugünkü varlığı ve etkinliği ülkeyi bu badireden kurtaracak düzeyde değil. Bu ‘hazırlıksız yakalanma’ halinin nedenlerini bulmak çok önemli tabii ki, ancak bu başka bir yazının konusu olabilir.

Şu anda temel ve acil ihtiyacımız; DEMOKRASİ CEPHESİ…
Ne dersiniz?

Cengizhan Güngör  

21 Ağustos 2016 Pazar

‘TOPLUMSAL UZLAŞMA’ SARAY YA DA YALAN RÜZGARI MI?


‘Bizim toplum balık hafızalıdır’ klişesini hepimiz biliriz. Toplumsal hafızamızın da bireysel hafızamız gibi seçici olduğu yadsınamaz. Toplumlar da büyük acılar ve felaketleri, travmatik olayları ‘unutmaya’ eğilimlidir. Yaralarını böylece sarar ve yaşamaya ancak böyle devam edebilir.

Ancak bu ‘unutma’ faaliyetine, çoğu zaman, bu tür büyük acı ve felaketlerin birinci dereceden sorumlularının-çoğu zaman devletler- manipülasyonlarının eşlik ettiğini de biliyoruz. Örneğin 6/7 Eylül İstanbul azınlıklarını tasfiye kalkışması bizzat zamanın devlet güçleri tarafından organize edilmiştir. Bu gerçeği 30 yıl sonra öğrenebildik. Ha keza ’38 Dersim katliamı arkasındaki gerçekleri hafızamızın derinliklerinden-kimilerimiz hariç tabii ki- 65 yıl sonra açığa çıkarabildik… Egemen siyaset odaklarının bu tür ‘unutturma’ manipülasyonları her durumda büyük felaketler ve acılar sonrasını beklemez.

Egemen siyaset odağı açısından bu manipülasyonların, iktidarını tehlike altında hissettiği, bu nedenle 180 derecelik siyaset değişiklikleri ihtiyacı içinde, yakın geçmişi unutturma, artık ‘değiştiği’ imajını yaratarak yeni müttefikler edinmek ve böylece iktidarını tahkim etmek için kullanışlı olduğu açıktır. Bu anlamda o kritik ana kadar son derece tekelci ve zorba iktidar, birdenbire son derece esnek, hoşgörülü ve birleştirici olduğu gibi bir algı yaratma çabasına girişir ve bu yolda adımlar atmaya başlar. O zorba ve tekelci iktidar ne kadar uzun bir geçmişe sahipse, başka bir deyimle bu iktidarın olumsuz izleri toplum içinde ne kadar derin izler bırakmışsa; sanılanın aksine toplum, hemen yerini geçmişi unutma ve bir çeşit umuda bağlanmaya hazırdır. Muktedir her zaman geleceğe yönelik bu toplumsal iyimserliği istismar eder. Ta ki iktidarını yeniden tahkim ettiği ve tırnaklarını yeniden çıkarmaya hazır olduğu ana kadar…

Peki geçmişin zorba iktidarı da değişemez mi? Kritik zorluklarla ve son derece travmatik tehlikelerle karşılaşan iktidar o ana kadar izlediği çizgiden başka bir ‘yol’ tutturamaz mı? Bu soruya prensip olarak olumsuz yanıt vermek mümkün değil, şüphesiz. Nitekim siyasi tarih, bırakınız değişmeyi, kenara çekilebilme esnekliği gösterebilmiş iktidarlara da tanıklık etti.

Bu uzun girişten sonra meramımızı somut olarak tartışmak zorundayız. 15 Temmuzda  muhatap olduğu darbe girişiminden sonra Saray iktidarının daha uzlaşmacı ve ‘milli birlikçi’ tutumu hangi türden bir siyasi girişime işaret ediyor? Daha açık ifadeyle muktedir, artık iktidar etmede yaşadığı ciddi zorlukları tek başına aşamayacağı bilincine ulaşmıştır ve muhalif toplum kesimlerinin ve siyasetin desteğine samimi olarak ihtiyaç duymaktadır.  Ya da iktidar kendisi için ciddi tehlikelerle dolu olan dönemi bir tür takiyye yaparak ve uzlaşmacı görünerek aşmaya çalışmaktadır; 14 yıllık tekçi, despotik iktidar alışkanlığının değiştiğini gösteren bir işaret yoktur.  Her kritik soru da olduğu gibi cevap için yaşanan pratiği analiz etmek elzem.

-Muktedirin ‘toplumsal uzlaşma, milli mutabakat, birlik ve beraberlik’ çağrıları kesinlikle ve tartışmasız olarak belki de ülkenin yaşadığı bütün sorunların kaynağı olan Kürt sorununun siyasi temsilcilerini kapsamamaktadır. HDP’nin dışlanması bir siyasi partinin ya da bir takım siyasilerin dışlanmak istenmesinin ve hatta 6 milyonluk bir seçmen kitlesine  işaret eden bir temsiliyetin yok sayılmak istenmesinin ötesinde bir anlama ve içeriğe sahiptir. Bu tercih ‘nasıl bir Türkiye’ tasavvuruna sahip olduğunuzla ilgilidir. Ve bütün uyarılara rağmen ısrarla sürdürülen tecrit politikası-görüşmelere çağırmama, mitinge davet etmeme, anayasa komisyonuna almama, daha da ötesinde itibarsızlaştırma kampanyası- ülkenin korkunç tehlikelerle dolu bir bölünme sürecine girmesinin muktedir tarafından göze alındığının göstergesidir. Bu tehlikeli gelişmeyi daha da tehlikeli kılan bir başka gösterge de ana muhalefet partisinin meselenin ciddiyetiyle orantısız bir şekilde yasak savma tutumu-‘ben eleştirdim, bence yanlış..vs’-  içerisinde olmasıdır.

-Bu tür toplumsal uzlaşma çağrılarına iktidarın-14 yıllık tarihinde sıklıkla yaşadığımız despotik uygulamaların- katmerleşmiş olanlarının eşlik ettiği gerçeğini görmezden gelemeyiz. OHAL ilanı, ilan edilme gerekçesiyle bağdaşmayan ülkenin geleceğini ipotek altına alan kararnameler, onbinlerce insanın bir cadı avı başlatıldığı görünümü veren bir şekilde gözaltına alınması, tutuklanması, işlerinden atılmaları… Bahaneyle bir bütün olarak bütün muhalefeti tasfiye amacı taşıdığı inkar edilemeyecek uygulamalar; gazeteci, yazar, öğretim üyesi tutuklamaları, gazete kapatmalar, kayyum atamaları, dizginsiz özelleştirme girişimleri..vb. İşkencelerin ve gözaltında kayıpların sıklaşması…

-Son derece yakıcı bir istek olan ülke içi BARIŞ talebi iktidarın ilgi alanında değildir. İç savaş ihtimalini ortadan kaldıracak barışçıl girişimler yerine savaşçı politikalarda ısrar edilmektedir. Para militer güçler inşa edildiği gözlemlenmekte ve toplumsal gerilimi düşürücü çabalar yerine sokağa hakim olma mobilizasyonu ön plana çıkmaktadır. Ha keza bölgesel barış çabaları da iddiaların aksine fiiliyata henüz yansımış değildir.

-İktidar medyası hedef gösterici, provakatif ve dezinformasyon amaçlı yayın çizgisini ısrarla sürdürmektedir.

Ana çizgileriyle özetlediğimiz bu süreç muktedirin ‘toplumsal uzlaşma ve milli mutabakat’ çağrılarının samimiyeti konusunda derin şüpheler uyandırmaktadır, şüphesiz.  Anlaşılan demokratlar, sosyalistler bütün ezilenler kendi göbeğini kendisi kesecek.. İhtiyaç, en geniş demokratik cephe. Barış, özgürlük ve eşitlik taleplerini temel alan bir program temelinde, laik ve halkların kardeşliğine dayanan bir demokratik Türkiye’ye doğru. Barışçıl ve toplumun bütününe seslenen bir üslupla…

13 Ağustos 2016 Cumartesi

15 TEMMUZ SONRASI-BİR KEZ DAHA!


Bir gerçeği tespit etmek gerek. Muktedirin değişen koşullara uyum sağlama yeteneği olağanüstü. Kısa bir dönem içerisinde AB perverlikten AB düşmanlığına; Fetullah örgütü düşkünlüğünden, Fetullah  düşmanlığına; askeri vesayet karşıtlığından, mitinglerde Genel Kurmay Başkanı konuşturmaya; Rusya düşmanlığından ve Rusya’nın Suriye’deki rolünü kınamaktan, Rusya dostluğuna ve Suriye’de çözümün  Rusya olmadan gerçekleşmeyeceği görüşüne; İsrail’in ‘katil devlet’ olduğu iddiasından, aynı ülkeyle ilişkileri geliştirmek aşamasına; dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı duruştan, dokunulmazlıkların kaldırılması aşamasına; ‘çözüm’ süreçlerinden savaş süreçlerine bir çırpıda sıçranıveriyor… Belli başlılarını dile getirdiğimiz bu listeye şüphesiz  bir dizi başka örnek de eklenebilir…

14 yıllık iktidar sürecine damgasını vuran bu sert kırılmalar, 180 derece dönüşler; bir başka deyişle düşmanlıktan-dostluğa, karşıtlıktan-taraftarlığa geçişler tutarlı bir zemin teşkil eden ideolojik-politik referanslara da dayanmıyor… Ha keza siyaset bilimcilerinin sıkça vurguladığı ‘esnek politika’ zorunluluğunun gereklerine de!.. Tamamen muktedirin kendi iktidarının devamını ve bekasını garanti altına almaya yönelik sıçramalar… Bu sıçramalarda zaman zaman ‘o gün için öyle görünmek zorunluluğu(!)’, yani takiyye motivasyon kaynağı oluyor. Diğer yanda ‘paçanın fena halde sıkışması’…

Bu ‘yeteneğin’ iki yönü var kuşkusuz. Bir yanıyla ‘fosluğa’,  ülke içi ya da uluslar arası politikanın gerçeklerinden uzaklığa , politikalarının ve programlarının içinin boşluğuna… Ve hatta bütün bu hamaset dolgusuyla işlenen politikaları yerine getirmek için gerekli güçlere, kadrolara sahip olmamasına. Yani ‘el yardımına’ muhtaçlığa… Bu yanı muktedirin zaafına işaret ediyor.  

Diğer yanıyla 14 yıldır ciddi ‘badirelerle’ karşılaşan iktidarın, değişen koşullara, hiçbir ilkesel kaygı taşımadan, geçmiş müktesebatına uygunluğu tasasını zerre miskal taşımadan uyum sağlayarak, bu badirelerden sıyrılabilme yeteneğine işaret ediyor. Bu açıdan politik psikoloji anlamında ‘kişilik bölünmesiyle’, ‘çok kişiliklilikle’ malül iktidar, bu özelliğini ‘kuvvete’, krizleri  fırsata çevirmeyi becerebiliyor… Ve ilginç olan şu ki, sıçradığı yeni platformda bir zamanlar düşman olduklarıyla müttefik olmayı; liberallerden koparken ulusalcıları yedeklemeyi beceriyor…  Ya da bir kısım muhalefet odaklarını paralize etmeyi…

DARBE SONRASI!
İktidar egemenleri 14 yıllık iktidarlarının en büyük ‘kriziyle’ 15 temmuz 2016’da karşılaştı… Bir zamanların ‘kanka’sı, bütün operasyonlarda birlikte hareket ettikleri ortakları TSK içindeki güçlerini harekete geçirerek kanlı-faşist bir darbe girişiminde bulundu.

Bugünden geriye baktığımızda ‘çekirge’ ateş çemberinden yine kurtulmuş görünüyor, üstelik döneme özgü yeni avantajlarla birlikte… Günün geçerli sloganı ‘darbelere karşı büyük milli uzlaşma’… Etkili olmuşa benziyor… ‘Darbelere karşı mısın-değil misin, milli uzlaşma sağlanıyor’ psikolojik terörü, daha 14 Temmuzda muhalif olan kimi güçleri hayırhah bir tutuma sürüklerken ve paralize ederken, İktidar daha öncesinden yedeklediği MHP’nin yanına en büyük muhalif parti CHP’nin yönetimini de eklemlemeye çalışıyor. Bu yolda CHP’de-şimdilik  olmasını umuyorum- ökseye yakalanmış görünüyor… Üstelik OHAL kararnameleriyle, onbinlerce gözaltı ve tutuklamalarla, hapishanelerin dolup taştığı, Fetöcü yakalama kampanyası adı altında fırsat bu fırsat bütün muhaliflerin içeri tıkılmaya çalışıldığı, tarihin en büyük asker-sivil bürokrat ve akademisyen tasfiyesinin yaşandığı koşullarda… Üstelik para-militer sokak güçlerinin örgütlenmesinin provalarının yapıldığı-tamamlandığı- koşullarda… Medyada da  kırıntı halinde kalmış muhaliflerin yerlerine yeni yandaşlar eklenerek tam tekel sağlanmış görünüyor. HDP’nin şahsında ‘elbirliği ile’ 6 milyonun dışlandığı ve linç çağrılarının yankılandığı koşullarda yeni bir ‘rejim’ inşa ediliyor… Devlet yeniden yapılandırılıyor… İktidar güçlerini konsolide ediyor, muhalif aydınlar yeniden saflaşıyor…

Bu böyle ne kadar daha devam edebilir? Çekirge daha kaç kere sıçrayabilir? Krizi fırsata çevirme, yeni durumlara hemen uyum sağlama yeteneği daha ne kadar sürebilir? Belirsiz…

Üstelik batının hegomonlarının müttefiklerine nerede patlayacağı belli olmayan bir el bombası olarak baktığı, artık ‘sabrın’ sınırlarına gelindiğinin gözlemlenebildiği koşullarda; bütün manevralara rağmen Rusya ile ilişkilerin düzelmesinin zamana ve ciddi tavizlere bağlı olduğu koşullarda… Ortadoğu’da düşülen bataklıktan çıkmak için çırpınıldığı koşullarda…

Ülkenin ‘öngörülebilir ülke’ olmaktan çıkarak dış yatırımların çekilmeye başladığı, turizm gelirlerinin neredeyse sıfırlandığı koşullarda yakın ve orta vadeli gelecek belirsizliğini koruyor.

Sonuç olarak, iktidarın hacıyatmaz gibi her şart altında dört ayağı üzerine düştüğü ve otokrat iktidarını koruyabildiği zeminin, kelimenin gerçek anlamında en geniş demokrasi cephesinin kurulamadığı koşullarda gerçekleştiğini de unutmamak gerekiyor.  Hastalığın ilacı burada…

1 Ağustos 2016 Pazartesi

‘HDP HARİÇ SÜRECİ’



“Liderler Saraya davet edildi…
HDP hariç”
“Birlik ve beraberliği tahkim amacıyla hakaret davaları geri çekildi…
HDP hariç”
“Liderler Yenikapı mitingine davet edildi…
HDP hariç”

Gazeteler

Egemenin neden ‘davet etmediği’ pek anlaşılır. Hayır, hayır kastım HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde elde ettiği başarı yüzünden  başkanlık hayallerinin suya düşmüş olması değil… Ya da sürekli kulağının dibinde ‘demokratik değerlere’ ve ‘Kürt sorununa’ vurgu yapan HDP’nin varlığı da değil tek başına  onu rahatsız eden… Bu rakibi eğip bükememesi, ne yaparsa yapsın ‘hizaya sokamaması’, bir türlü etkisizleştirememesi, gündemden düşürememesi de değil… Davet edilmeme nedeninin bütün bu saydıklarımın yanında son derece ‘insani’ bir boyutunun da olduğu kanaatindeyim. Çok basit ve anlaşılır aslında, dizginlenemeyen kişisel öfke…  Egemenin bu tür öfke patlamalarına bir çok kere şahit olmadık mı? Bu öylesine bir öfke ki hani ‘sureti haktan görünme’, ‘zevahiri kurtarma’ ihtiyacı bile duymuyor… Siyaseten bile… Takdire şayan!

Bakınız ‘hırsızlık, yolsuzluk, vatan hainliği’ propagandalarını siyasi manifestosu yapmış MHP nasıl da uysal bir koyun gibi hizaya girdi. Nasıl da yedeklendi… Kongresini engelleyebilmek için bile AKP hükümetinin desteğine ihtiyaç duyuyor. Meclis MHP’si AKP’nin ‘elde bir’ oy potansiyeli haline geldi…

Anlı şanlı ordu ve bir zamanların mangalda mangalda kül bırakmayan ulusalcı solu egemenin ağzına bakıyor, epeydir. Egemende anti-emperyalizm keşfettiler…

CHP yönetimi de-CHP değil- neredeyse kapana girmek üzere, maalesef ! Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda alınan ve ‘anayasaya aykırı ama…’ diye başlayan siyaset parodosiyle de başlamadı süreç.  Mustafa Sarıgül’ün İstanbul adaylığından, Ekmeleddin İhsanoğlu mutabakatından geçerek bugünlere geldik. 45 gün süren avara kasnak ‘istikşafi’ görüşmelerde figüran olma basiretsizliği de ayrıca siyaset tarihine kaydoldu… Ha keza il, ilçe ve mahalleler yerle yeksan edilirken en ufak bir demokratik tepki belirtisi gösterememe aymazlığı da unutulmadı… ‘Efendim ben sarayda sordum, neden HDP davet edilmedi, edilmeliydi, dedim’…  Eee! Bitti mi, görev tamam mı? ‘Böylece ne kadar demokrat olduğumuzu da göstermiş olduk, olmadı mı?’ Yersen! Aslında E. Kürkçü veciz bir şekilde ifade etti, Kılıçdaroğlu ve CHP yönetiminin açmazını; ‘yeni bir rejim inşa ediliyor ve CHP yönetimine de bu rejimin icazeti solu olma görevi teklif ediliyor’.  CHP’den kuvvetli bir tepki yükselmezse CHP yönetimi bu teklifin üstüne atlayacak gibi görünüyor… Aslında CHP gibi damarlarında devletin kanı dolaşan bir partinin ‘HDP hariç sürecinin’-eğer genel kabul görüp kronikleşirse- devletin bekası açısından nasıl bir tehlike oluşturduğunu gör(e)memesi de ayrıca kayda değer…

İtinayla  tırmandırılan ‘HDP hariç sürecinin’,  üzerinde siyaset yapılan zemin açısından ne kadar büyük tehlikelere gebe olduğunun HDP dışındaki sosyalist oluşumlarda da gereken uyarıcı etkiyi yaratmadığı görülüyor. Bu umursamazlıkla malul tutumun demokrasi mücadelesinde CHP’yi kerteriz almaktan kaynaklandığı açık. En azından bir kısım sosyalist oluşumlar bakımından. CHP ile aradaki mesafenin daralmasının başka bir deyimle HDP ile mesafeyi netleştirme arzusunun sosyalist mücadeleye olsa olsa zararı olur… ‘Efendim egemenin daveti de önemli mi, gidecek miydi ki’ sorusu da son derece yanlış. Sorun gidip gitmemenin ötesinde ‘HDP hariç sürecinin’ nelere yolaçabileceğini görmek meselesi

S. Demirtaş HDP’nin önemini şöyle vurguluyor:
“…Tümüyle Türkleşmiş bir Kürt partisinden asla korkmazlar, tümüyle Kürdistan’a hapsolmuş bir bölge partisinden de asla korkmazlar. Korktukları şey , bu dengeyi sağlayabilen partidir. HDP 7 Haziranda bu dengeyi sağlayabildiği için zaten rejim kendisini tehlikede hissedip  Sarayın etrafında milli blok oluşturdu.”  Express 144. Sayı.

‘HDP hariç süreci’ bu dengeyi bozmayı hedefliyor. Egemenler bu dengenin bozulmasının bu ‘güzel ve yalnız ülkenin’ dengelerini de bozacağının ne kadar farkındadır, bilinmez.

Biz sosyalistlerin farkında olmama ve tepkisiz kalma lüksümüz yok!

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...