AKP kurucu parti midir, seksen yıllık statükonun yeni hamisi midir?
20.02.2014 17:17:14
Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu asker, sivil bürokrasi ve aydın kadroları, 1923’den sonraki süreç içerisinde tek parti Cumhuriyet Halk Fırkası aracılığıyla yukardan aşağı, yeni ilkeler temelinde yeni cumhuriyetin temellerini attılar. Bu yeni cumhuriyetin kaderini belirleyecek olan kurumsal yapının temel ilkelerinin oluşturulması sürecinin 1940’lı yıllara kadar içi çe geçmiş yoğun, sarsıntılı ve çatışmalı gelişmelerin sonucu olduğu artık biliniyor.
‘Yeni’ kavramı tabii ki, sıfırdan başlanan bir süreci ifade etmiyor. Birçok kurumsal ve kültürel devamlılığın izlerini yeni cumhuriyet yapılanmasında da gözlemlemek mümkün. Ancak imparatorluktan ulus devlete geçiş olarak özetlenebilecek bu sürecin temel karakteristiği ‘eski’den köklü bir ideolojik kopuşu ifade etmesidir.
Kurucu kadroların ideolojik ve politik motivasyonlarına yön veren saiklerin ; imparatorluğun çöküş yüzyılına denk gelen bölünerek küçülmenin yarattığı travmadan etkilendiği rahatlıkla söylenebilir. 1821 Mora isyanı deyim yerindeyse büyük imparatorluğun çözülme sürecinin en önemli dönüm noktası olmuştur. 100-150 yıl içerisinde üç kıtaya yayılmış bir imparatorluktan neredeyse yok olmanın eşiğine gelmiş bir devletin ayakta kalmış kadrolarının ‘bölünme’ paranoyasıyla malul psikolojik-travmatik ruh hallerini anlamak mümkün. Bu travmatik ruh hali diğer çok önemli başka etkenlerle de harmanlanarak, çeşitli tarihi sarsıntılardan geçerek 2000’li yıllara kadar sürecek olan birinci Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerini şekillendirdi.
Bu temelin belirleyici nosyonunun Türk milleti etrafında yeni bir ulus devlet yaratmak olduğu açıktır. Ancak bu hedefin gerçekleşmesinin imparatorluktan bakiye ciddi politik, kültürel, demografik , ekonomik etkiye sahip etnik ve dini aidiyetler karşısında bir politik pozisyon alışla birlikte yürüyebileceği daha baştan belliydi. Bu temel sorun karşısında kurucu babalar, bir çok tereddüt ifade eden gelişmeler ve sarsıntılarla belirlenen süreç içerisinde ‘yok etme, imha ve asimilasyon’ politikalarını tercih ettiler. Müslüman olmayan nüfus yoğunlukları elli yıla yayılan dalgalar halinde yeni cumhuriyetten kovuldular. Aslında 1915 Ermeni tehciri ile başlayan bu süreç 60’lı yılların ortalarına kadar fasılalarla devam etti. 20 yz’ın başlarında imparatorluk nüfusunun %20’ni kapsayan Müslüman olmayan nüfus, 60’lı yılların sonuna doğru dramatik bir azalmayla %1’in altına düşmüştü.
Tekke ve Zaviyelerin kapatılması kanunu ile birlikte dini kurum ve kuruluşlar kamusal alandan men edilmiş; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşuyla birlikte de İslam-deyim yerindeyse- devletleştirilmiştir.
Başta Kürtler olmak üzere etnik aidiyetleri farklı Müslüman nüfus yoğunlukları asimilasyon politikalarının hedefi olmuş ve bir taraftan zor yoluyla öte yandan ideolojik araçlarla ‘yüce Türk Milleti’ içerisinde eritilmeye çalışılmıştır.
Bu kuruluş sürecinde devlet eliyle burjuvazi yaratarak kapitalist-emperyalist sistemle eklemlenme çabaları da yeni cumhuriyetin karakteristiklerinin en önemlilerinden biri olarak ortaya çıkmıştır.
Aslında bütün bu gelişmelerin şaşırtıcı bir yönü de yoktur. Hemen bütün ulus devletlerin doğuş süreçleri benzer yollardan geçmiştir. Kaldı ki bu politikaların kurucu kadrolar tarafından benimsendiği ve uygulamaya konulduğu 20’li-30’lu yılların dünya çapında ırkçılığın ve faşizmin yükselişi yılları olduğunu da unutmamak gerekir.
Bu seksen yıllık süreç-eşyanın tabiatı gereği- baskılanan kesimlerin, çeşitli dönemlerde ciddi direnişleriyle karşılaşmış ve ancak her seferinde kimi zaman zorla, kimi zaman bazı anayasal düzenlemelerle kendini tahkim ederek 21.yz’ın başlarına kadar ulaşmayı başarmıştır.
Bu direnişlerin ve statükoya yönelik tepkilerin en önemlilerinden birinin çeşitli tarihi aşamalardan geçen Kürt direnişi olduğu inkar edilemez. Nitekim kurucu kadroların oluşturduğu statükonun sürdürülebilir olmaktan çıkmasında, parçalanmasında bu Kürt itirazının rolü açıktır.
Ha keza 60’lı yılların ortalarından başlayarak 70’li yılların sonuna kadar hüküm süren büyük toplumsal muhalefet hareketliliğinin de-sol ve sosyalizmle birlikte- statükoya yönelik çok önemli direniş odağı olduğunu da belirtmek gerekir. Büyük toplumsal altüst oluşa denk gelen bu direniş odağının aynı zamanda potansiyelleri itibarıyla Türkiye’nin yakın geleceğine damga vuracağını söylemek kehanet olmaz.
Geniş bir yelpazede çeşitli islam referanslı akımların da kurucu statükoya karşı tarihsel süreç içerisinde direniş odakları oluşturdukları da gerçeğin diğer yönlerinden biridir. Bu akımlar toplumsal ideolojik-kültürel vasattan da güç alarak statükoyu zorlamışlardır. Ancak bu dini referanslı odakların bütün bu tarihsel süreçte bir yandan statükonun altını oymaya ve içerisine sızmaya çalışırken, diğer yandan toplumsal muhalefete karşı hep statükonun yanında pozisyon aldığını da bir tarihsel gerçeklik olarak unutmamak gerekir.
AKP iktidarı son onbir yıldır statükoyu bir anlamda formatlayarak ve dolayısıyla çağın gerekleri ışığında kısmi revizyonlarla yeniden şekillendirerek ama özünü de koruyarak rehabilite etmeye çalışıyor. Bu anlamda AKP, kapitalist-emperyalist sistemle bütünleşmiş 1920’li yılların statükosunun karşısında konumlanmamış; o’nun reforme edilerek, uyarlanarak süreklileştirilmesi pozisyonunda saf tutmuştur. Bu nedenle geleceği de yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder