Sosyalist Sol neden etkisiz?
06.07.2014 16:48:38
Bu soru başta kimi sosyalistler, akademisyenler ile gerçekten memleket siyasetinin boğucu ve kısır etkilerinden muzdarip artık başka bir çıkış yolunun olması gerektiğini düşünen bunalmış vatandaşlar acısından hayati bir soru. Bu soruya cevap aranırken düşülen iki yanlış var. Birincisi birçok varyantlarıyla birlikte sorunun yanıtını sosyalizmde ya da sosyalist kurum ve kişiliklerin zihniyet dünyalarında arayan anlayış. Bir diğeri ise sorunun yanıtını ‘dışsal etkenlerde’ arayan anlayış.
Soruya yanıt ararken yapılması ilk yapılması gereken solun ‘etkin’ olduğu dönemlere uzanıp o dönemlerin sosyo-ekonomik ve politik bir analizini yapmak. Bu arayış bizi doğal olarak yakın tarihimize, 60’lı yılların daha çok ikinci yarısına ve bir bütün olarak 70’li yıllara götürüyor.
Bu dönemi mercek altına almadan önce ‘etkin olmak’ ya da olamamak kavramı üzerinde bir iki kelam edilmeli. Bizim geleneksel siyaset anlayışımızda ‘etkin’ olma parlamento içerisinde en azından anlamlı bir temsil yeteneğine sahip olmaya tekabül ediyor. Bu yazıda sorgulanacak olan etkin olup/olmama kavramı bununla sınırlı değil. Bu başlangıçtan yola çıkılacak olursa ilk göze çarpan; 65 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin(TİP) parlamento da 15 milletvekiliyle temsil edildiği dönemi saymazsak, sosyalistlerin esas etkisinin toplumsal altüst oluşun dokularına nüfuz edebilme kabiliyetinde göründüğünü söyleyebiliriz.
Gerçekten de, bu dönem, en başta hızla yükselen işçi mücadelelerinde ve işçi örgütlerinde sosyalistlerin etkin oldukları gerçeğiyle karakterize olur. 63’de devlet sendikacılığına alternatif olarak doğan Devrimci İşçi Sendikaları(DİSK) ve diğer devrimci sendikalarla başlayan süreç, 12 Eylül 1980 faşist darbesinin hemen arifesinde grevdeki yüzbinlerce işçiyle zirve noktasını yaşıyordu. Ve bu toplumsal hareketliliğin etkin ve önder gücü mahalli ya da ulusal; işyeri ölçeğinde ya da işkolu düzeyinde sosyalistlerdi. Aynı zamanda kır emekçilerinin ve üreticilerin sosyal kalkışmasına, sosyalistler önderlik edebilme yeteneklerine sahiplerdi. O döneme damgasını vuran yüksek öğrenim gençliğinin kitlesel ve son derece etkin eylemliliği de sosyalist gençlerin önderlik yeteneğinin hakimiyetini göstermektedir. Ha keza kültür, sanat ve edebiyat dünyasını domine eden güç bu dönemde yine sosyalistlerdi. Bütün toplum kesimleri ve hatta sınırlı da olsa devlet bürokrasisinin bir kısmında bile sosyalizm rüzgarı ortalığı kasıp kavuruyordu. Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için not düşmek gerekiyor; bütün toplum kesimlerinin ayakta olduğu, köylülerin tarlalarda, işçilerin fabrikalarda, gençlerin üniversitelerde, öğretim üyelerinin, öğretmenlerin emsali yaşanmamış örneklerle 15 yıl boyunca ayakta olduğu bu yıllar sosyalizmin eseriydi, iddiasında değiliz. Hatta tam tersine cumhuriyet tarihinde, öncesi ve maalesef sonrası, benzeri henüz yaşanmamış sosyal kalkışmanın belirlediği o dönem, sosyalizmi ve sosyalistleri öne fırlatmıştır. Deyim yerindeyse bu kitlesel kalkışma sosyalizmi ve sosyalistleri ‘kullanmıştır’. Çünkü sosyalizmin ve sosyalistlerin hayat kaynağı toplumsal mücadelelerdir ve kitle hareketleri suni olarak yaratılamazlar.
Geçerken bu dönemi karakterize eden ekonomik sıçrama ve büyüme özelliğinin de altını çizmek gerekir. Kitlesel patlamalar böylesi bir çıkışın ürünü olarak yine hükmünü yürütmüştür. Ezilen ve sömürülen toplumsal kesimler önlerindeki fırsatları görmüşler sosyalizme yönlerini vermişler, her düzeyde sokağa çıkmışlar ve meydanları fethetmişlerdir. Başka bir altını kalın çizgilerle çizmemiz gereken özellik de, bütün dünya da etkisini hissettiren ve bütün ezilen, sömürülen sınıflara ve bağımsızlık mücadelelerine ilham veren ideolojinin, o dönem, sosyalizm olduğu gerçeğidir.
Çok kaba hatlarıyla tasvir ettiğimiz döneme ilişkin bu girişin amacı; sosyalizmin ya da sosyalist kurum ve kişilerin etkin olup olmamasının anlaşılmasında ilk olarak toplumsal kalkışmanın durumunun incelenmesi gerektiğini vurgulamaktır. Sosyalizm sektörüne ait oluşumlar o dönemde de bölünmüşlük, bakış bulanıklığı, sübjektivizm, çocukluk hastalıkları anlamında emekleme ve ilk gençlik dönemlerine özgü hastalıklarla malüldüler, tıpkı bugünkü gibi. Ama bu zaaflar, o dönemin bütün toplum kesimlerine hakim olan kalkışma fırtınasının sosyalistleri kitle mücadelelerinin önüne atmasını engellememiştir. Ve bu dönem deyim yerindeyse sosyalizmin ülkenin düşünce dünyası üzerinde ideolojik hegemonyasını kurduğu bir dönemdir.
Daha sonraki dönemi ve bugünü anlamaya çalışırken, 12 Eylül’le başlayan benzerine az rastlanır kıyımın sosyalist oluşumlar üzerinde yarattığı yıkıcı etki mazeretine sığınma tuzağına düşmemek gerekir. Tabii ki bu yıkıcı etkinin gücü ve rolü yadsınamaz. Ancak bu yıkıcı etki ve tahribat daha çok işçiler, köy emekçileri, üreticiler, aydınlar, öğretmenler, gençler..vb toplumun sınıf ve tabakaları ve onların örgütleri üzerinde olmuştur. Böylece örgütlü toplum kesimlerinin örgütleri talan edilmiş, önderleri yok edilmiş, yeniden örgütlenme olanakları yasal düzenlemelerle ortadan kaldırılmış; özetle kitleler esaret altına alınarak sosyalistlerin hayat damarları koparılmıştır. Bu tahribatın etkisini anlamak için 70’li yılların sendikalı işçi sayılarıyla, kitle örgütlerinin üye sayılarının bugünle kıyaslanması yeter. Sorun sosyalist oluşumlar üzerindeki kıyımdan daha da çok kitlelerin bir çeşit ebedi suskunluğa mahkum edilmeleri ve ellerinin kollarının bağlanmasıdır.
Toplumsal kalkışmalarla yani kitle hareketleriyle ‘sosyalizmin etkinliği’ arasındaki diyalektik bağımlılığın en yakın örneği de 89-90 yıllarındaki bahar eylemleriyle mobilize olan yüzbinlerce işçinin verdiği rüzgarın sosyalist hareketlerin belini doğrultmaları sürecinin önünü açmış olmasıdır.
Toplumsal kalkışmalar ve kitle hareketlerinden bahsederken ‘GEZİ’den bahsetmemek olmaz. Türkiye sosyal mücadele tarihinin çok önemli ve tarihi bir kalkışmasından sözediyoruz, GEZİ derken. Boru değil. Aynı zamanda çok özgün ve her bakımdan ileriye ışık tutacak deneyimlerle dolu. GEZİ toplumsal değişimin yarattığı, geçmiş mücadele deneylerinden farklı özellikleri, eylem biçimleri, dayanışması ve örgütlemeleriyle ve sosyal bileşenleriyle çok daha kapsamlı bir yazının başlı başına konusu olabilir. Ama şurası açıktır ki, sosyalistler geleceğe matuf bir şeyler geliştireceklerse müktesebatlarını ‘GEZİ’yle yenilemeliler. Ancak GEZİ fetişizmi bir başka görüş açısı bulanıklığına yol açıyor. Çok özetle işçiler şalterleri indirmeye, beyaz yakalılar bilgisayarlarını kapatmaya davranmadıkça, tarım işçileri grev çadırına girmedikçe ve mağdur edilen kırsal üreticiler pulluğu bırakıp traktörlerini caddelere çıkarmadıkça her şey yarımdır, yarım kalacaktır. Zihin açıklığı işte burada gerekmektedir.
Bir başka bakış açısı dağınıklığına örnek de sosyalist solun bir kesiminin Kürt siyasi hareketinin özgürleştirici, demokrasi için en etkin baskı gücü oluşturma rolüne karşı ‘ipe un serme’ tutumudur. Üstelik bu ‘oynamam yerim dar tutumunun’ en tuhaf tarafı da, Kürt siyasi hareketinin ısrarla ve inatla sosyalistlere el uzatma çabalarının hüküm sürdüğü bir döneme denk geliyor olmasıdır. Ve yine tuhaflığın bir başka ilginç boyutu da kitlesel Kürt hareketinin içinde sosyalistlerin yoğun olarak bulunduğu ve çıkışına ilham olan sosyalizmin rüzgarının esas olarak hakimiyetini yitirmediği bir dönemde gerçekleşiyor olmasıdır. Bu zihniyet dünyası Kürt siyasi hareketiyle bir rezonans arayışı yerine her vesileyle Kürt siyasi hareketini didikleyen ve aradaki mesafeyi ısrarla ve inatla koruyarak ‘kürtlerin ulusal demokratik haklarını destekleriz, ancak siyasi temsilcilerini değil’ gibi suni ayrımlar icat etmektedirler. Üstelik sosyalistlerin ezilen, mağdur, hakları ellerinden alınmış bütün toplum kesimleriyle aralarındaki sınırların hemen ortadan kaldırılması gereken böyle bir dönemde. Hiçbir sosyalist HDP’li olmak zorunda değildir, ancak HDP bileşenleriyle dayanışma içerisinde olmak bir gerekliliktir. Her vesileyle Kürt siyasi hareketini didiklemek , her adımın altında bir ‘çapanoğlu’ aramak, HDP içindeki sosyalist grup ve kişileri he an eleştiri amacıyla ağızlarına almak ya da kaleme-klavyeye- getirmek bu bakış açısı dağınıklığının göstergesidir, anlayışsızlıktır ve bir boyutuyla geleneksel ‘ağabey’ rolünün devamıdır.
Bu ancak birkaç yazıda üstesinden gelinebilecek konuyu şimdilik kaydıyla kapatırken; 30-40 yıldır hem ulusal ölçekte hem de dünyada köprülerin altından çok suların aktığı gerçeğinden hareketle örgütlenme anlayışlarımız, sınıf tanımlarımızın asgari ve uzun erimli programlarımızın tartışılmasının önemine vurgu yapmak gerekiyor.
Sonuç olarak üretici güçlerin içinde bir varlık olmaya çalışmak ve bu amaçla siyasi ya da siyasi olmayan zamana dayanıklı kurumlar yaratmanın önemine değinmek gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder