27 Ekim 2014 Pazartesi

Kimilerine tuhaf gelecek bir nesnellik ve uçurumun ta dibi…


Ben korkuyorum arkadaş. Neden mi? Yeniden o kanlı günlere dönmekten. Karakolların basıldığı, bombaların patladığı, çatışmaların ve ölümlerin toplumsal kesimleri suskunluğa ittiği o günlerin, kabus dolu o günlerin geri gelmesinden it gibi korkuyorum. Etnik kökeni ne olursa olsun, üniformalı ya da üniformasız gençlerin cenazelerinin musalla taşlarına doluşmasından, hergün onlarca eve ateş düşmesinden it gibi korkuyorum.  Korkmayan beri gelsin.
 Bazı süreçler vardır ki, başladın başladın bir daha geri dönemezsin. Ateşle oyun olmaz. Çatışmasızlık hali, barış süreci, siz meşrebinize göre ne derseniz deyin, böyle bir şeydir. 'Ben artık oynamıyorum' diyemezsiniz.
Dahası şu ya da bu hesaplarla, ya da amaçlarla yokuşa da süremezsiniz. Oyalayamazsınız, sürüncemede bırakamazsınız, karşınızdaki muhatabınıza madik atamazsınız. Kararlı ve net bir duruş sergilemek zorundasınızdır.
Aksi halde 'eski günlere' dönmekle kalmaz, kendinizi amansız bir ateş topunun içinde bulursunuz. Kardeşin kardeşi, komşunun komşuyu, yoksulun, zenginin birbirini öldürdüğü bir cehennemde. Nereden mi biliyorum? Hissediyorum. hissediyorum. Siz hissetmiyor musunuz? Palalar, satırlar pompalı tüfekler, ezilen kafalar, 3. kattan fırlatılan vücutlar, basılan mahalleler... Daha ne istiyorsunuz? Daha ne lazım ki?
Beyrut cehennemini izlemek için yaşınız yetmiyor olabilir. Rwanda'yı bilmiyor olabilirsiniz. O zaman mabadınızı kaldırıp bir zahmet arşivlere girin. Kahraman Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını, Kanlı pazarı araştırın. 6/7 Eylül'ü de  okumadınız mı? Malzeme mebzul miktarda var, maalesef. Okuyup araştırmak, titreyip, ürperip kendine gelmek için. 'Yok kardeşim benim zamanım yok' diyorsanız', o zaman etrafınıza bakın. Suriye'ye Irak'a, Afganistan'a, Pakistan'a bakın. Yok 'benim medyam bana yeter, ben gazetemin, TV kanalımın manşetleriyle mutluyum, bana yetiyorlar' diyorsanız. Siz olup olabilecek her şeye müstehaksınız demektir. Yapmayın.
Bu tür dönemler küçük harfle konuşulması gereken dönemlerdir. Kör devlet ve müesses nizam taraftarlığına hiçbir şekilde yer olmadığı gibi; fanatizmin, kör inancın, 'ama onlar bizimkiler', 'öbürleri düşman' edebiyatına hiç yer olmaması gerektir.
 Kimseye 'hakkından hukukundan vazgeç' demeye hakkımız yok tabii ki. Kimseye 'verilenle yetin', 'olup biteni unut' demeye hakkımız yok tabii ki. Ama 'sakin ol' demeye hakkımız var. 'Meşruiyet çizgisinden ve makuliyetten uzaklaşma, karşındakini olmasa bile halkı unutma' demeye hakkımız var.  Diğer yandan 'samimi ol, top çevirip durma, başladın madem adam gibi oyna, kimsenin onuruyla oynama, meşru hak ve hukuku tartışma konusu yapma, karşındakini küçük siyasi hesaplarına alet etmeye çalışma, o aptal değil, elini çabuk tut, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu' demeye hakkımız var. Gün müzakere zamanı.
Abartiyor muyum? Karamsar mıyım? Varsın olsun. Benim karamsarlığımın, abartımın kimseye bir zararı yok. Yeterki biz uçurumun kenarından dönme basireti gösterelim.

Öyle bir an gelir ki, ilk kurşunu kimin attığının, kimin haklı kimin haksız olduğunun en küçük bir önemi kalmaz.

25 Ekim 2014 Cumartesi

63 kişiden birine...


63 kişiden birine...POLİTİKA
0,0
    
25.10.2014 13:13:32

“Aklımı fikrimden ayırma Yarabbi…”
Annem
Oral Çalışlar yazmış, Radikalde… ’63 Akılsızdan Biri de Benim’ diye… Yazı bazı sorular çağrıştırdı…
1. Bir yandan ‘makul şüpheli’ polis devleti kurumlaştırılmaya çalışılırken barış nasıl mümkün olacaktır? Demokrasisiz bir barış mümkün mü, endişesi yersiz midir?
2. Hükümet oyalıyor, top çeviriyor demek neden "Kürtler'e silaha sarılın" çağrısı oluyor?
3. Ağız birliği etmişçesine her ağızdan tekrarlanan 'terör örgütü' söylemiyle nasıl barış yapmayı düşünüyorlar?
4. Yolsuzlukları külliyen örtbas çabaları pervasızca sürdürülürken, bu yol 'barışla' buluşabilir mi?
5. Bir yanda dolaylı dolaysız Işid desteği, "PYD terörist, hatta HDP terörist, provokatör" diğer yanda barış, olacak şey mi?
6. 'Kürtler AKP'ye mecbur' zihniyeti, sesini çıkarma otur, ne verilirse razı ol, tutumu değil midir? Kürtler ‘Yüzyıl sonra muhatap kabul edilmeleri, liderlerine ilgi gösterilmesi’ lütfuyla yetinmek zorunda mıdırlar? Barış dediğin, ‘abi sağol yaa, bizi muhatap aldın, liderimize ilgi gösterdin, Allah senden razı olsun’la mı sağlanacaktır?
7. Kürtlerin tek alternatifinin 'silah' olduğunu nereden çıkarıyorsun? Direnmek sadece silahla mı olur?
8. Hükümete karşı hiç mi sözün yok? Yazılarının altına ‘Cumartesi annelerine’ diye not düşerken, ‘bu da yanlış ama,…’ diye cümleler kurarken ancak ‘sureti haktan görünmeye çalışmış oluyorsun. Bu tutum olsa olsa ‘birazcık nalına, daha çok da mıhına’ tutumu olmuyor mu?
9. Kürtler’in varlığına bile zor tahammül eden Bahçeli’nin ve kafası fena halde karışık CHP’nin tutumuyla; süreçteki, hükümetin seçimlere yönelik olduğu tartışma götürmez ‘kıvırtma’, diz çöktürme yöntemlerini eleştirenleri aynı kefeye koymak ‘el çabukluğu marifet’ tutumu değil midir?
10. Bölgede hiçbir dostu kalmamış bir dış politikanın nasıl bir barış politikası izleyebileceği endişesi taşımak suç mudur?  
11. ‘Akillik’ Kamu İktisadi Teşekkülü müdür?’ Kamu Güvenliği Müsteşarlığına mı’ bağlıdır. ‘Akil’ dediğin, öncelikli olarak mağdurun yanında olmak zorunda değil midir?
12. CB’nından Hükümet çevrelerine kadar hakim olan nadan, nobran ve öfke kusan üslup hiç mi rahatsız edici değil? Bir gün söylediğinin ertesi gün tam tersini söyleyen, birini söylediğini öbürünün tekzip ettiği bir hükümetin samimiyetinden kuşkulanmak suç mudur?
Ne diyeyim?  Allah seni bildiği gibi yapsın…
Cengizhan Güngör

23 Ekim 2014 Perşembe

Sırrı Süreyya'ya Açık Mektup

Sırrı Süreyya'ya açık mektupTÜRKİYE GÜNDEMİ
0,0
    






Sıradan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak son birkaç senedir memleketin siyasi hayatında oynadığın rolü son derece önemsiyorum. İhtiyacımız olan Türk-Kürt halkları arasındaki birbirini anlama çabalarına ve Kürt siyasi hareketinin politik arenadaki meşruiyetini sağlamlaştırma çabalarına ivme kattın. Çabalarının, özellikle bir iç savaşihtimaliyle ülkenin uçurumun kıyısına doğru sürüklendiği bir döneme denk düşmesi  ayrıca önemliydi. Tabii ki bu çok taraflı denklemin ve çabaların ürünü olan bu sürecin sana maledilmesi doğru değil. Bunu öncelikle sen kabul etmezsin, ayrıca doğru da değil. Ancak özel rolünü yadsımak da haksızlık olur. Sürecin bize yansıyan boyutunda da farkettik, bize yansımayan yüzünden de tahmin ediyoruz ki; kıvrak zekan, iki halkın kültürüne yönelik olarak derin birikimin ve bitimsiz gibi görünen samimiyetin ve iyimserliğin kritik eşiklerin aşılmasında önemli bir rol oynadı.
Ancak dün 5N1K programındaki Sırrı'yı ilk defa biraz hüzün ve üzüntüyle izlediğimi belirtmeliyim. 'Diplomasinin' bir çeşit 'arabuluculuğun' ne berbat bir alan olduğunu tahmin edebiliyorum. Bu devlet denilen canavar mekanizmanın dehlizlerinde uzlaşma ve barış arayışının, öteki olarak adlandırdıklarına karşı-Türk halkı, Kürtler, Rumlar, Ermeniler, sosyalistler, muhalifler, Yahudiler..vb- korkunç bir tarihi birikime ve zihniyetine sahip bir mekanizmaya ve onların temsilcilerine dert anlatmaya çalışmanın ne kadar yorucu ve yıpratıcı olduğunu bilmiyorum ama hissedebiliyorum. Bu yıpratıcı sürecin sende yarattığı tahribatı dün akşam TV ekranlarından izledim.
Biz Sırrı'yı son derece makul, meşruiyetçi ama amansız bir sistem muhalifi olarak tanıdık. Şimdi ise, süreç seni içine çekiyor ve esir alıyor gibi bir hisse kapıldım. Bir yandan gerçeklikten kopuyorsun, diğer yandan üslubun  devletleşiyor.  Hiçbir şekilde haksızlık etmek istemem, çoğumuzun cesaret bile edemeyeceği bireysel riskler alarak ve kişisel fedakarlıklarla yürüdüğün 'hanelere ateş düşmesin, artık' diye özetlenebilecek davana halel gelsin istemem.
Ancak, gerçeklikten kopuyorsun, çünkü devlet mekanizmasının yeni sahipleri görünen o ki, çook ama çok başka bir hava içindeler ve başka amaçlar peşindeler.  Onlar son derece otoriter, oligarşik bir polis devletinin kurumsal olarak inşasının peşindeler. Bu giderek netleşiyor. Daha da önemlisi başka bir alternatifleri de kalmadı artık. Bu ölçüde yolsuzluk ve suç denilebilecek iddialara(?) muhatap olmuş bir ekibin böyle amaçlara ve hedeflere sahip olmasından daha doğal bir şey de olamaz. Diyebilirsin ki; 'ama yeniden bir savaş başlaması ihtimalinden de çok ama çok korkuyorlar ve süreçten geri dönecek halleri de yok', katılırım. Ancak, hala kritik eşiklerden geçtikleri bu süreci oyalayarak, top çevirerek, çok sıkıştıklarında bir takım tavizler vererek ama ana meselelere de girmeden ama girer gibi yaparak seçimlerden seçimlere idare etmeye çalıştıkları açık. Bu anlamda Osmanlı ve Bizans entrikacılığı mirasının onlara müthiş bir yetenek(!) kazandırdığı da açık. .Mış gibi yaparak idare etmeye çalıştıkları sürecin hemen yanında kendi otoriter, her türlü muhalefetin nefes bile alamayacağı bir sistemin inşasına, konsolidasyonuna tavizsiz devam ediyorlar.  Bu anlamda kafalarımızın bir köşesinde başından beri taşıdığımız endişelerimiz giderek büyüyor. Yani 'hem böyle bir yönelim ve ciddi pratikler, hem de tamamen bir demokratik altyapıyı zorunlu kılan, olmazsa olmaz 'kalıcı barış' nasıl birarada olabilecek' endişesi.  Yine diyebilirsin ki, "Ama Türk-Kürt halkları, Kürt siyasi hareketi,  demokrasi ve sosyalizm güçleri ve uluslararası koşullar" buna imkan vermez. Umarım, vermez. Ancak bir yandan faşizme doğru evrilebilecek bir sistem inşası çabalarıyla, barış sürecinin daha uzun süre bir arada sürdürülebilir olmasının mümkün olmadığı da çok açık.
Bu yaman çelişkinin 'barış' lehine çözülmesi ihtimal dahilinde mi, sence? Bence çok küçük bir ihtimal. Neden biliyor musun, iktidar sahipleri o kadar kirlendiler ki, demokrasi onların bünyeleri için ölümcül bir tehlike haline geliyor. Gezi'de sonra hızlanan bu süreç, 17-25 Aralık eşiklerinden geçerek daha da yapısallaşıyor.
'Üslubun da değişip devletleşiyor' demiştim. Ne kastettiğimi anladın, hani şu 'darbe tehlikesi ve cirit atan ajanlar' söylemi. Ben 'darbe' tehlikesinden söz etmenin yersiz olduğunu düşünenlerdenim, böyle bir tehlikenin olmamasından dolayı değil, kendileri 'darbeleştikleri' için. Öcalan bu söylemi rakipleri bir şeylere 'ikna' etmek üzere ve ellerini çabuk tutmaya zorlamak için bir müzakere tarafı olarak dile getiriyor. Bu anlaşılır. Ayrıca uluslararası alanda öyle bir tecrit içindeler ki, uluslararası efendilerin bu ihtimali masada tutukları da söylenebilir. Ancak bu kitlesel oy desteği devam ettiği sürece bu da sadece şıklardan biri olmaya mahkum. Yani meselenin önemli ve tayin edici yanı 'darbe tehlikesi'değil. Tekraren 'onlar darbeleşiyorlar'.
Ajanların cirit attığı doğru olabilir, böyle bir coğrafya da aksini düşünmek de abes, belki. Ancak böylesi bir söylem, 'ajanların cirit attığı' ortamın yaratılmasının baş müsebbinin bizim muktedirlerimiz olduğu gerçeğini görmemize engel olmamalı. Her adımları ateşin üzerine benzin dökmek pratiğini gösteriyor.
'İyi de kardeşim, sen ne öneriyorsun, ne yapalım?'. Ben özel olarak sana bir şey öneremem. Senin rolün başka. Sen artık üstlendiğin rol itibarıyla 'hırçın' muhalif olamazsın, pozitif konuşmak zorundasın, ne olursa olsun, 'masayı' arkadaşlarınla birlikte ayakta tutmaya çalışmalısın, bunu anlıyorum. Bir tek gencin asker ya da kız erkek gerilla olsun ölmemesi için atılan her adım, onların ailelerinin ocaklarına ateş düşmemesi için gösterilen çabalar, bir iç savaşı önleme girişimleri kutsaldır. Ben sadece hani dikkatinde bulunsun diye, hatırlatma babında söyledim, bütün bunları. Bir başka açıdan da hani 'gelinim sana söylüyorum, kızım sen anla' hesabı.
Her şeye rağmen Türk ve Kürt halklarına ve onların örgüterine, demokrasi ve sosyalizm güçlerine, Kürt siyasi hareketine güvenmek için bir çok neden ve gösterge var.
Sana kolaylıklar diliyorum. Sevgilerimle.
Cengizhan Güngör

20 Ekim 2014 Pazartesi

TÜRK SOSYALİSTİ VE BEKARA KARI BOŞAMAK....

TÜRK SOSYALİSTİ VE BEKARA KARI BOŞAMAK....

TÜRK SOSYALİSTİ VE BEKARA KARI BOŞAMAK....I
04.03.2013 16:24:59


Her şey ‘Roboski katliamı orta yerde dururken..’ söylemiyle başladı. Hemen arkasından ‘başkanlık sistemine yatılıyor, görüyor musun, demokrasi satılıyor’ dendi.
İmralı ve BDP görüşme tutanakları yayınlandıktan sonra artık el arttırılıyor…
‘Yüzde on barajı ortadan kalkmadan barış gibi laflar etmek insan zekasına hakarettir’ diyenler çıktı.
Yetmedi…
‘Ciddiye(!) alınması gereken kaynaklara dayanılarak anadilde eğitim talebinden vazgeçildiği görülüyor; bu talepten vazgeçildikten sonra da devlet açısından hiçbir talep kabul edilmez değildir’ diye yazıldı.
Bu kadar mı zannediyorsunuz. Yanılıyorsunuz.
‘Hem tek yol barış, hem tek yol devrim olmaz. Devrimcinin tek bir yolu vardır, o da devrim yolu’ da denildi.
Bu görüşlerin önünde, arkasında ya da kapsamında sıralanan fikirlerin ve argümanların hepsine katılırsınız ya da katılmazsınız bu ayrı. Geri plandaki iyi niyetten hiçbir kuşku da duymayabilirsiniz, bu da tamamen ayrı bir konu…
Ancak, bu görüşlerin arkasında yatan; 40 yıldır savaşan, on binlerce cana ve müthiş sosyal yıkıma yol açmış savaşın bir tarafına, acıyı ve yıkımı bizzat yaşamış Kürt tarafına akıl verme kibirliliğini görmezlikten gelemezsiniz.
Bu tutumun arkasında yatan ‘doğrusunu biz biliriz’, ‘sen bizi dinle’ kibirli ağabey tutumunu görmezlikten gelemezsiniz.
Bir halkın acılarına, yaşadığı yıkıma, artık biraz nefes almaya duyduğu dayanılmaz özleme, yaralarını sağaltmak için huzur ihtiyacına duyarsızlığı görmezden gelemezsiniz.
Bin bir badireden geçmiş, kurtlar sofrasında kendisine ciddi bir alan açmış, binlerce kişilikli siyasetçi yetiştirmiş Kürt siyasi hareketine yönelik güvensizliği görmezlikten gelemezsiniz.
Zihinlerimizin derinliklerinde bir yerlerde hadi davayı satma potansiyeli demeyelim, ama kandırılma potansiyeli barındırdıklarına dair bir algının olduğunu görmezlikten gelebilir miyiz?
Savaşın bilfiil tarafı değiliz. Biz ölmedik biz öldürmedik. Bizim köylerimiz yakılmadı, yüzbinleri bulan kitleler olarak baba ocağından sürülmedik. Gelinlik kızlarımız, genç delikanlılarımız yıllardır mağara kovuklarında yaşamıyor, ölmüyor. Bizim evimiz başımıza yıkılmadı. Öyleyse bu telaş niye. Süreçte bir dahlimiz yok, öyleyse neden sivri ve acıtıcı bir uyarı(!) dilini benimsiyoruz ki?
Tarih, kimi zaman birilerine ya da kimi siyasi sosyal kurumlara ‘gölge etme, başka ihsan istemez’ rolü verebilir. Bizim tabağımıza gelen de, bugün budur. Beğenelim beğenmeyelim.
Bize düşen BARIŞ sürecine kayıtsız şartsız destek ve Kürt tarafının siyasi olgunluğuna ve becerisine güvenmek.
Bugün demokrasinin yolu BARIŞ’tan geçiyor. Barış talebi hem politik olarak ve daha da çok insani olarak en yakıcı ihtiyaç..

19 Ekim 2014 Pazar

HDP ve vandalizm

HDP ve vandalizm

HDP ve vandalizm
16.10.2014 00:14:40


İktidar çevreleri ve  onların medyadaki akıl uzantıları bir süredir, müthiş ve etkili bir kampanya ile son derece haksız oldukları ve ortaya çıkan şiddetin birinci dereceden müsebbibi oldukları halde, HDP'yi suçlayarak kendilerini ve hükümetlerini kurtarmaya çalışıyorlar.
Bu kampanyanın HDP'nin ‘insanları sokağa çıkma çağrısı yapmakla büyük bir suç işlediği’ şeklindeki boyutunu tartışmanın bir gereği yok. Bir siyasi partinin insanları sokağa çağırması kadar 'DEMOKRATİK' bir şey yok. Eğer demokrasi dediğiniz şeyi sandıktan ve ve meclis koridorlarından ibaret görmüyorsanız. Bu zihniyetin hakim olduğu bir düzende gösteri hakkı da suçtur, grev yapmak da, bunu geçelim.
Suçlamalar bu boyutta kalsa mesele yoktu. Ancak gördüğümüz kadarıyla kimi demokratik çevrelerde ve hatta HDP içerisinde de bu kampanyanın etkilerini görüyoruz. Sorun buradadır. HDP bu kampanya ile sokaktan ve giderek halktan koparılmak istenmekte ve sandık siyasetinin kısırlığına mahkum edilmektedir.
Siz bütün dünyanın ve Türkiye muhalefetinin mutabık olduğu Işid destekçiliğini inatla ve ısrarla sürdürünüz; ‘sınırlarımızda terrorist bir oluşuma izin vermeyeceğiz’ diyerek daha baştan Suriye Kürtlerinin iradesine  karşı  tutum alınız; vahşetten kaçarak kapınıza dayanan genç, yaşlı, kadın, çocuk Kobani'li Kürtleri ilk üç gün içeri almadığınız gibi hem onları, hem onlara destek vermek için gelenleri gazlayınız, coplayınız; 'Kobane düştü, düşecek' açıklamaları yapınız; 'Kobane'nin Ankara ile Diyarbakır'la ne alakası var' diyerek ateşe benzin dökünüz; sonra da şiddetten yakınınız. Biz de samimiyetinize inanalım, bu mümkün değil.
Aslında bu alttan alta biriken ve ve toplumsal bir infial halinde patlayan öfkenin tek nedeni Kobani'de değildi. 'Çözüm sürecinde' top çevirerek durumu idare ettiğini sanarak, çok zorlandığında ve kritik eşiklerde bir şeyler verir gibi yaparak, ana taleplere sırtını dönmeyi çizgi haline getirerek, sürekli oyalama siyaseti izleyen hükümet tutumu da epey bir süredir ciddi bir basınç oluşturmuş görünüyor. En azından son bir haftada ortaya çıkan durum budur.
Aslında hükümetin hesap edemediği; HDP'nin de öngöremediği olgu; biriken öfkenin ne kadar yüksek yoğunluklu olduğuydu. Hükümetin çıkarması gereken ders varsa, o da halkın-özellikle Kürtlerin- sinir uçlarıyla  ne kadar oynadığı gerçeğiydi. Nitekim halkın CB ve hükümet yetkilileri tarafından kışkırtılan büyük öfkesi, HDP'nin de örgütlü bir şekilde sürece hakim olamaması dolayısıyla ve onu da aşarak bir toplumsal patlamaya dönüşmüş ve dizginlenemeyen bu öfke Hüda-Par'lılara ve kimi tasvip edilemeyecek hedeflere de yönelmiştir. Haftanın bilançosunda ise bu tablo devlet kuvvetlerinin  şiddeti ve sokağa çıkan ülkücülerin saldırıları ile de birleşerek, maalesef, 41 insanın ölümüne yol açmıştır. Burada HDP açısından dikkat edilmesi gereken nokta, vandalizm ve şiddet yanlısı gibi gösterilmeye yönelik psikolojik terörün üstüne çıkarak soğukkanlı bir durum değerlendirmesine imkan açmaktır.
HDP'nin üzerinde düşünmesi  ve tartışması gereken konu budur. Örgütlenemeyen ve yönlendirilemeyen ve özdeşleşilip rasyonelleştirilemeyen kitlesel öfke, sonuç olarak halka ve onların hedeflerine de zarar verebiliyor. Bu öngörüsüzlük ve örgütsüzlük hali, sonuç olarak Kobani duyarlılığının geri planda kalmasına ve sorunun bir vandalizm gibi yansıtılmasına vesile olmuştur.
Hükümet  ise, gerçek bu olduğu halde,  aradan sıyrılıp nizamı sağlama misyonunu öne çıkararak Gezide de efsane olan polisinin yetkilerini artırma çabalarına meşruiyet devşirmeye çalışmaktadır. Bunun için vandalizm edebiyatına sarılıyor.
Bu ülkenin demokratları ve devrimcileri, Gezi eylemliliğinin 'şiddet ve vandalizm' sarmalında tartışılmasına nasıl göğüs gerdilerse, son yaşadığımız bir haftayı da bu düzlemde tartışmayı kabul etmemelidirler. Bu noktada denilebilir ki, 'Gezi de yalın bir polis şiddeti ve birleşmiş bir toplum kesimler vardı, oysa burada bütün bunların yanında şiddetin yöneldiği tasvip edilemeyecek hedefler ve çeşitli kesimlerin birbirine girdiği olaylar oldu, ölümler oldu'; doğrudur, ancak bu doğru tespit olsa olsa eylemliliğin yoğunlaştığı bölgelerin yakın ve uzak tarihi ve sosyolojik gerçeklikleriyle ilgili bir boyutta tartışılmayı hak etmektedir. 

Hükümet politikalarının iflasına bir kere daha tanık oluyoruz, ama...

Hükümet politikalarının iflasına bir kere daha tanık oluyoruz, ama...

Hükümet politikalarının iflasına bir kere daha tanık oluyoruz, ama...
09.10.2014 23:27:54


30 yıldır devam eden ‘düşük yoğunluklu savaş’ bir çok kritik aşamadan geçtiği halde iç savaş tehlikesini bu kadar yakından hissetmemiştik. Bu duyguyu kuvvetli bir şekilde ve ürpererek hissetmemiz ise bu hükümet dönemine nasip oldu.
-Hükümet, Kürtlerin Kobanili kardeşlerine olan duyarlılıklarını ve bağlılıklarını test etmek istediyse, bu duyarlılığın ve bağlılığın ne kadar kuvvetli olduğunu artık anlamış olması gerekir. Hem niceliksel olarak, hem de çıkardığı kuvvetli ses ve ayrıca bütün Kürt siyasi kurumlarını kapsayacak boyutlarda.
Ancak bunun için 25 canın ölmesi gerekmezdi.
-Hükümet Öcalan'ın Kürtler üzerindeki etkisini test etmek istediyse yine ders çıkarmış olması gerekir. Seferberlik ilan etti, insanlar ayağa kalktı, kitlesel olarak. Bir faks(!) mesajıyla ve HDP çağrısıyla kitleler yatışmış görünüyor. Bu süreç A. Öcalan'ın elini güçlendirmiştir.
Aslında bu iki gerçeğin tespiti için günlük siyaseti takip ediyor olmak yeterdi. Cumhurbaşkanı ya da hükümet olmanıza da gerek yoktu. Hele hele bunun için 25 canın ölmesi hiç gerekmezdi.
Hükümet ısrarla 'çözüm' sürecinin gereklerini yapmayarak, ayak süreyerek böyle bir infialin zeminini yaratmıştır. Herhalde elini çabuk tutmalarının gereğini anlamış olmaları gerekir. Bir an önce Kürt'lerin taleplerinin dikkate alınması şarttır.
İkinci olarak Işid'le arasına net bir sınır koymayarak, dolaylı ve dolaysız destek vererek, Suriye Kürtleri'nin iradesine karşı konumlanmıştır. Ve Kantonların yıkılmasının pususuna yatarak bu infialin ve kitlesel patlamanın tetikçisi olmuştur.
Bu süreç hükümet politikalarının bir kere daha iflasının tanığıdır. Diğer bütün deneyler ‘çözüm’ denilen süreçlerin son derece kırılgan olduğunu göstermektedir.  Bir kere başladınız mı, geri dönüşün bedeli çok ama çok ağır olur. Başladığınız noktadan çok daha ağır şartlara sürüklenirsiniz. Yazıktır günahtır. Ayak sürümek, karşı tarafı hafife almak son derece tehlikelidir. Ayrıca bu tür süreçler ‘çözümü’ sabote etmek isteyen bir çok karanlık gücün harekete geçmesine yol açar. Son gelişmelerde olduğu gibi.
Bütün bunların yanında Kobani ateşi yanmaya devam ediyor, hem Kürtler'in, hem de Türkiye Halklarının kalbinde.
CB ve kurmay heyeti bu gerçeği anlamış mı, hiç emin değilim.
Umuyorum ki, bu ciddi kitlesel infialin ortaya çıkardığı duygusal kopuş ve gerilim, çatışmasızlık halinin son bulmasına yol açmaz. 

Asıl şimdi ve hemen 'Laiklik' için mücadele...


Asıl şimdi ve hemen 'Laiklik' için mücadele...
26.09.2014 19:41:52


Bu topraklarda her zaman toplumsal ilişkileri ve siyaset kurumunu dini kurallara göre şekillendirmek isteyen yasal-yasadışı kurumlar, siyasetler, güç odakları oldu. Bu anlamda özellikle doksanlı yılların sonuna doğru moda haline gelen deyimiyle ‘laiklik elden gidiyor’ endişesinin bir karşılığı olmadığını söylemek ülke gerçeği ile bağdaşmıyor. O yıllarda sürdürülen -tabii ki 90 yıldır- ‘laiklik’ için mücadelenin taşıdığı köklü zaaflar bu gerçeğin üzerini, maalesef, bir süredir örttü.
Sorun, aslında, ülkede uygulanan biçim ve muhtevası ile ‘laiklik’ kurumunun baştan sakat bir olgu olmasından kaynaklanıyordu. 1920’lerin kurucu ideolojisinin ‘dini devletleştirmeyi ‘ ve dini devlet ideolojisi etrafında tanımlama çabalarının damga vurduğu laiklik kurumu, sonraki sürecin doğumdan kaynaklanan anomalisini ifade ediyordu. Bu doğum anomalisi, daha sonraki laiklik kurumunu koruma çabalarını da hem içerik olarak, hem de dayandığı güçler açısından sorunlu kıldı. Ordu rejimin teminatı olarak laikliğin de hamiliğini üstlendi. Öte yandan bu devletçi anomali laiklik karşıtı güçlerin kitlesel zeminini süreç içinde giderek genişletmesinin de kolaylaştırıcısı oldu. Sonuç olarak laiklik için mücadele ya da laikliği koruma çabaları bir türlü kitleselleşemedi ya da seçkin ya da seçkinci çevrelerin sorunu gibi algılanmasına yol açtı.
Bu bir çeşit ‘devlet dini’ etrafında şekillendirilen laiklik kurumunun; geniş halk kitleleri nezdinde sağlam bir zemin yaratamamış ve yaratmasının da mümkün olmadığı koşullarda, bir çok temel varoluşsal problemleri ile birlikte ordunun da güçten düşmesi nedeniyle etkisizleştirilmesi-tasfiyesi pek de zor olmadı. Zaten kimi muhalif entelijansiya içinde de giderek bu doğum anomalisinden kaynaklanan sorunlar, sorgulanmaya başlamıştı. Nitekim bu süreçte laiklik karşıtı çevrelerin mücadelelerini bir ‘özgürlükler sorunu’ alanına taşımaları karşısında bir direnç oluşturulamadı. Bu vasatta, maalesef hala toplumsal yaşamın bütün alanlarının dinsel kodlarla düzenlenmesi-restorasyonu- girişimleri bir özgürlük mücadelesi olarak takdim edilebiliyor ve daha da önemlisi hala bir kısım aydınlar süreci kendilerine dayatılan  bu alanda tartışıyor ya da tarifliyorlar.
Oysa uzunca bir süredir hükümet eliyle yürütülen uygulamalar ve düzenlemelerle yoğun bir ideolojik hegemonya toplumsal dokunun bütün hücrelerine yönelik bir kuşatma halinde sürdürülüyor. İdeolojik hegemonyanın temel referansı islamın sünni versiyonu. Bu ideolojik yayılma son derece incelikli bir şekilde adım adım yeni kurumlar yaratılarak, eskileri yaygınlaştırılarak, dinsel ritüeller abartılı bir şekilde canlandırılarak, iletişim jargonu tepeden aşağı dinselleştirilerek, toplumun bütün kesimlerine, özellikle gençlere ve giderek çocuklara yönelerek egemen kılınmaya çalışılıyor. 'Kindar ve dindar nesiller yetiştirme' hedefi uzun vadeli bir perspektifle ve vites büyütülerek sürdürülüyor. Bu sürecin en çok acı çeken ve mağdur kesimlerinin her kuşaktan kadınlar ve kadınlık bilinci olduğu çok açık. Nitekim öncelikle ve yoğunluklu olarak onlar ‘tehlikenin’ farkında. ‘Tehlike’ ifadesi abartılı bulunabilir. Bu satırların yazarı hiçbir abartma olmadığını düşünüyor. Bunun için sadece ülke içindeki gelişmeleri izlemek, dökümünü yapmakla yetinmemek gerekiyor. Hemen çevre ülkelerde, bölgede olan bitene bakmak gerek. Asıl tehlike ise dini güçlerin ve ideolojinin uluslararası alanda yaygınlık kazanmasından çok sisteme yönelik muhalefetin-silahlı, silahsız- bu dini ideolojik referansları temel alan güçlerce sürdürülüyor olması ya da bu izlenimin yaygınlaşması. Nitekim çok farklı ülkelerde gençler arasında çok geniş yankı yaratabilmesi ve destek bulabilmesi bu ‘muhalif’ görünebilmeyi başarmış olabilmesi dolayısıyladır.
Hükümet eliyle yürütülen bu ideolojik hegemonyanın amacı, sorgulamayan, biat etmeyi içselleştirmiş kör ve sağır bir toplum yaratmak. Bu ideolojik hegemonya çabalarının önce durdurulması ve adım adım geriletilmesi gerekiyor.
Bu islamın bir versiyonunu temel alan ideolojik hegemonya taarruzuna; kurumlarına, argümanlarına, araçlarına, söylemlerine, tüzüklerine, yönetmeliklerine yönelik ciddi bir zihin açıklığı ve mücadele programı gerekiyor.
Eski tarz-genel kurmay komutasında sürdürülen içi boş- 'laiklik için mücadeleden' söz etmiyorum. Ya da 'aydınlanmacı damar' adı altında Kemalizmi temel alan ve bir 'laikperver' mücadeleden. Bu referanslarla sürdürülen laiklik mücadelesinin Kemal Gürüzler'den, Kemal Alemdaroğullarından, Çevik Birler'den, 28 Şubatlardan geçerek aslında AKP'nin değirmenine su taşıdığı açık.
Benim söylemek istediğim daha kapsamlı, bir özgürlükleri temel alan bir toplumsal proje ile  toplumsal ilişkileri kuşatmaya yönelik olarak dinsel ideolojinin karşısına dikilmek. Tabii ki toplumsal muhalefet güçlerinin ‘laiklik için toplumsal programı’ oluştururken özgürlükleri temel alması gerektiğine, bir din karşıtlığının ağına düşmemeye, geçmişten bu konuda devralınacak çok fazla olumlu bir gelenek olmadığını bilmeye ihtiyacı var.
Laiklik-kelimenin içerdiği geçmişten kaynaklı bütün olumsuz hatırlatmalara rağmen- için mücadelenin  toplumsal muhalefetin önemli gündem maddelerinden biri olduğunu artık farketmek gerekiyor.

Onaltıncı yüce Türk devletinin çırılçıplak halidir...

Onaltıncı yüce Türk devletinin çırılçıplak halidir...

Onaltıncı yüce Türk devletinin çırılçıplak halidir...
20.09.2014 06:42:54


Fotoğraftan anladığımız kadarıyla memleketimizin şirin bir köşesinde devlet büyüklerimiz, askeri ve mülki erkan toplanmış Gaziler Gününü kutluyorlar. Belli ki yağmur yağıyor. Yüce devletin yüce temsilcilerini yıldıracak kadar değil anlaşılan. Böyle durumlarda töreni kapalı salona aldırdıkları da olmuştur ama, nedense buna ihtiyaç duymamışlar bu kez. Atatürk anıtını kapalı salona taşıttıracak halleri de yoktu herhalde. Fakat o ne, devlet büyüklerimiz sivil ve askeri yetkililer saygı duruşundayken ya da saygı duruşuna hazırlanırken arkalarında kendilerine şemsiye tutan görevliler var. Öyle ya devletimizin kıymetli temsilcileri hastalanırsa, maazallah, memleketimizin bu şirin köşesinde devlet işleri aksamaz mı. Aksar da, Yüce Türk devletinin geleceği tehlikeye düşmez mi? Düşer… En azından onların sırılsıklam hallerinde yüce devletimizin façası bozulmaz mı, bozulur elbet. Buraya kadar bir sorun yok kuşkusuz. Ama  ön saflarda tepelerinde şemsiyelerle duran bu bir askeri ve iki sivil bürokratın yanında bir gazimiz de var. Belli ki o üç bürokratın babası yaşında. Arkasında şemsiye tutan görevli yok ve dedemiz, gökten yaşan rahmete teslim edilmiş, dimdik duruyor. Dikkat edin, yağmura terkedilen gazimiz aslında o törenin öznesi. Yani aslında bütün bu şamata O’nun için.
Şimdi, kimileri diyecek ki, ‘kardeşim ne var bunda, belli ki düşünülmemiş, dördüncü şemsiyeli görevli.  Olmuş bir hata’. Kimileri diyecek ki, ‘sorumlular hakkında inceleme başlatıldı, İçişleri Bakanlığından bir müfettiş bölgeye gönderildi’. Tabii muhterem gazilerimizden muhtemelen özür de dilenecek. Hatta belki devletimizin en yüksek tepelerinden. Ha tabii; ‘bunlar münferit hadiseler’ klişesi de devreye sokulacaktır, mutlaka.
Ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler, adına devlet denilen kurum olanca suçluluğu ile tevil götürmez bir şekilde, tarihin objektifine, hafızalardan silinmeyecek şekilde yakalanmıştır. Elin tarihçileri, sosyologları, siyaset teorisyenleri sayfalarca yazılar yazmış, kitaplar makaleler yayınlamış olabilirler, ‘devlet’ denilen kurumun insanlık tarihinde oynadığı rol üzerine… Hepsini rafa kaldırabilirsiniz, hatta çöpe de atabilirsiniz. Bu fotoğraf size yeter.
Bazılarımız diyebilir ki, ‘kardeşim biz devletimizin bu fotoğrafını binlerce kez görmedik mi’? Bu devleti binlerce kez deneyimlemedi mi bu halk? Doğru… Dersim’de kadın, yaşlı, genç çoluk çocuğu katlederken, azınlıkları bu ülkeden sürerken, hak arayan işçilerin ve memurların mücadelelerini gazla, copla, silahla acımasızca bastırırken, daha dün Gezi’de çadırları yakıp sekiz genç vatandaşının ölümüne sebebiyet verirken görmedik mi bu fotoğrafı. Doğru, gördük. Soma’da ya da başka madenlerde boğularak, göçük altında kalarak ölen madencilerimizin; asansörle yere çakılan, iskelelerden düşen, tersanelerde kazayla(!) ölen işçilerimizin fotoğrafında görmedik mi? Gördük. İşkencehanelerde, işkencehane haline getirilmiş hapishanelerde kaybedilen insanların fotoğraflarında görmedik mi? Gördük. Binlerce faili meçhulde görmedik mi, gördük. Kürtlerin de bir takım kültürel, politik hakları olduğunu 40 bin insanın cenazelerinin fotoğraflarından görerek  öğrenmedik mi, öğrendik. Binlerce kadın, erkek katiller tarafından vahşice öldürülürken ‘su akar deli bakar misali’ seyreden devletin fotoğrafında görmedik mi, gördük.
Ama siz yine de bu fotoğrafı ‘devlet fotoğrafları sergisi’nde galerinin mutena bir yerine, tercihan, kar altında oradan geçecek devlet yetkililerini saatlerdir bekleyen ilkokul öğrencilerinin fotoğrafının yanına koyun.
Her geçen gün diğer onbeş Türk devletinin neden yıkıldığını daha iyi anlıyoruz.
Devlet her şey, halk hiçbir şey..

Ben sanki kabus görüyorum, ama emin değilim...

Ben sanki kabus görüyorum, ama emin değilim...

YAŞAM
10.09.2014 15:31:00

“Dünya aslında o kadar küçük ki, onun için…”
Sırtımda hissettiğim ve bütün vücuduma yayılan derin bir acıyla sarsıldım. Sanki uykudan uyandırılmıştım. Ama o da ne? Yere diz çöktürülmüş vaziyette ve  ellerim arkadan bağlı durumdayım. Sağımda solumda benimle aynı durumda olan onlarca insan.  Yoğun bir uğultu. İç geçirerek ağlama sesleri, panik halinde mırıldanılan dualarla sanki bir toplu ayinde olduğumuz hissi veriyor. Arkadan gelen tüfek mekanizmasını andıran sesler bilmediğim dillerde konuşmalara karışıyor. Kısa, kesinlik taşıyan seslerle konuşuluyor, belli ki arkadaki birileri bir şeylere hazırlanıyor. Yakınlardan kadınlara ve çocuklara ait olduğunu düşündüğüm çığlıklar yükseliyor. Toz toprak içindeki yüzümden, saçlarımın dibinden ter boşanıyor. Ve ben, sanki derin bir uykudan uyandırılmış, kendini bu halde bulmuş ve ne olduğunu anlamaya çalışan bir ruh halindeyim. Ne olduğunu anlamak için başımı sağa sola çevirme girişimim, sırtımdan sert bir cisimle itilmemle son buluyor. Yine de bu kısa süre; bir noktasını işgal ettiğim diz çöktürülmüş insan saflarının, sağımdan ve solumdan sanki sonsuzluğa doğru uzandığı hissine kapılmama yetiyor. Her yaştan erkekler. Birden bu bitimsiz gibi görünen sıranın önünde uzanan, yeni kazılmış hissi veren bir kanal ve içindeki toprağa karışınca çamurlaşmış gibi görünen koyu renkli bir birikinti dikkatimi çekiyor.  Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Sanki bir yağ birikintisi. Yine sırtımdan bu kez daha sert bir şekilde, bu kez itildiğimi fark ediyorum. O kanala kapaklanmamı engellemem mümkün değil, yüzüm sert bir şekilde o birikintinin içine gömülüyor. Bu yağ değil, peki ne? Kafamı kımıldatıyorum, bütün yüzüme bulaşmış ve gözlerime dolmuş halde. Rengi kırmızı mı ne? Benim çırpınmalarım, sırtımdaki tekme olduğunu düşündüğüm ağırlık tarafından engelleniyor. Kımıldamamam gerektiğini anlıyorum. Kımıldamıyorum. Neden sonra ağırlık sırtımdan kalkıyor. Göz ucuyla bakıyorum, biraz önce bir sıra halinde diz çökmüş halde bulunan herkes yüz üstü kapaklanmış halde.

Ama ne alakası var, benim burada ve bu halde ne işim var? Neden bu sesler bana yabancı? Bu coğrafya hiç tanıdık değil. Benim yanımda yöremde oturan, bilmediğim dillerde çaresizlik içinde mırıldanıp duran, hiç birini tanımadığım bu insanlarla ne gibi bir ilgim olabilir? Bu arkamdaki insanlar kim? Neden uzaklardan silah ve patlama sesleri geliyor? Bu yakınlardan bir yerlerden gelen, kadın ve çocuklara ait olduğunu düşündüğüm çığlıklar nedendir?

Buraya ait değilim, biliyorum. Biliyor muyum? Gazetelerde, kimi zaman televizyon haberlerinde gözüme ilişen bu görüntülerin benim dünyamla, yaşamımla ne alakası olabilir? Olabilir mi? Ben yarın sabah şirketteki toplantıya yetişmek zorunda değil miyim? Yoksa sabah vardiyasına fabrikaya mıydı? Dükkanı açıp tezgahı mı yerleştirmeliydim, yoksa. Ama önce çocuklarımı okula bırakmalıyım. Akşam da sinemaya gitmeyecek miydik karımla? Ben kabus mu görüyorum? Ama her şey o kadar gerçek görünüyor ki! Sanki şu kırmızı sıvının kokusunu duyuyorum. Ben kimim, ben neredeyim ve bütün bunları hak edecek ne yaptım?

Sırtım çok ama çok acıyor ve göz kapaklarım hızla ağırlaşıyor…

HDP varken CHP'ye ne gerek var?

HDP varken CHP'ye ne gerek var?

HDP varken CHP'ye ne gerek var?
19.08.2014 18:22:20


Evet, evet açıkça soruyorum. Artık bu soruyu sormanın tam zamanıdır. Aslında benim sormamın hiçbir kıymeti de yok. Bence bütün CHP’liler bu soruyu kendilerine sormalılar. ‘HDP varken CHP’ye ne gerek var’?
Daha demokratik ve özgürlükçü bir programa sahip oldukları için mi? O zaman HDP programını okumadınız, demektir.
Daha çok üyeye sahip ve daha eski olduğu için mi? Her ‘yeni’; başlangıçta daha az sayıda bir kitle desteğine sahip değil midir? Siz ‘yepyeni’ ve taze bir güçle demokrasi ve özgürlük kavgası başlatmak için kendinizi yorgun mu hissediyorsunuz? Evet yorgunsunuz, bunu biliyorum. CHP sizi fena halde yoruyor. Ama yorgunluğunuz AKP gericiliğini daha da azdırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Daha çok milletvekiline sahip olduğu için mi?
Alışkanlıktan mı?
AKP gericiliğine ve otoriterizmine karşı bir sığınak olduğunu mu düşünüyorsunuz? Hiç de öyle olmadığını anlamanız için daha kaç seçim olması gerekiyor. Görmüyor musunuz, bu muhalefet anlayışı sayesinde AKP 12 yıldır gücünü koruyarak iktidarda.
Baksanıza Kemal Kılıçdaroğlu’nun alternatifi M. İnce. Akıl hocaları baş hizipçi Baykal. Allahaşkına siz mazohist misiniz? Bunların mı CHP’nin makus talihini alt edeceğini düşünüyorsunuz?
Bir daha ki seçimlerde F. Gülen hoca’nın CHP listelerinden aday gösterilmesini beklemeye mi, karar verdiniz? Olmaz mı, olamaz mı?
HDP’de Kürt siyasi hareketi ve sosyalistler var, diye mi korkuyorsunuz? Kürtler’e uzak durdunuz da ne oldu? Onların taleplerini anlamaya çalışmak yerine ‘vatan elden gidiyor’ anlayışıyla geleneksel devlet politikalarına sarıldınız da ne oldu? Sosyalistler ise her kötü günde yanınızda olmadılar mı?
HDP’ye Türkiyelileşin çağrısı yapan CHP’nin öncelikle Türkiyelileşmesi gerekmez mi? Güneydoğuda ki oy oranlarına baktığınızda…
Siz kör müsünüz? Gerçekleri görmeniz ve yeni ve güçlü bir adıma karar vermeniz için daha kaç AKP dayağına-afedersiniz- ihtiyacınız var?
Bırakın CHP’yi gerçek sahiplerine. Evet, evet gerçek sahiplerine… Baykal’a, N. Serter’e, Onur Öymen’e, Önder Sav’a, hatta Sarıgül’e, G. Tekin’e… Onlar toz kondurmadıkları devletin doksan yıllık politikalarıyla çelik çomak oynamaya devam etsinler. Böylece yaşlansınlar. CHP aslında onlardır, emin olun. Aslında siz, orada yama gibi duruyorsunuz.
Bakın önünüzde HDP var. Tanımıyorduk, bilmiyorduk diyemezsiniz artık. Selahattin Demirtaş’ı izlediniz, gördünüz.
Endişeleriniz, şüpheleriniz mi var? Şimdi sahip olduklarınızdan daha mı fazla? Gelin sahip çıkın, değiştirin? Emin olun burada kendinizi bir birey olarak daha güçlü hissedeceksiniz.
Daha kaç yıl rakip siyasi harekete benzeyerek, MHP’lilerden medet umarak, Hoca’ya bel bağlayarak devam etmeyi düşünüyorsunuz. Mecaliniz kaldı mı?
Ya özgür, demokratik ve eşitlik içerisinde seküler bir Türkiye için HDP ya da zillet.
Ya kısır hizip çekişmelerinden bir türlü kurtulamayan, her yeni gelişmenin alternatifinin en ESKİ olduğu bir kurultaylar partisi. Ya da bütün inanç ve etnik grupların kendisini özgürce ve eşitlik içerisinde ifade ettiği barış içinde bir Türkiye’ye doğru küçük bir adım.
Ya yaşam alanlarımızın oksijenini emen AKP’ye bir oniki yıllık iktidar şansı daha; ya da bu gerici iktidardan kurtulma şansı.
HDP’ye şans verecek misiniz? Kaybedeceğiniz ne var?
Bu satırları çok ukalaca bulanlar mı var, haksızlık olarak, yanlış olarak görenler mi var? İlk taşı onlar atsın.
Seçim sizin.

‘Batı Erdoğan'ı neden düşmanlaştırıyor?' biliyor musunuz?

‘Batı Erdoğan'ı neden düşmanlaştırıyor?' biliyor musunuz?

‘Batı Erdoğan'ı neden düşmanlaştırıyor?' biliyor musunuz?
17.08.2014 22:53:47


Oral Çalışlar iki gündür Radikal.com’da  "Batı Erdoğan’ı Neden Düşmanlaştırıyor" konulu yazılar yazıyor. İlkinde konuya dair fikirler serdediyor, ikincisinde de gelen yorum ve eleştirilere cevap veriyor. 
O. Çalışlar birçok kez yaptığı gibi ve birçok hükümet yanlısı kalem erbabının da başvurduğu bir yöntemle son derece 'muğlâk' ve 'genel' bir kavram olarak 'Batı' söylemine sarılıyor. Sonra da fikir dünyasının itibar etmediği ve marjinal kimi örneklerden hareket ederek düşüncesini kanıtlamaya çalışıyor.
Bu yöntemle siz neoconlardan mı, ABD hükümetinden mi, muhalefetinden mi,  İngiltere’den mi, FT’den mi, Washington Post’dan, WSJ’dan mı, Almanya’dan mı, Spiegel’den mi, Bild’den mi, AB’den mi, AB Parlamentosu içindeki sosyalistler ya da demokratlardan mı, Uluslararası Af Örgütü’nden mi, PEN’den mi sorularını dile getiremeden vasata hitap eden, negatif ‘batı’ kavramının tutsağı haline getiriliyorsunuz.
Hemen aynı anda başka bir vasata hitap eden ‘Batı ne zaman demokrasi yanlısı oldu ki, şimdi olsun’ klişe söyleminden yola çıkarak ve aslında kimsenin de pek fazla itibar etmediği bu çıkış noktasını temel alarak potansiyel karşı duruşları paralize etmeye çalışıyor.
Özetle, Erdoğan hiçbir demokratik kaygı taşımadığı açık olan ‘Batı’ tarafından düşmanlaştırılıyor, çünkü Erdoğan demokrasi ideallerine bağlı-askeri vesayete son verdi-, anti-batıcı-siz bunu anti-emperyalist olarak da okuyabilirsiniz- bir lider olarak orta yere konuveriyor. Hani artık bazı hükümetperver gazetecilerin inatla çizmeye çalıştığı ‘batı karşısında bile dik duran dünya lideri’ kaba tasvirinin inceltilmişi.
Siz artık son derece ‘basit’ ama bir o kadar da etkili bu sarmalın içinde debelenip durun.
Siz istediğiniz kadar "yahu kardeşim, hangi hükümet -ABD, İngiltere, Almanya..vb- kendi emperyal çıkarlarının gerektirmediği bir demokrat(!) duruş sergileyebilir?" "Onların karşı pozisyonları onların stratejik ve taktik emperyal hedeflerinden kesinlikle bağımsız olabilir mi?" "Karşı duruşlarının -varsa- içindeki demokrasi söylemi ya göz boyamadır ya da söz konusu ülkenin aydınlarına yönelik göz kırpmadır" deyin durun. Siz baştan "batıya demokrasi atfeden" çukurun içine düşmüşsünüzdür. Ve hemen arkasından başınızdan aşağı bu melun ‘batının’ ne kadar halkların, demokrasinin düşmanı olduğuna ilişkin örnekler boca edilir.
Batının önde gelen hükümetlerinin son derece dikkatli ve ipleri koparmamaya özel bir dikkat gösteren çıkışlarının altında yatan demokrasi endişesi değil, bir kifayetsiz muhterisin yeni bir bölgesel hegemonya talep eden maceracı çıkışlarından duydukları kaygıdır. Zaptürapt altına almakta zorlandıkları hırsı boyundan büyük bir yeni hegemonyacıdan duydukları kaygıdır. Onların kaygısı tabii ki bizleri ilgilendirmez. Kendileri doğumuna ebelik yaptılar, kendileri desteklediler. Şimdi ayıklasınlar pirincin taşını.
Fakat ilginç olan işin bu tarafı değil. Şu genel ‘Batı’ Erdoğan’ı düşmanlaştırırken hiçbir demokratik endişe taşımıyor, tamam da; Erdoğan Sisi darbesine karşı çıkarken, Suriye’de muhalefeti desteklerken askeri vesayeti kaldırırken(!) pek bir demokrat kaygılar taşıyor, buna şüphe yok! İnsan yine de şaşırmadan edemiyor. Anlaşılan o ki, Oral Çalışlar’ın Erdoğan’ı ile bizimki farklı, öyle ya. Sanki ‘sıfır sorun’ politikasıyla yola çıkıp memleketi bölgesel bir kan deryasının neredeyse  içine yuvarlayan Erdoğan’ın politikaları değil.  Sanki güney ilçelerimizde patlayan bombalar, ülkenin Işid eylemlerine ve toplantılarına sahne olur hale gelmesi benim politikalarım sonucu.
Şimdi Gezi Direnişi’ne karşı tutumundan başlayıp -hani şu 'emri ben verdim', ‘polisim destan yazdı’..vs. den başlayıp- yüzlerce ‘ileri demokrasi’ örneği vermek mümkün, Erdoğan’ın baş aktörü olduğu, ancak buna ne gerek var? Söyleyin bakalım 'askeri vesayet, hadi diyelim kalktı da şimdi neyin vesayetini yaşıyoruz?' Ya da deyin ki, bir cumhurbaşkanı ‘bir kere ölürsün yahu, her gün ölmekten iyidir’ derse ne anlama gelir?  Bunları saymaya başladığınız zaman ‘ama onları ben de eleştiriyorum’la karşılaşacaksınız. Baksanıza Amberin Zaman’a yönelik son derece seviyesiz üslubu da eleştirmiş. Eleştirmeseydiniz bari. Ayrıca, efendim, ‘twitter yasağına da karşı çıkmış’, çıkmasaydınız bari. O eleştirileri ve hatta daha fazlasını Nagehan Alçı da yapıyor. Önemli olan nerede durduğun, değil midir?
Bizler hangi batının, hangi saiklerle neler yapabileceğini çok iyi biliyoruz, burası açık. Ama bunun yanında Erdoğan politikalarının ülkeyi nasıl bir bataklığa sürüklediğini, havanın oksijenini emen baskı ve yasaklarla neleri hedeflediğini de çok iyi biliyoruz. 

‘SOL’ ASLINDA ÖLÜ MÜ?

  “….Ümit ve sevk kırıcı olan şey ise, solun böyle bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. “…Solun /solcuların konuş...